Hz. Bediüzzaman ve Abdülhamid Han 04.05.2009 Ali Ünal
Hz. Bediüzzaman ve Sultan II. Abdülhamid Han münasebeti, Bediüzzaman'ın Abdülhamid idaresiyle ilgili tavrı, bu tavrı daha sonraları değiştirip değiştirmediği mevzuu, maalesef pek çok mesele gibi kendi temellerinde değil, âdeta bir yargıç konumu takınarak ele alınmakta, bir aktüalite konusuymuş gibi, hattâ zaman zaman bir dedikodu üslûbunda tartışılmaktadır.
Bu tür yaklaşım ve tavırlar, Abdülhamid Han idaresini ibretlerle dolu bir tarih dilimi olarak ele almayı da zorlaştırmaktadır. Oysa bu münasebet, hem Osmanlı Devleti'nin yıkılış sürecini hem de son asırlarda ortaya çıkan İslâmî hareketleri ve hadis-i şeriflerde Mehdiyet-Mesihiyet olarak adlandırılan Âhir Zaman'daki İslâmî dirilişi anlamada anahtar konuma sahip hususlardandır ve öncelikle Hz. Bediüzzaman ile Abdülhamid Han'ın konumları açısından ele alınmalıdır.
Abdülhamid, yıkılmakta olan bir devletin en sorumlu ve en yetkilisidir; elbette yıkılmakta olan devletini bir yandan korumaya çalışırken, öte yandan ona sıhhatini bulması için yeni bir mecra da açmak mevkiindedir ve bunun farkındadır. Fakat önceliği, devletini yıkılmaktan korumaktır. Dolayısıyla ileriye hareketini 'muhafazakârlığı' tayin etmekte ve şekillendirmektedir. Oysa bilâhare gelişen hadiselerin ortaya koyduğu üzere, zaman küllî bir tecdit ve baştan başa yeniden inşa zamanıdır ve bu tecdit de, inşa da Osmanlı Devleti'nin enkazı üzerinde mümkün değildir. Ve Abdülhamid Han, ne küllî manâda bir müceddittir ne de yeni bir dirilişin bânîsidir. Bundan dolayı, devletini korumaya çalışırken onun sıhhatini de bulması adına meselâ eğitimdeki faaliyetleri, teşebbüsleri, hem kendisinin hem devletin aleyhine işlemiştir; çünkü Abdülhamid'in idaresine son veren, devleti de yıkıma götüren, o eğitim ve eğitim müesseselerinin ürettiği kişiler olmuştur. Yine aynı sebepledir ki, Abdülhamid, medreselerin, tekyelerin âdeta ölmüş halini gerektiği gibi görememiş ve onların tam canlanması için herhangi bir plan geliştirmemiştir. Bütün bunlar, Abdülhamid'i asla küçültmez; onu tenkidi gerektirmez, çünkü o, bütün iyi niyetiyle kapasitesini, konumunu, mevkiini sonuna kadar kullanmıştır.
Hz. Bediüzzaman, Abdülhamid gibi halin değil, bütünüyle geleceğin insanıdır; temellerinden yepyeni bir inşaın fikir-beyin ve ruh mimarıdır. Aynı zamanda, iman ve düşünce planında bu geleceğin bütün ayrıntılarıyla vazıı ve tam temsilcisi, onun teferruatında prensip koyucu, şahsî hayatı itibariyle geleceğin temellerini bütün sağlamlığıyla atan insandır. Onun 'Eski Said' diye adlandırdığı dönemde sonuna gelmiş bulunan Abdülhamid idaresine karşı tavrı, her bakımdan yeninin ve geleceğin yıkılmakta olan bir geçmişe ve sonuna gelmiş olan hale tavrıdır. Bu dönemde o, geleceğin inşaı, mevcut siyasî temellerin ıslahı ile olabilir mi diye düşünmüş ama hadiseler, bunun imkânsızlığını kendisine bilfiil göstermiştir. O bakımdan da, 'Yeni Said' dediği dönemde bu inşa hareketine tamamen düşünce ve iman temelleri üzerinde başlamış ve Abdülhamid idaresine bu döneminin penceresinden bakışı, 'Eski Said' dönemindekinden biraz farklı olmuştur. 'Üçüncü Said' dediği dönemde ise bu bakış, 'Birinci' ve 'İkinci Said' dönemindeki bakışının ortası olarak değerlendirilebilir.
Yani, Hz. Bediüzzaman ile Abdülhamid Han münasebeti misyonlar münasebetidir. Misyon farklılıklarının sebep olduğu farklı tavırları, Kur'an-ı Kerim'de peygamberler arasında, meselâ Hz. İbrahim-Hz. İsa ile Hz. Nuh-Hz. Musa farklılığında da görürüz. Bu hususun iyi anlaşılması, mezhep ve meşrep konusunu, bunların gerekliliğini ve aralarındaki zarurî farkları, sahabe arasında savaşlara kadar giden bazı anlaşmazlıkları, nihayet bazılarının anlamadan tartıştığı Fethullah Gülen Hocaefendi'deki 1994 yazına kadar ve bundan sonraki bazı yaklaşım farklılıklarını da gerektiği gibi anlamanın anahtarı olacaktır.
