AHMET BOZKUŞ: ”İyi günde dostunun nasihatlerini susturursan kötü günde düşmanın küfrünü çok duyarsın.”


Engin Sezen, The Circle

Ahmet Bozkuş, The Circle mülakatları serisine dahil etmek istediğim bir isimdi. Sağolsun civanmertlikle teklifimizi kabul etti. Dikkat çeken, yenilikçi, arayışçı ve biraz da isyankar kişiliğiydi!

Ahmet Bey’le iki üç yıl önce tanışmıştık, Kanada’da. Torontoluların iyi bildiği Mustafa’nın yerinde, kendisine eşlik eden bir diğer misafir sanatçı dostumuzla birlikte yemek yedik!

Ahmet Bey konuşmayı seven biri…Hoş ve sıcak bir sohbet olmuştu Toronto’nun o soğuk Mart akşamında.

Malum şartlardan dolayı, o şimdi maaile Almanya’da yaşıyor…

Dil öğreniyor, yad ellerde ayakları üzerinde durmaya çalışıyor.

İstikbale dair umut dolu. ‘Bir gün Almanca bir şeyler yapmanın hayallerini kuruyor.’ ‘Sonunda boğulmak da olsa Ahmet Bey o sularda yüzmek istiyor’

Süreç’te, özellikle Youtube’taki çalışmaları ile dikkat çekti. Zaten medya dünyasından gelen sanatçı bir kişiliği vardı. Ekmeğini yine aynı yerlerde arıyor. YouTube münbit bir mecra. Fırsatlar alemi.

Gurbet şartlarında, bir şeyler yapabilmek için adeta çırpınıyor. Eğitim programlarından, dini içerikli programlara, mizaha ve siyasete kadar, handiyse hayatın bütün şubelerini kapsayacak geniş bir alanda yürütüyor etkinliklerini. Mizahta yeni karekter denemeleri yapıyor, cesur çıkışları var, netameli mevzulara dokunmaktan imtina etmiyor. Meselesini sanatkarane anlatıyor. Bugünlerde yaptığı hizmeti, ileride daha iyi anlaşılacaklardan…

Malum, mizahçının sermayesi dil’dir. Ahmet Bey de temiz bir Türkçe’yle zengin ve renkli bir konuşma diliyle anlatıyor öyküsünü. Hizmet Hareketi içinde, milennial’ların kulağına göre konuşabilen, gençlerle temas kurabilen nadir seslerden. Bugün, gençlere hitap etmeyen mizah uzun ömürlü olmaz.

İmamoğlu, imamhatipli, yenilikçi bir sanatçı o. YouTube’ta kendi ‘community’sini inşa ediyor. Markalaşmaya doğru yürüyor. Zamanla ‘kendi mahallesi’nin sınırlarının dışına çıkıp da daha farklı kesimlere sesini duyurabileceğine inanıyorum. Comfort zone’unun dışına çıkacak, yeni bir dil yaratacak. Kendi deyimiyle, ‘küçük yaşlardan itibaren üzerinde hissettiği sosyal sansür mekanizmaları’nın sınırlayıcılığından kurtarabilecek kendisini…ve daha özgür, daha özgün olacak. Ki Süreç’in en büyük fevaidinden biridir bu, bir fanusun, bir social bubble’ın içinden çıkıp da kendi istisnai beceri ve yeteneklerinin farkına varmak. O da Ramazan programcısı imajının dışına çıkıp, mizahıyla, nüktesiyle, tahkiyesiyle çok farklı toplum kesimlerine duyurabilecek sesini…

Ahmet Bey için YouTube’da bir gelecek var. Zamanla mizahını Almanya’nın dili ve kültürüyle de zenginleştirerek, kendisi için daha geniş dünyalara açılabileceği yeni mecralar bulacağında , yeni angajmanlara girişeceğinde kuşku yok!  Bu meyanda kendisinin işine yarayacağını düşündüğüm bir kitap tavsiyem var: Robert Kyncl ve Maany Peyvan’ın birlikte kaleme aldıkları Streampunks: YouTube and the Rebels Remaking Media. Bu yeni kitap’ta popüler YouTubers’ların başarı hikayeleri, nasıl başladıkları ve şimdiki yere nasıl geldiklerinin hikayeleri var.

İçinde yetiştiği Cemaat’le ilgili de çok net gözlemleri, eleştirileri ve önerileri var. Aşağıdaki mülakatı okuduğunuzda göreceğiniz gibi, gelecekte de bu vadide daha çok cümleler kuracak.

Ahmet Bey, YouTube’taki çalışmalarını beğenerek izliyoruz.

Sa’ye şevkiniz meşkur, yolunuz açık olsun!

Bize bir Ahmet Bozkuş portresi çizer misiniz?

“Aslen asabi, tercihen sempatik, şeklen kültürlü, mecburen duygusal…”

Böyle başlıyordu yıllar önce radyo programımın tanıtımı. Yıllar geçtikçe insanın kendini tanıma ve tanıtma cümleleri de değişiyor. Toroslarda bir köyde doğmuş büyümüş bir memur çocuğuyum. Çocukluğum buğday sıcağı ve portakal soğuğu arasında geçti. Ortalamanın biraz üstünde bir öğrenciydim galiba. Pek bir gayret göstermeden gittiğim üniversiteden, hiçbir gayret göstermeden mezun oldum. Birkaç yıllık öğretmenlikten sonra on yıl kadar radyo, tiyatro, televizyon, kalem, kitap işleriyle uğraştım. Adana, Diyarbakır, Bingöl, Ankara, İstanbul ve şimdi de Almanya. Hiç uzun planlar yapmadım, hep bir sonraki basamağı düşündüm. Şimdi dönüp geriye bakınca ilginç bir güzergah çizmişim. Oldukça yalnızım ve seviyorum bu hali. Sık sık tükenen sonra birden, bir yerlerden çıkıp gelen umudum var. Evli ve iki çocuk babasıyım.

