Hocaefendi'yi doğru anlamak-2 16.02.2009 Ali Ünal
Herhangi bir mesele, hadise, özellikle kendisini hayatıyla ortaya koymuş şahısların sözleri ve davranışları hakkında bir sonuca varabilmek için, iyi niyet ve hüsnüzan taşıma, garaz, kin, haset ve önyargıdan uzak bulunma ve âdil olma gibi aslî-ahlâkî şartların yanı sıra, önce söz konusu mesele, hadise, söz veya davranışın tam olarak bilinmesi, sonra onun arka zemininin, onu kuşatan bütün unsurların, 'kim, niçin, ne zaman, hangi şartlarda, hangi makamda ve ne maksatla?' sorularına tam cevap verebilecek ölçüde kavranmış olması gerekir.
Aksi halde, zanna dayalı ve bilmeden hüküm verme cürmü işlenmiş olur ki, bundan kulak, göz ve kalb mesul olup, sorguya çekilecektir. (İsrâ/17: 36)
Bediüzzaman Hz.'nin üzerinde çok durulması gereken bir tesbiti de şudur: 'Peygamber Efendimiz'in (sas) en büyük mucizelerinden biri, İslâm'ı İlâhî İsimlerin bütün tecellilerini içine alacak şekilde nihaî sınırlarına taşıması ve bu sınırlar içinde dengeyi tam muhafaza etmesidir.' Bu müthiş gerçek, üzerinde durulan herhangi bir mevzuun 'efradını câmî, ağyarını mânî' olarak bilinmesi gibi, onun İslâm'ın nihaî sınırları veya külliyeti içindeki cüz'i, yani kendine has yerini de tam tesbit etmeyi gerektirir. Bütün bunlar da, İslâmî ilimlerde tam bir usûl bilgisi ve Din'de tefakkuh, yani 'fıkıh' sahibi olmayı, Din'i ve dinî gerçeklerin özünü kavramış olmayı icap ettirir.
Bu çerçevede, meselâ Kur'an-ı Kerim, bir açıdan hem baştanbaşa muhkem (Hûd/11: 1), hem baştanbaşa müteşabih (Zümer/39: 23) olduğu gibi, bir diğer açıdan, onun bazı âyetleri muhkem, bazıları müteşabihtir. (Âl-i İmran/3: 7) Müteşabih, bir manâsıyla, muhterem Suat Yıldırım Bey'in fevkalâde teşbihiyle, bir ışığın prizmadaki yansımaları gibi, bir ve aynı gerçeğin farklı zaman, mekân, şahıs ve şartlara göre yansımasına benzetilebilir. Bunun en açık bir misalini, Peygamber Efendimiz'in (sas) farklı zamanlarda, farklı kişiler tarafından kendisine sorulan 'En hayırlı amel hangisidir?' sorusuna, soruyu soran kişiye, sorduğu zamana, şartlara, o zaman ve şartlardaki dinî önceliklere göre farklı cevaplar vermesinde görürüz. Yine bu gerçekle kısmen alâkalı bir diğer husus olarak, öyle şartlar olur ki, genelde daha az önemli bir hüküm, daha çok önemli olanın önüne geçebilir. Meselâ, oruç, İslâm'ın beş şartındandır. Cihadın savaş boyutu öyle olmadığı halde, savaşa çıkmak gerektiğinde Ramazan'da da olunsa oruç açılır ve sonra kaza edilir. Yine, hükümler, çok defa hikmetle karıştırılan illetleriyle manâ ve muhtevasını bulur. Meselâ, zekâtın harcanma yerlerinden olan 'Allah'ın yolu' Kur'an'da mutlak ifade edildiği halde, Hanefîler, o dönemin şartlarında bunu cihadla sınırlamışlardır; fakat günümüz şartları, o dönemin şartları değildir. Zekâtın bir diğer harcanma yeri olarak, Peygamber Efendimiz hayatta iken iki kişiye müellefe-i kulûbdan pay vermiş, fakat onları müellefe-i kulûba dahil eden şartlar daha sonra ortadan kalktığı için Hz. Ömer efendimiz (ra), o iki kişiye artık bu payı vermemiştir. Bediüzzaman Hz.'nin yine muhteşem bir tesbitiyle, Kur'an-ı Kerim, amel-i salihi mutlak zikreder, tek tek salih amelleri saymaz. Öyle olur ki, bir şart, makam, yer ve şahıs için salih amel olan, başka zaman, şart ve makamda tersi olur. Meselâ, bir idarecinin makamındaki ciddiyeti salih ameldir; ama aynı ciddiyeti evinde gösterse bu, kibir olur.
Ayrıca, doğrular bir üst maksada, temel ve aslî doğruya hizmet etmelidir. Bu, meselâ 'Her söylenen doğru olmalı ama her doğruyu söylemek gibi, bir doğruyu her yerde uluorta söylemek de, hem hakkımız değildir, hem doğru değildir.' kaidesine vücut vermiştir. Aksi halde, doğrular, çok büyük yanlışlara ve tahriplere alet edilmiş olur.
