İman ve ilim, inanma ve bilme 11.05.2009 Ali Ünal
Kitab-ı Mukaddes (Ahd-i Atik ve Ahd-i Cedit) aslıyla korunamadığı, sembolik ve mecazî ifadeleri cehalete kapı açacak şekilde zahiriyle ele alındığı, zaman içinde din bilginlerinin değişmeye maruz yorumları Kitabın yerine geçtiği içindir ki Hıristiyanlık, ilmî gelişmeler karşısında tutunamadı.
Neticede, imdadına yetişen Dekart düalizmiyle, din ve ilim, inanma ve bilme birbirinden ayrıldı. İnanma, delilli veya delilsiz, aklî-mantıkî veya değil, bilgiye dayansın veya dayanmasın bir kabul, bir şartlanma (dogma) olarak görülür oldu. (B)ilim ise, bir yandan doğrunun tek ölçüsü, dolayısıyla kendisine konu edindiği fizikî saha yegâne varlık sahası haline gelirken, öte yandan inanma her türlü ilmî ve objektif değerini yitirdi ve sahası da felsefeye havale edildi. Böylece din, inanma, hem felsefenin karşısında da bir değer ifade etmez hale geldi, hem de meselâ birbirinin tam tersi olduğu halde Vahdet-i Vücud'la panteizmin aynı sayılması gibi, yer yer felsefe ile karıştırılır oldu; tamamen beşerî seviyeye indirgendi.
Din'in ilimden, inanmanın bilmeden, akıldan, tahkikten kopuk, dolayısıyla objektif bir değer ifade etmez hale getirilmesi Din'e vurulabilecek en büyük darbe ve din ile ilim, inanma ile bilme konusunda yapılabilecek en büyük yanlış olmasına rağmen, bugün maalesef hem de İslâm hassasiyetli pek çok aydın, bu yanlışı yapabilmektedir. Oysa Kur'an-ı Kerim'de, özellikle el-ilm olarak belirlilik takısıyla kullanıldığında ilmin menfî olarak geçtiği hiçbir yer yoktur. Ayrıca, Din ve vahiy ilimle, inanma bilme ile zaman zaman eş manâlı kullanıldığı gibi, İslâm, karşı kutbuna Cahiliye'yi oturtmuş, kesin bilgi sahibi olmadan herhangi bir konuda hüküm vermeyi yasaklamıştır. Gerçek bu iken, bir yanda, sadece bir kabulle vahye ilmî bilginin üstünde güya yer verilmekte ama, diğer yanda vahiy, ilim gibi herkes için bağlayıcı objektif ve ilmî bir gerçeklik olarak görülmemekte, inanma, taklit manâsında 'İşittik, iman ettik!'e indirgenmektedir. Oysa bu yaklaşım, bizzat Din'in ve yerine getirilip getirilmemesi kişiye dünyada, özellikle Âhiret'te hem de ebedî bir mükâfat veya ceza gerektirecek dinî sorumluluğun temelini yıkan bir yaklaşımdır. Bilhassa Âhiret'teki neticesi itibariyle dinî sorumluluk, öncelikle imanî bir sorumluluktur ve bu sorumluluğun temelinde irade yatar. Yani Din, iradeyi elden almadan, bilhassa imanî gerçekler konusunda aklı, sadece aklı da değil, kalbi ve vicdanı bütünüyle ikna eder. Eğer vahiy, onun temeline oturduğu Din, herkesi bağlayacak objektif bir gerçekliğe sahip bulunmamış, bu objektifliğiyle her seviyedeki bütün akılları ikna etmemiş olsaydı, o zaman sorumluluğun, mükâfat ve cezanın manâsı olmazdı. Bilhassa Sahabe'nin dinî emirler karşısındaki 'İşittik, iman ettik!' sözü de, Din'in her gerçeğine tam ikna olmuş olmanın söylettiği bir sözdür.
İlmî gerçekler, gözleme ve deneye dayanır ve ilmî kesinlik (ilme'l-yakin), imanın en alt temelini, en düşük derecesini teşkil eder. Onun üstünde, yanıltmayacak şekilde müşahede, yani şahit olma vardır (ayne'l-yakîn). Bunun da üstünde kalble, ruhla, pratikle tecrübe etme yer alır (hakka'l-yakîn). Dolayısıyla imanın üzerine oturduğu gerçekler, ilmî gerçeklerin, bilimin verilerinin kat kat üstündedir ve bunları idrak ve tecrübede kişilere bağlı subjektif derecelerin olması mahfuz, asılları itibariyle ilmî gerçeklerden çok daha objektiftir, herkes için bağlayıcıdır ve bu gerçeklerin kaynakları ve delilleri, ilmî doğruların kaynaklarıyla delillerinden daha öte bir değere, kesinliğe ve zenginliğe sahiptir. İlim, bu kaynak ve delillerden sadece biridir; Kur'an-ı Kerim, ilmin yanı sıra bir de hüdâ ile ışık saçan bir Kitap'tan söz eder.