Nasıl bir sosyal çevrede yetişti bu ‘asabi adam’?

Şimdilerde cilası dökülmüş bir tamlama olan “Anadolu İnsanı” neyi kast ediyorsa o özelliklere sahip insanların içinde büyüdüm diyebilirim. Rahmetli dedelerim iyi adamlardı. Birisinin tek kötü huyu tütünü sevmesiydi, diğerininki öfkesi… Ama ben onları bile çok özledim. Babam, emekli bir imam. Ben ve pek çok arkadaşım din adına ne öğrendiysek babamın emeğidir. Evet, pedagojik yönü zayıftı ve bunun için onu suçlayamam, ama gayreti ve hassasiyeti için minnettarım babama.

İmam Hatip’te okudum. En derin yaralarımı orada almışım, şimdilerde fark ediyorum. Dinden, imandan, peygamberden bahseden mutsuz ve merhametsiz öğretmenler… Bugünkü ülke fotoğrafının tam içindeydik biz yirmi beş yıl önce. Belki de bu sayede biraz daha kolay anlayabildim bu toplumsal çürümeyi. 28 Şubat’tan da nasibini alan bir öğrenciyim. Katsayı engelini biliyorsunuz işte. Babamla okul okul gezmiştik, o engeli aşabilmek için. Abim ve birçok arkadaşım o yıkımın altında kaldı ne yazık ki.

“İmamın oğlu” olmak zordur bizim oralarda. Gülseniz dert, gülmeseniz dert… Saçınıza da karışırlar kıyafetinize de. Toplumsal bir sansür mekanizması vardı anlayacağınız. Oralardan çıkıp tiyatroyla, sanatla uğraşmak benim için uzak bir hayaldi lise yıllarında. Nasıl olduysa başardım işte…

Aileniz?

Ailem, güzel bir aile… Babam eğitime çok önem verdi. Sağolsun üç kardeşi aynı anda, tek bir memur maaşıyla okuttu. Annem, okuyabilseymiş çok başarılı olurmuş eminim ama kız çocuğu işte… Biz köyde okumayalım daha iyi bir eğitim alabilelim diye dedemin yanında ilçede kaldık. Çocukluk hatıralarımda hep dedem vardır ve çok özel bir yere sahiptir. Çocukluğumda yaşadığım neredeyse her şey için şükrediyorum. Varlığı da gördüm yokluğu da… Yevmiye usulü tarlada çalıştık, pamuk topladık…

Ben babamdan ve dedelerimden en çok “ahlak ve haram-helal” üzerine nasihatler duyduğumu hatırlıyorum. Ve kendileri de öyle yaşadılar. Biz de öyle yaşarız inşallah.

Üniversite yıllarınız?

Üniversiteye gittiğim yılları düşününce çok da net kararlarım olmadığını görüyorum. Hayalimde tiyatro, sinema vardı ama buna dair en küçük bir bilgim bile yoktu. Ve hayatın gerçekleri öğretmenliği daha tercih edilebilir hale getiriyordu. Diyarbakır’da Türkçe Öğretmenliği okudum. Diyarbakır, dershanedeki rehber hocamın özel ricasıydı. İyi ki de gitmişim. Kafamdaki ırkçılık kırıntılarından kurtuldum bu sayede. Üniversite öğrenciliğim hiç parlak değildi. Alttan ders almadığım bir dönemim bile yok. Derslerinde uyuduğum hocalarımdan bir kez daha özür diliyorum.

Ben öğretmenliği, öğretmenlik yaparken öğrendim. Ama işte aklımın bir kenarında hep tiyatro, radyo, televizyon vardı. Yerel radyolarda bazı denemelerim de oldu ama Diyarbakır’da ne kadar olabilirse… Sonra bizim arkadaşlarla “dar dairede” tiyatroya benzer şeyler yaptık. Büyük başarıydı bizim için. Şimdi bakınca yine aynı kanaatteyim. Üniversite yıllarımın bütün aksiyonu Hizmet’in içinde geçti. Futbol turnuvaları, geziler, organizasyonlar… Hatta dergi denemelerimiz de olmuştu.

Diyar-ı Bekir’li yıllarınızdan biraz daha söz eder misiniz?

Bir sene de öğretmenlik, beş senem geçti Diyarbakır’da. İyi ki gitmişim, kalmışım, yaşamışım. Zor zamanlara denk geldi öğrenciliğim. Türkiye’de ne yaşanıyorsa Diyarbakır onu iki misli hisseder her zaman. Terör olayları, faili meçhuller, Hizbullah belası…

Mesela; Gaffar Okkan suikasti staj yaptığım okulla aynı caddede oldu. Yarım saatlik bir farkla önce geçmişim oradan. Bir akşam bir otelde havai fişek gösterisi yapılıyormuş, hepimiz çatışma var zannetmiştik. Çok ağır bir psikoloji. Kimbilir insanlar ne travmalar yaşadılar yıllarca ve şimdi neler yaşanıyor oralarda? Ulu Cami avlusunda uzun uzun otururdum. Sultanahmet’i değil de orayı özlüyorum. Yirmi yedi sahabenin kabrinin olduğu Hz. Süleyman Camiine gider, susardım.