Bunlar ve bunlar gibi gerçekler çok iyi bilinmiş olsaydı, son zamanlarda tarihselcilik gibi safsatalar da ortaya atılmamış olurdu. Ama bütün bunlar, manâ ve muhtevalarını İslâmî bir pratikte ortaya koyar ve böyle bir pratiği olanların sözleri ve hareketleri, hem bütün bunlar ve benzeri gerçekler, hem de o pratik çok iyi kavranarak değerlendirilmelidir.
Zaman
Aksi halde, zanna dayalı ve bilmeden hüküm verme cürmü işlenmiş olur ki, bundan kulak, göz ve kalb mesul olup, sorguya çekilecektir. (İsrâ/17: 36)
Bediüzzaman Hz.'nin üzerinde çok durulması gereken bir tesbiti de şudur: 'Peygamber Efendimiz'in (sas) en büyük mucizelerinden biri, İslâm'ı İlâhî İsimlerin bütün tecellilerini içine alacak şekilde nihaî sınırlarına taşıması ve bu sınırlar içinde dengeyi tam muhafaza etmesidir.' Bu müthiş gerçek, üzerinde durulan herhangi bir mevzuun 'efradını câmî, ağyarını mânî' olarak bilinmesi gibi, onun İslâm'ın nihaî sınırları veya külliyeti içindeki cüz'i, yani kendine has yerini de tam tesbit etmeyi gerektirir. Bütün bunlar da, İslâmî ilimlerde tam bir usûl bilgisi ve Din'de tefakkuh, yani 'fıkıh' sahibi olmayı, Din'i ve dinî gerçeklerin özünü kavramış olmayı icap ettirir.
Bu çerçevede, meselâ Kur'an-ı Kerim, bir açıdan hem baştanbaşa muhkem (Hûd/11: 1), hem baştanbaşa müteşabih (Zümer/39: 23) olduğu gibi, bir diğer açıdan, onun bazı âyetleri muhkem, bazıları müteşabihtir. (Âl-i İmran/3: 7) Müteşabih, bir manâsıyla, muhterem Suat Yıldırım Bey'in fevkalâde teşbihiyle, bir ışığın prizmadaki yansımaları gibi, bir ve aynı gerçeğin farklı zaman, mekân, şahıs ve şartlara göre yansımasına benzetilebilir. Bunun en açık bir misalini, Peygamber Efendimiz'in (sas) farklı zamanlarda, farklı kişiler tarafından kendisine sorulan 'En hayırlı amel hangisidir?' sorusuna, soruyu soran kişiye, sorduğu zamana, şartlara, o zaman ve şartlardaki dinî önceliklere göre farklı cevaplar vermesinde görürüz. Yine bu gerçekle kısmen alâkalı bir diğer husus olarak, öyle şartlar olur ki, genelde daha az önemli bir hüküm, daha çok önemli olanın önüne geçebilir. Meselâ, oruç, İslâm'ın beş şartındandır. Cihadın savaş boyutu öyle olmadığı halde, savaşa çıkmak gerektiğinde Ramazan'da da olunsa oruç açılır ve sonra kaza edilir. Yine, hükümler, çok defa hikmetle karıştırılan illetleriyle manâ ve muhtevasını bulur. Meselâ, zekâtın harcanma yerlerinden olan 'Allah'ın yolu' Kur'an'da mutlak ifade edildiği halde, Hanefîler, o dönemin şartlarında bunu cihadla sınırlamışlardır; fakat günümüz şartları, o dönemin şartları değildir. Zekâtın bir diğer harcanma yeri olarak, Peygamber Efendimiz hayatta iken iki kişiye müellefe-i kulûbdan pay vermiş, fakat onları müellefe-i kulûba dahil eden şartlar daha sonra ortadan kalktığı için Hz. Ömer efendimiz (ra), o iki kişiye artık bu payı vermemiştir. Bediüzzaman Hz.'nin yine muhteşem bir tesbitiyle, Kur'an-ı Kerim, amel-i salihi mutlak zikreder, tek tek salih amelleri saymaz. Öyle olur ki, bir şart, makam, yer ve şahıs için salih amel olan, başka zaman, şart ve makamda tersi olur. Meselâ, bir idarecinin makamındaki ciddiyeti salih ameldir; ama aynı ciddiyeti evinde gösterse bu, kibir olur.
Ayrıca, doğrular bir üst maksada, temel ve aslî doğruya hizmet etmelidir. Bu, meselâ 'Her söylenen doğru olmalı ama her doğruyu söylemek gibi, bir doğruyu her yerde uluorta söylemek de, hem hakkımız değildir, hem doğru değildir.' kaidesine vücut vermiştir. Aksi halde, doğrular, çok büyük yanlışlara ve tahriplere alet edilmiş olur.
Bunlar ve bunlar gibi gerçekler çok iyi bilinmiş olsaydı, son zamanlarda tarihselcilik gibi safsatalar da ortaya atılmamış olurdu. Ama bütün bunlar, manâ ve muhtevalarını İslâmî bir pratikte ortaya koyar ve böyle bir pratiği olanların sözleri ve hareketleri, hem bütün bunlar ve benzeri gerçekler, hem de o pratik çok iyi kavranarak değerlendirilmelidir.
Zaman
Bu Yayına Yorum Yapın