Din ve ilim, inanma ve bilme meselesi, ilmin veya bilimin yerli yerine oturtulması, ona gerçek mecarını açmak, insanlığın, bilhassa Müslümanların bugün ve gelecekteki en büyük meselesi olma hususiyetine sahiptir
Neticede, imdadına yetişen Dekart düalizmiyle, din ve ilim, inanma ve bilme birbirinden ayrıldı. İnanma, delilli veya delilsiz, aklî-mantıkî veya değil, bilgiye dayansın veya dayanmasın bir kabul, bir şartlanma (dogma) olarak görülür oldu. (B)ilim ise, bir yandan doğrunun tek ölçüsü, dolayısıyla kendisine konu edindiği fizikî saha yegâne varlık sahası haline gelirken, öte yandan inanma her türlü ilmî ve objektif değerini yitirdi ve sahası da felsefeye havale edildi. Böylece din, inanma, hem felsefenin karşısında da bir değer ifade etmez hale geldi, hem de meselâ birbirinin tam tersi olduğu halde Vahdet-i Vücud'la panteizmin aynı sayılması gibi, yer yer felsefe ile karıştırılır oldu; tamamen beşerî seviyeye indirgendi.
Din'in ilimden, inanmanın bilmeden, akıldan, tahkikten kopuk, dolayısıyla objektif bir değer ifade etmez hale getirilmesi Din'e vurulabilecek en büyük darbe ve din ile ilim, inanma ile bilme konusunda yapılabilecek en büyük yanlış olmasına rağmen, bugün maalesef hem de İslâm hassasiyetli pek çok aydın, bu yanlışı yapabilmektedir. Oysa Kur'an-ı Kerim'de, özellikle el-ilm olarak belirlilik takısıyla kullanıldığında ilmin menfî olarak geçtiği hiçbir yer yoktur. Ayrıca, Din ve vahiy ilimle, inanma bilme ile zaman zaman eş manâlı kullanıldığı gibi, İslâm, karşı kutbuna Cahiliye'yi oturtmuş, kesin bilgi sahibi olmadan herhangi bir konuda hüküm vermeyi yasaklamıştır. Gerçek bu iken, bir yanda, sadece bir kabulle vahye ilmî bilginin üstünde güya yer verilmekte ama, diğer yanda vahiy, ilim gibi herkes için bağlayıcı objektif ve ilmî bir gerçeklik olarak görülmemekte, inanma, taklit manâsında 'İşittik, iman ettik!'e indirgenmektedir. Oysa bu yaklaşım, bizzat Din'in ve yerine getirilip getirilmemesi kişiye dünyada, özellikle Âhiret'te hem de ebedî bir mükâfat veya ceza gerektirecek dinî sorumluluğun temelini yıkan bir yaklaşımdır. Bilhassa Âhiret'teki neticesi itibariyle dinî sorumluluk, öncelikle imanî bir sorumluluktur ve bu sorumluluğun temelinde irade yatar. Yani Din, iradeyi elden almadan, bilhassa imanî gerçekler konusunda aklı, sadece aklı da değil, kalbi ve vicdanı bütünüyle ikna eder. Eğer vahiy, onun temeline oturduğu Din, herkesi bağlayacak objektif bir gerçekliğe sahip bulunmamış, bu objektifliğiyle her seviyedeki bütün akılları ikna etmemiş olsaydı, o zaman sorumluluğun, mükâfat ve cezanın manâsı olmazdı. Bilhassa Sahabe'nin dinî emirler karşısındaki 'İşittik, iman ettik!' sözü de, Din'in her gerçeğine tam ikna olmuş olmanın söylettiği bir sözdür.
İlmî gerçekler, gözleme ve deneye dayanır ve ilmî kesinlik (ilme'l-yakin), imanın en alt temelini, en düşük derecesini teşkil eder. Onun üstünde, yanıltmayacak şekilde müşahede, yani şahit olma vardır (ayne'l-yakîn). Bunun da üstünde kalble, ruhla, pratikle tecrübe etme yer alır (hakka'l-yakîn). Dolayısıyla imanın üzerine oturduğu gerçekler, ilmî gerçeklerin, bilimin verilerinin kat kat üstündedir ve bunları idrak ve tecrübede kişilere bağlı subjektif derecelerin olması mahfuz, asılları itibariyle ilmî gerçeklerden çok daha objektiftir, herkes için bağlayıcıdır ve bu gerçeklerin kaynakları ve delilleri, ilmî doğruların kaynaklarıyla delillerinden daha öte bir değere, kesinliğe ve zenginliğe sahiptir. İlim, bu kaynak ve delillerden sadece biridir; Kur'an-ı Kerim, ilmin yanı sıra bir de hüdâ ile ışık saçan bir Kitap'tan söz eder.
Din ve ilim, inanma ve bilme meselesi, ilmin veya bilimin yerli yerine oturtulması, ona gerçek mecarını açmak, insanlığın, bilhassa Müslümanların bugün ve gelecekteki en büyük meselesi olma hususiyetine sahiptir
Bu Yayına Yorum Yapın