Tahir Elçi’nin katledildiği Dört Ayaklı Minare uğrak yerimizdi hep. “Dostum” dediğim birçok insan Diyarbakır’ın hediyesidir bana. Çok mert insanlar tanıdım. Yıllarca kırılmış, incitilmiş, paramparça edilmiş hayallerine, heveslerine, heyecanlarına rağmen memleketi için alınteri döken aslan gibi adamlar tanıdım. Birisi çok yakın zamanda hapishanede kalp krizi geçirip vefat eden Yahya Abi’ydi. Ruhu şad olsun…

Evet, Yahya Abinin vefatını duyduk. Çok müteessir olduk, Allah rahmet eylesin, ailesine, sevenlerine sabr-ı cemil niyaz ediyoruz. Bize biraz tanıdığınız Diyarbakırlı Yahya Abiyi anlatır mısınız?

Yahya Abi, hepimizin hayatının bir döneminde karşılaştığı insanlardan birisiydi. İnsandı… Ekmek parası için çalışma idealinin üzerine bir de memleketi için güzel gelecek hayali ekleyip öğrencilere “Ağabeylik” yaptı. Diyarbakır’da küçük bir şarküteri işletiyordu. Bizim kaldığımız öğrenci evi onun himayesindeydi. Öğrenci evlerinin en büyük ihtiyacı olan kahvaltılık malzeme sıkıntısı çekmedik hiç. Bize sağladığı en büyük destek bu değildi elbette. Dağ gibi durmak nedir, bunu yaşayarak gösterdi. Ulaşılabilir, dertleşilebilir bir adamdı. Bizim dönemimizden önce ve sonra da kol kanat gerdiği nice öğrenci olmuştur. Bundan dünya adına hiçbir menfaati olmadı. Zaten uzak olduğu menfaat lekesinden, bir cezaevinde “sahip çıkamadığı insanların derdiyle” kalp krizi geçirip, göçüp gitti bu dünyadan. Bu anlattıklarım karanlık ülkenin, kara mahkemelerinde aleyhinde delil olarak kullanılabilir ama ben, ötelerin mahkemesi için şahitliğim kayıt altına alınsın isterim. Hem Yahya Abi hem de ona çok benzeyen on binlerce asil insan için…

Hizmet’le tanışmanız?

Hizmet’le tanışmam çok erken zamanlarda, ortaokul birinci sınıfta olmuştu. Benim Hizmet’i tanımam ise çok daha sonra oldu. Bir evde kalmak, bir yurtta yaşamak, bir kurumda görev yapmak değilmiş Hizmet’te olmak. Lise yıllarımda Milli Gençlik Vakfı’nda takılan, Refah Partisi mitinglerinde amigoluk yapan bir genç olarak Hizmet’e dair bol ünlem işaretli sorularım vardı. Çok fazla eleştiriyordum o zamanlar. Şimdi de vazgeçmedim eleştirmekten tabii. O zamanki eleştirilerimin tamamı önyargılı, anlama gayretinden uzak, kulaktan dolma rivayetlerle şişirilmiş isabetsiz şeylerdi. Bunu Hizmet’i tanıyınca anladım ama epey zaman aldı açıkçası. Hizmet’e dair kafamdaki duvarları yıkan insanlar dershane öğretmenlerimdi. Zaten Hizmet’in en sempatik, sıcak, samimi ve ikna edici yanı da burasıydı. Fedakarlığı, “fedakarlık yapıyorum şu anda” diye düşünmeden yapan öğretmenler…

Milli Gençlik’ten Hizmet’e bir geçiş…

Aynı anda hem MGV’ye gidiyordum hem de Hizmet’in dershanesine. Bizim ilçenin en iyi dershanesi orasıydı çünkü. İki tarafı da görme, tanıma, analiz etme fırsatım oldu bu sayede. Biraz fazla soru soran bir genç olarak kendime alan da açıyordum tabii. İki temel fark vardı gördüğüm. MGV’de hep kendini bir düşmana göre konumlandırma vardı. Dünyayı değiştirme planları, adil düzene kavuşma hayalleri hep büyük bir düşmana karşı verilen mücadele şeklinde anlatılıyordu. Ve elbette bunu yaparken ülkedeki diğer dini toplulukların yetersizlikleri, hataları, zayıf tarafları anlatılarak “bunu bizden başkası başaramaz” deniyordu.

Dershanedeki öğretmenler ise daha mütevazı hayaller kuruyordu. Başarılı ve iyi insanlar olmaktan ibaretti hedefleri ve onlardan herhangi bir grup hakkında olumsuz bir şey duymadım. Terazinin diğer kefesine bir kötüyü koyduğunuz zaman kendinizi kusursuz zannedebiliyorsunuz. Halbuki sizin bir kötüye alternatif olmak gibi bir idealiniz olmamalı. Kendinizi tanıtırken “onlar gibi olmamak” üzerinden ilerleyince sonuç hüsran oluyor. Bunları görerek bir tercih yaptım. Pişman değilim.

Çalışma hayatına nasıl başladınız?

Üniversiteden hemen sonra Diyarbakır’da dershanede öğretmenliğe başladım. Kısa sürede biraz fazla yer değiştirdim. Galiba idarecilerim tarafından idare edilmesi zor bir öğretmen olarak görülüyordum. Bir yıl kadar da Bingöl’de görev yaptım. Çok iyi bir öğretmen değildim doğrusu. Yani bana Hizmet’i sevdiren öğretmenlerim gibi olamadım. Bunda kafamda başka hayaller olmasının da etkisi vardı muhakkak. Ve nihayet bir yolunu bulup Dünya Radyo’ya geçtim. Hem radyoculuk hem de tiyatro oyunculuğu yapma fırsatı buldum. Kolay bir geçiş değildi. Sefaletin dibini gördüğüm zamanlardı ama sabrettim. Dünya Radyo’nun yeri benim için bambaşkadır. Ne yazık ki alenen yanlış bir kararla kapatılana kadar devam etti oradaki serüvenim. Bu arada Samanyolu’nda sunuculuk ve oyunculuk da yaptım. Ramazan programları malumunuz zaten. Medya grubunun kapısına kilit vurulana kadar yayın yapmayı sürdürdük Burç FM’de. Ve hepimizin gözünün önünde gerçekleşen olaylarla sona erdi o hikaye.