Bu tür yaklaşım ve tavırlar, Abdülhamid Han idaresini ibretlerle dolu bir tarih dilimi olarak ele almayı da zorlaştırmaktadır. Oysa bu münasebet, hem Osmanlı Devleti'nin yıkılış sürecini hem de son asırlarda ortaya çıkan İslâmî hareketleri ve hadis-i şeriflerde Mehdiyet-Mesihiyet olarak adlandırılan Âhir Zaman'daki İslâmî dirilişi anlamada anahtar konuma sahip hususlardandır ve öncelikle Hz. Bediüzzaman ile Abdülhamid Han'ın konumları açısından ele alınmalıdır.
Abdülhamid, yıkılmakta olan bir devletin en sorumlu ve en yetkilisidir; elbette yıkılmakta olan devletini bir yandan korumaya çalışırken, öte yandan ona sıhhatini bulması için yeni bir mecra da açmak mevkiindedir ve bunun farkındadır. Fakat önceliği, devletini yıkılmaktan korumaktır. Dolayısıyla ileriye hareketini 'muhafazakârlığı' tayin etmekte ve şekillendirmektedir. Oysa bilâhare gelişen hadiselerin ortaya koyduğu üzere, zaman küllî bir tecdit ve baştan başa yeniden inşa zamanıdır ve bu tecdit de, inşa da Osmanlı Devleti'nin enkazı üzerinde mümkün değildir. Ve Abdülhamid Han, ne küllî manâda bir müceddittir ne de yeni bir dirilişin bânîsidir. Bundan dolayı, devletini korumaya çalışırken onun sıhhatini de bulması adına meselâ eğitimdeki faaliyetleri, teşebbüsleri, hem kendisinin hem devletin aleyhine işlemiştir; çünkü Abdülhamid'in idaresine son veren, devleti de yıkıma götüren, o eğitim ve eğitim müesseselerinin ürettiği kişiler olmuştur. Yine aynı sebepledir ki, Abdülhamid, medreselerin, tekyelerin âdeta ölmüş halini gerektiği gibi görememiş ve onların tam canlanması için herhangi bir plan geliştirmemiştir. Bütün bunlar, Abdülhamid'i asla küçültmez; onu tenkidi gerektirmez, çünkü o, bütün iyi niyetiyle kapasitesini, konumunu, mevkiini sonuna kadar kullanmıştır.
Hz. Bediüzzaman, Abdülhamid gibi halin değil, bütünüyle geleceğin insanıdır; temellerinden yepyeni bir inşaın fikir-beyin ve ruh mimarıdır. Aynı zamanda, iman ve düşünce planında bu geleceğin bütün ayrıntılarıyla vazıı ve tam temsilcisi, onun teferruatında prensip koyucu, şahsî hayatı itibariyle geleceğin temellerini bütün sağlamlığıyla atan insandır. Onun 'Eski Said' diye adlandırdığı dönemde sonuna gelmiş bulunan Abdülhamid idaresine karşı tavrı, her bakımdan yeninin ve geleceğin yıkılmakta olan bir geçmişe ve sonuna gelmiş olan hale tavrıdır. Bu dönemde o, geleceğin inşaı, mevcut siyasî temellerin ıslahı ile olabilir mi diye düşünmüş ama hadiseler, bunun imkânsızlığını kendisine bilfiil göstermiştir. O bakımdan da, 'Yeni Said' dediği dönemde bu inşa hareketine tamamen düşünce ve iman temelleri üzerinde başlamış ve Abdülhamid idaresine bu döneminin penceresinden bakışı, 'Eski Said' dönemindekinden biraz farklı olmuştur. 'Üçüncü Said' dediği dönemde ise bu bakış, 'Birinci' ve 'İkinci Said' dönemindeki bakışının ortası olarak değerlendirilebilir.
Yani, Hz. Bediüzzaman ile Abdülhamid Han münasebeti misyonlar münasebetidir. Misyon farklılıklarının sebep olduğu farklı tavırları, Kur'an-ı Kerim'de peygamberler arasında, meselâ Hz. İbrahim-Hz. İsa ile Hz. Nuh-Hz. Musa farklılığında da görürüz. Bu hususun iyi anlaşılması, mezhep ve meşrep konusunu, bunların gerekliliğini ve aralarındaki zarurî farkları, sahabe arasında savaşlara kadar giden bazı anlaşmazlıkları, nihayet bazılarının anlamadan tartıştığı Fethullah Gülen Hocaefendi'deki 1994 yazına kadar ve bundan sonraki bazı yaklaşım farklılıklarını da gerektiği gibi anlamanın anahtarı olacaktır.
Bu Yayına Yorum Yapın