Hepimizin gözleri önünde Samanyolu TV, Burç FM resmen ve hile ile, hatta tekbir ve kelime-i şehadetlerle gasp edildi. Bir de bu işgal olayının canlı tanığı olarak sizden dinlesek bunu?

Uzun hikaye…

Kısacası şu: Ülkesini seven insanlardık, biraz fazla sevmişiz. Ülkemiz ve dünya için düşlediğimiz güzellikleri gerçekleştirmenin kısa ve kolay bir yolunu bulduğumuzu zannedip, heyecanlanıp birilerinin peşine takıldık, hata etmişiz. Yolun uzun ve meşakkatli olması taşıdığımız yükün değerindenmiş. Yavaş yürümeli, yolu incitmemeli, selamet ve sükunetle gitmeliymişiz. Yolu kısaltalım derken hem biz yorulmuşuz, yıpranmışız hem de o değerli yüke zarar vermişiz. Peşine düştüklerimiz, bizi bir pusuya düşürmüş, çok geç fark etmişiz. Ve şimdi bin bir emekle dokuduğumuz kilime benzin döküp yaktılar. Kaldığımız yerden devam etme şansımız da yok. Yeniden başlamalıyız, ilmek ilmek. Eskinin güzel motiflerini kullanıp, hatalı desenlerden vazgeçerek… Kilim dokumanın zarafetten ve sabırdan başka yolu yok. Öyle işte…

Evet, her dem yeniden doğarız ruhuyla, teceddüt ruhuyla çalışmak, çabalamak çok hayati. Siz ‘yeniden başlamalıyız’ derken ne kasdediyorusunuz?

Bir pusuya çekildiğimiz aşikar. Yaralandık, yorgun düştük, yıkıldık. Evvela bunu kabul etmek zorundayız. “Yıkılmadım, ayaktayım!” tarzı arabesk söylemler alkış toplasa da tedavi için bir faydası yok. Kullandığımız araca, aynı yönde ve aynı istikamete gittiğimizi hatta bizim rehberliğïmizde yol aldığını zannettiğimiz dev bir tır, bilerek, isteyerek, ezip yok etme kastıyla gelip arkadan çarptı. Hem de öyle bir yerde ve zamanda çarptı ki yapayalnız yakalandık, kaza süsü verme ihtiyacı bile duymadı. Olayı görenlerin çok büyük bir kısmı sekizde sekiz bizi hatalı kabul etti. Bizim otobanda geri geri giderek ona çarptığımızı söyledi hatta. Kimi buna gerçekten inandı, kimi bizi sevmediği için inanmış rolü yaptı. Şimdi aracı tamire çekeceğiz ama kendimizi de bir yoklamamız lazım. Takip mesafesini koruduk mu, korumadık mı? Aynaları kontrol ettik mi, etmedik mi? Aracın tedbir sensörleri ne durumdaydı? Hızımız doğru muydu? Yolun kaderi bu muydu, yoksa biz mi bu hale getirdik? Tamam, kabul ediyorum, tırın niyeti kötüymüş ama hasarı azaltabilirmişiz sanki. Yeniden başlamalıyız ama bu eskiyi tamamen reddederek olmamalı. Sormalıyız kendimize: “Hizmet’in sempatik yanları nelerdi, hangi aksiyonlar insanları Hizmet’e yaklaştırdı? Hangi tercihler bizi sevimsiz ve kibirli gösterdi?” Tırın içindekiler bizim aleyhimize şahitler bulurken büyük bir hazla eski yaraları kullandılar. Şimdi yeniden başlamalıyız çünkü enkazı kaldırmadan bina inşa edilmez. Sağlam kalmış birkaç sütuna, birkaç duvara güvenip üzerine yük bindirirsek onları da kaybedebiliriz. Eskinin iyilerini, güzellerini dikkatle ayırıp kirden, tozdan, lekeden yeni keşfettiğimiz iyiler ve güzellerle harmanlamalıyız. O zaman bu şerden, bir hayır çıkabilir ortaya.

Genç yaşlarda Hizmet’le tanıştınız. Siz Hizmet’i nasıl tanımlıyorsunuz?

Hizmet bir orkestra. Doğunun ve batının sazlarının birlikte çaldığı, çok sesli, çok dilli, çok kültürlü bir orkestra. Kalitesiz eserler icra etmeye hakkı olmayan, türküyü de operayı da hak ettikleri şekilde icra eden bir orkestra. Son derece uyumlu, düzenli ama tek kişilik performansların ve solo taksimlerin de yapılabildiği ve bu sebeple hiçbir sanatçının mikrofonunun kapatılmadığı özgür bir orkestra. Bir gün dağılsa, her biri bir yere gitse, konser salonu bulamasa bile tek başına aynı zarafet ve ustalıkla şarkılar söyleyebilecek kalitede solistlerin oluşturduğu bir orkestra. “Bütün sazlar aynı olsun, hepsinden aynı ses çıksın, az olsun bizim olsun, kötü çalıyor ama olsun bizim arkadaşımız…” zehrinden korunması gereken bir orkestra. “Piyasaya göre şarkılar yapalım, çok satsın, kaliteden taviz verelim de daha popüler olalım…” çukurundan uzak olması gereken bir orkestra.

Önündeki nota sehpasına ne konursa konsun çalan değil, mantık süzgecinden geçirip, ölçüp biçip ondan sonra ne yapması gerekiyorsa onu yapacak sorgulama kabiliyetine sahip müzisyenlerden müteşekkil bir orkestra. Orkestranın şefiyle irtibatı kesilse bile ölçüsü, metronomu, bestesi belli o kıymetli repertuvarı çok rahat çalabilecek özgüvene sahip müzisyenlerin orkestrası. Bu benim tanımım, hayalim ve ümidim. “Böyle olsa ne güzel olurdu.” dediğim bir orkestra Hizmet…

Orkestra özgün bir anoloji oldu. Bu orkestranın şimdiki hali nasıl?

Şimdi akort zamanı. İstesek de istemesek de orkestra detone oldu. Sesinin kısılmasını isteyenlerin sinsi manevralarına karşı zekice stratejiler geliştiremedi. Tanımı yaptığım uzun paragrafta tırnak içinde kullandığım kısımlarla imtihan oldu orkestra. Yani Hizmet’in kendi ilkeleriyle bir sınavı var. Yersiz ve zamansız düetler yaptı başka orkestralarla. Bu bir dönem için anlaşılır bir durum olabilir ama o düetler o kadar uzun sürmemeliydi. Onlara benzemeye, kötü şarkılara ses vermeye, iyi sesleri duymamaya başladı. Hatta bu son kullanma tarihi geçmiş sahne birlikteliğini “yakılan ağıtları ve yalnız ah seslerini” duyurmamak için bir kamuflaj olarak kullandı bed sesli, art niyetli orkestralar.

Hizmet Orkestrası o maskeli sahneden çok daha erken ayrılmalıydı. Şimdi kime baksanız sesli ya da sessiz bu geç kalmışlığın pişmanlığını söylüyor. Yani; şu anda maruz kaldığı haksız muamele olsa da olmasa da akort edilmesi gereken yerleri vardı. Orkestranın içine sızmış olan kötü niyetli şahıslar, saf ama beceriksiz şahısları da dahil ettikleri bir “ses boğma” planında ne yazık ki büyük ölçüde başarılı oldular. Yalnız şunu özellikle belirtmek gerek; bu orkestranın gücü, kalabalık olmasından değil, tek başına da olsa iyi olan ve her durumda iyi kalan fertlerinden geliyor. Sesinin etkileyiciliğini kalabalık bir saz grubuna, geri vokallere, bilgisayar efektlerine borçlu olmayan; yalnız başına, bir caddede, çıplak sesle şarkı söylese bile kaliteden ve asaletten ödün vermeyen solistleri var Hizmet’in. Bunu yeniden keşfetmek, asil insanlara alan açmak, eskinin cızırtılarından, dip seslerinden kurtulmak zamanı şimdi.

Orkestra’nın detone olduğu konusunda ‘içeriden’ çok sayıda kişi de sizinle aynı fikirde. Bu eleştirel sesler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Buna orkestra teşbihiyle cevap vermeyeceğim.

Şu ana kadar yazılmış eleştirel ve eleştirenleri eleştiren her yazıyı okudum diyebilirim. Bu, bir yaşam belirtisi. Son derece normal ve lüzumlu bulduğum bir refleks. Geç bile kalındığı kanaatindeyim.

Burada temel problem bu tartışmaların nereye gittiği ve neye dönüştüğü. Kodlarında eleştiri ve tenkitin neredeyse hiç bulunmadığı bir hareket olan Hizmet’in bu basamağı aşması oldukça sancılı oluyor. Özellikle şu an haksız bir şekilde içinde bulunduğu karanlık koridorda daha da körleşen bir düğüm görüyorum. Umudumu kaybetmenin kıyısındayım.

Şu bir gerçek ki; hareketin mensupların çok büyük bir kısmının hatta tamamına yakınının eleştirileri var. Kimisi bunu yüksek sesle, herkesin görüp duyabileceği yollarla dile getiriyor. Kimisi “Şimdi vakti değil, hele şu badireyi atlatalım sonra uzun uzun konuşuruz.” diyor. Kimisi ise buna hiç gerek olmadığını düşünüyor. Bunların hepsini doğal karşılıyorum. Burada başımıza bela olacak ya da herkese aşina gelecek haliyle yazayım “musibeti ikileştirecek” olan kritik eşik “niyet sorgulaması” peşine düşmek.

Siz ne düşünüyorsunuz?

Benim eleştiri konusuna bakışım şu: Geç kalındı ama hala o kadar da geç değil. Düne kadar eleştiri kültürümüz olsaydı ama başımıza gelen kötülüklerden dolayı “eleştiriye şimdilik ara verelim” denseydi, hak verirdim. Lakin hareketin en şaaşalı zamanında “projeyi eleştirmek” suçundan(!) işsiz bırakılmış bir insan olarak bunun çok uzağında olduğumuzu söylemek zorundayım.

Eleştirilerin tamamen haklı, doğru ve isabetli olması zorunluluğu da yok. Eğer isabetsiz bir eleştiri varsa çıkar cevap hakkınızı kullanır, doğrusunu söyler, konuyu açıklığa kavuşturursunuz. Fazla savunmacı olmak şüpheleri çoğaltmaktan başka işe yaramaz.

Eleştirilemeyecek hiç kimse yok. Herhangi bir insanı eleştiri geçirmez bir zırhın içine sokmak ona yapılacak en büyük kötülüktür. Bir süre sonra o zırhın, hareket kabiliyetini, insani imajını bitirmeye başladığını görebiliriz. Verecek cevabınız varsa eleştiriden korkmanıza da hiç gerek yok. Siz cevap verdikçe, eleştirilerin yelkeninize rüzgar olduğunu göreceksiniz.

Hizmet, uluslararası bir iyilik hareketi değil de bir aşiret tarikatı filan olsaydı zaten bunları hiç tartışmazdık. Hizmet’in misyonu ve vizyonu ile doğrudan alakası olan bir ihtiyaç, eleştiri. Gidip muhatabına söylemek, ulu orta yerde konuşmamak, kolun kırılıp yenin içinde kalması, böyle bir hareket için şu zamandan sonra söz konusu bile olamaz. Dünyanın 170 ülkesinde vizyona girecek bir sinema filmi çekeceksiniz ama film hakkında yazmak isteyen sinema eleştirmenlerine “bunu dar dairede konuşalım” diyeceksiniz. O zaman bu işi yapmamanız gerekiyor.

Eleştirileri, Hizmet’e yapılan zulümden ayrı ele almamız lazım. Eleştiri iyi günde de kötü günde de devam etmesi gereken bir bağışıklık sistemi. Bir kere masum insanlara zulmeden hayvandan aşağı gürühun herhangi bir ahlaki ve vicdani alt seviyesinin olmadığını hepimiz biliyoruz. Sayısı yüzbinleri bulan asil insanların bu zalim muameleyi asla hak etmediğini de biliyoruz. Dolayısıyla Hizmet’in değerinin ölçüleceği terazinin diğer kefesinde bu alçaklar değil Hizmet’in idealleri var.

“İdeallerimiz neydi biz bunun neresindeyiz?” sorusunun muhataplarıyız. Bugün bu zulme maruz kaldığımız için Hizmet’e kucak açan ülkeler Hizmet’i daha yakından tanımak isteyecekler ve beraberinde sorular, meraklı insanlar ve anlama gayretiyle kapımızı çalanlar ortaya çıkacak. Onlara da “bizim çocuklara” dediğimiz şeyleri mi söyleyeceğiz yoksa evrensel insani değerler terasizine uygun bir imaj mı oluşturacağız?

İki cümle var, ayrılmak zorunda kaldığımız topraklara gömmemiz gereken: Üzerine betonu belediyeler döker zaten. Birisi “Abilerin bir bildiği var!” diğeri de “Bilmediğiniz şeyler var!” Özgür düşüncenin kafasını kıran, bireysel gayretin önüne set olan, şahısları kutsallaştıran, tembelliği meşrulaştıran, fikir üretimini sıfırlayan, itiraz mekanizmasını asla çalıştırmayan bu iki pranga cümlesi sonsuza kadar uzaklaşmalı dilimizden ve beynimizden.

Başımıza gelen bu fırtınayı doğru yönetir, dümene ehil kaptanları geçirir, yelkenlerimizi güçlendirirsek gemi batmaktan kurtulacağı gibi güzel günlerin tatlı esintilerinde gidemeyeceğimiz kadar çok mesafe alırız. Bu arada gemimiz de temizlenmiş olur.

Az önce ‘umudumu kaybetmenin kıyısındayım’ dediniz. Bunu biraz daha açabilir misiniz lütfen?

Yepyeni bir kapı açacağı, bir nevi kan yenilemesi yapacağı heyecanına kapıldığım bir kıpırdanmaydı bu eleştiri rüzgarı. Lakin şu anda geldiğimiz noktada eleştirinin tartışmaya, tartışmanın kör dövüşüne dönüştüğünü görüyorum. İthamların, hakaretlerin, yaftalamaların ve hatta linç girişimlerinin arasından güneşi görmeye çalışıyoruz. Bu yoktu Hizmet’in idealleri arasında.

Belki de sinir harbinde başarısız bir insan olduğum için manzara bana daha karamsar görünüyordur. Şuna inanıyorum; ne eleştirel yazılar yazan insanlar ne de idare makamında bulunanlar başarabilir bu yenilenmeyi. Hizmet’in istikametine sesini duyamadığımız on binler karar verecek. Bünyeye uymayan bir anlayış varsa ve bünyenin sinir uçları bunu hissetmiyorsa uzaktan telkinlerle yol alınamaz. Değişim, dönüşüm ve hatta bir rönesans olmasını ancak bugüne kadar en büyük yükü sırtlanmış ve şimdi en büyük sıkıntıyı çeken insanlar sağlayabilir. Akademik yazılar yazamazlar belki… Ya da ilmi sohbet yapmayı da bilmezler ama dünün yanlışlarından kurtulmanın yolu onların iradelerinden geçiyor.

Bir Avrupa ülkesinde yukarıdan gelen, kanuna, akla ve mantığa aykırı bir talebi, istişare meclisinde tartışıp geri çeviren insanlara söylenen cümle neden umutsuzluğun kıyısında olduğumu açıklamaya yeter: “Bundan sonra Hizmet’in sevap halkasından mahrumsunuz!” Bugüne kadar çok gariplik gördüm ama bu, çıtayı çok yükseltti.

Hani istişare sınırlı akıl ve sınırlı düşünceye sınırsızlık kazandırmanın en iyi yoluydu! Bütün aynalar aynı yöne bakınca nasıl bir sınırsızlık, sonsuzluk oluşabilir? Aynalar karşı karşıya durursa oluşur sonsuzluk. Sırf benim karşımda duruyor diye, aynayı kırmak, siyaha boyamak nasıl bir zihniyet?

Umudumu tamamen kaybetmememi sağlayan şey ise bu garipliğin muhatabı olan insanların inatla, sabırla ve ısrarla “şahıslara takılmama” gayretleri…

Yaşadığımız bunca olaydan sonra uzun zaman önce yazdığım bir cümle geldi aklıma: “İyi günde dostunun nasihatlerini susturursan kötü günde düşmanın küfrünü çok duyarsın.”

Cemaat’le ilgili sizin somut eleştirileriniz var mı?

Harekete dair somut eleştirilerim var ama bundan önce kendime dair daha somut eleştirilerim var:

Kendimi tanıtan birinci kimliğim “bir topluluğa mensubiyet” olmamalıydı. Şahsi olarak özgür ve özgün bir yolum olmalıydı. İçeride on birim değerim varsa dışarıda da en azından yedi birim değerim olmalıydı.

Gördüğüm yanlışları ne pahasına olursa olsun yüksek sesle söylemeliydim. Hiç mi söylemedim? Söyledim ama “aman Hizmet’imize zarar gelmesin” diye kısık sesle söyledim. Yanlış yapmışım, asıl zarar veren buymuş.

Rezzak olan Allah varken geçim derdi endişesiyle burnu dağlarla yarışan mübarek(!) insanların insafına bırakmamalıydım emeğimi.

En az bir yabancı dili çok iyi konuşabilmeliydim. Anlatacak bunca dert varken söyleyecek bir lisanım olmaması kahrediyor beni.

Hareket en büyük yanlışı farklı alanlarda söz söyleyince milyonlara ulaşabilecek insanlar yetiştirmeyerek yaptı. Bir niyetlenip de başaramama durumu değil bu, tam aksine bir defans söz konusuydu.

Hizmet, kendi evinden çıkan insanlara kolay kolay alan açmayıp, büyük çoğunluğu ölü yatırım olan şahıslara sınırsız kredi verdi. Şimdi en ağır küfürleri edenleri bir listelersek ne dediğim gayet iyi anlaşılır.

Bugün zulmü kendi tarzıyla anlatabilecek, anlattığında dünyaya duyurabilecek bu hareketten yetişmiş beş insan sayabilir miyiz?

Akp’yi desteklemek suç değil. Dönem itibariyle de çok haklı gerekçeler vardı. Hatta Hizmet insanlarının çok büyük bir kısmı kendi kararıyla destekledi Akp’yi, buna ben de dahil. Burada problem olan bu desteğin sandıkla kalmayıp bir propagandaya dönüşmesiydi. Geçen onca yılda sağlam, yerinde ve akılda kalan kaç eleştiri sayabiliriz Hizmet medyasında Akp’ye yönelik? Zaten bu konuda herkes hemfikir görünüyor. Yukarıda da bahsettiğim gibi geç kalınmış bir ayrılık var ve bu büyük bir pişmanlık sebebi. Keşke dershane krizinden ve 17-25 Aralık’tan çok daha önce ilkeler ve prensipler üzerinden çok kaliteli bir şekilde yolları ayırabilseydi Hizmet. Gezi olayları, Mavi Marmara veya Uludere katliamı… Bunlar önemli kırılma noktalarıydı.

Beraber pozların verildiği o dönemde Hareket’in geneline bir İslamcılık virüsü bulaştı. Kendi kendine hareket alanını daralttı Hizmet. Öyle bir haldi ki bu; sanki soba dumanından zehirlenen bir insan gibi harika bir uyku, rahat bir yatak ve gittikçe gevşeyen kaslar… Her şeyin çok güzel gittiği zannına kapılan ama zehirlendiğini anladığında artık çok geç olan bir insan. Pencereyi açabilse, biraz oksijen alabilse hayata dönecek ama artık sinir sistemi, kaslar, takat bitmiş. İşte tam bu hale düşecekken eşkıyanın birisi geldi, evi başına yıkmak istedi bu insanın ve bir anda kırılan pencerelerden içeri temiz hava girdi, hayata döndü insan. “Yaşamak bu değilmiş!” dedi kendi kendine…

Acıyan canımızı, özgürlüğünden mahkum dostlarımızı, alt üst olan hayatımızı, hayatları son bulan mazlumları kalbimin kanayan tarafına emanet edip diyorum ki: “Biz bu zulmü hak etmedik ama bizi hayata döndüren şey bu acı oldu.”

“İstişare cemaati” olduğunu sık sık vurgulayan Hizmet’in hakkıyla yapılmış istişare sayısı, toplam istişare sayısının yüzde onu bile değildir.

Bunda teferruata girmek istemiyorum çünkü saatlerce süren o toplantıları düşününce bunalıyorum.

Hizmet’e yapılan eleştirilerin büyük kısmı “insanın sisteme etkisi” nedeniyle ortaya çıkan problemlere dair. Bu kadar geniş bir alana yayılmış, gönüllülerinin sayısı milyona ulaşmış bir hareketin insan etkisini çok aşağılara düşürecek bir sisteme ihtiyacı var. Ve bu ihtiyaç 15 Temmuz sonrasında değil çok daha öncesinde ortaya çıkmış haldeydi. Nasıl bir sistem oluşturulması gerektiğini aşağı yukarı herkes biliyor.

Beni en çok üzen durumsa çeyrek asırlık yurtdışı tecrübesine rağmen karşı karşıya kaldığımız bu dağınıklık, bu strateji üretememe, bu sele kapılıp gitme hali. Tamam kabul ediyorum kötüler çok kötü ama iyiler de bu kadar darmadağın olamazlar. “Şeytanın bin bir hilesi varsa müminin de feraseti vardır.” sözünü buraya bırakıyorum, belki bir şeyler hatırlatır bize.

Yurtdışındasınız. Yeni bir dil, yeni bir kültür. Yeni bir tarz-ı hayat. Yepyeni başlangıçlar. Kendinizle ilgili nasıl bir gelecek öngörüyorsunuz? Daha spesifik olarak, bu yeni ülke ve kültürde nasıl bir sanat geleceği?

Bir gün Almanca bir şeyler yapmanın hayalini kuruyorum. Lakin bu hayal ne kadar gerçekçi derseniz, pek ümitli değilim. Almanca öğrenmeyi bir mecburiyet değil de bu zamanın bir fırsatı olarak görüyorum. İnşallah bundan Almanca’nın da haberi vardır 🙂 Asıl hedefim bana kucak açan Almanya’ya vefa borcumu ödeyecek kadar Almanca öğrendikten sonra tamamen İngilizce’ye yönelmek. Kullandığım dil, yaptığım işin hedef kitlesini milyonlardan milyarlara taşıyabiliyor. Türkçe elbette bir kenara atılacak değil, ama şu anda Türkçe ile sınırlı kalmanın mutsuzluğunu yaşıyorum. Ve bu yüzden sık sık her şeyden vazgeçiyorum. Türkçe ile ulaşabileceğim insanlar derin vadilerle bölünmüş halde. Söylenenin hakikat olmasına değil söyleyenin kimliğine bakılıyor ve bu, bir süre sonra enerjnizi tükenme noktasına getiriyor. Kabul edelim ki, bunda benim de payım var. Kendimi dar bir alana sıkıştırdım, ne de olsa yetiyor, diye düşündüm. Üç adım geri gidip açıyı genişletebilir, daha büyük bir manzara görebilirdim. Yine de zararın neresinden dönersek kardır, deyip kendimizi teselli edelim.

Ben, meşhur bir insan değilim. İnsanların “gözünün bir yerden ısırdığı” biriyim. Tanıyanlar genellikle Ramazan programlarından tanıyor. Ramazan programları yaparken büyük bir hata yaptığım kanaatindeyim uzun zamandır. Benim fazla duygusal bir yapım var. Hislerime hakim olamam pek. Bunu izleyen herkes bilir. Lakin ekrana ve sahneye bunu taşımamalıydım. Rol yapmadım, o hikayeleri anlatan bendim ama kendimi iyi hissetmediğim bir yere gitti bu. Sonra fark ettim ki buna engel olmanın tek yolu duygusal işler yapmamak. Çünkü Bir süredir kendimle savaş halindeyim bu yüzden.

Sahneye ilk çıkışım, radyo programlarım hep mizah temelliydi. Günlük hayatta da hep bu pencereden bakarım. Geride kalan zamanda mizah üzerine iyi işler yapamamış olmak üzücü. Birkaç kez Mustafa Sarıtaş’la Samanyolu TV’de böyle girişimlerimiz oldu ama “STV’de komedi programı yapmayı düşünmeniz bile oldukça komik!” dedi birisi, öyle kaldı maalesef. Şimdi geçmişe takılıp kalıp, arabeske bağlamaya gerek yok. Önümüzdeki maçlara bakalım.

Mizah üzerine daha çok eğilip, farklı projeler geliştirip, sadece bir mahalleye değil aynı hakikat etrafında bir araya gelebileceğimiz herkese hitap eden işler yapmak istiyorum. Bunun için en uygun mecra da şu anda Youtube. Orada bir yıldır düzenli olarak programlar yapıp, farklı temalarda videolar hazırlıyorum. Yaptığım amatör işleri değer verip izleyen hatta küçük maddi desteklerle yol arkadaşlığı yapan herkese minnettarım. En önemli teşekkürü de “İyilerin küsmeye hakkı yok.” diyerek adım atmamızı sağlayan Hakan Zafer’e göndermeliyim.

Zor bir zamandayız, eski imkanlar ve insanlar yok. Yollar dar. Yollar bu kadar darken, eski günlerde olduğu gibi kol kola girip yanyana yürüyelim demek çok mantıklı değil. Uçurumun kenarında bir patikada, çalılıkların içinde gitmeye çalışıyoruz. Yolun bu kısmında tek tek ilerlemek daha akıllıca. Medya konusuna bakışım budur. Yarın şartlar değişir, imkanlar oluşur, o zaman özgür ve özgün arkadaşlarla oturur konuşuruz.

Bu keyifli mülakatımızı bitirmeden kısa kısa sorularım olacak.

Meriç?

Kıyısına gidip sesim kısılana kadar bağırmak istiyorum. Sitem mi, isyan mı? Nefes borumla akciğerimin birleştiği yerde beliriyor bazen, nefesim ciğerime varamıyor.

Fethullah Gülen?

Yalnız bir kaptan, duygusal bir cerrah.

Kitaplar?

Kitaptan daha çok hayat hikayeleri araştırıyorum bu aralar. Farklı zamanlarda, farklı memleketlerde zulme boğun eğmemiş sanatçı, yazar, aydın veya gariban vatandaş… Onlardan ilham almaya, onların hikayelerinden esinlenmeye çalışıyorum. Bir de şu an cezaevinde olan Ahmet Turan Alkan, Ahmet Altan gibi delikanlıların kitaplarını okuyorum. Onlarda bir cevher var…

Türkiye?

Sanki bir gemideyim ve gittikçe uzaklaştığım bir kara parçası orası. Rüzgarların yönü değişir ve bir gün yine gitmek nasip olursa ziyaret edeceğim birkaç mezar, hasretle sarılacağım insanlar ve çocuklarıma anlatacağım bir hikaye var. Fazla kalmadan geri döneceğim ama…

Hatırı kalmasın, Toygun Bey’i de soralım. Nasıl, keyfi yerinde mi Alamanya’da?

Şimdilerde İzmir Marşı ve Çavbella öğreniyor. Olur da siyasi atmosfer değişirse dolandırıcılık için yeni yollar bulması gerekecek ama şimdilik iğrenç sesiyle berbat ilahiler söyleyip ailesini hayattan bezdiriyor. Şeyhi için besteler yapmaya devam edecekmiş, bir de takkesini değiştirmeyi düşünüyormuş.

Selam söyleyin bizden de.

Süreç’te kırgınlıklarınız var mı?

Hissettiklerimi ifade etmek için kırgınlık kelimesi kifayetsiz. Kızgınlık, öfke, isyan geziniyor yazdığım cümlelerde. Hele bir masumlar özgürlüklerine kavuşsun sonrası kolay…

Son olarak?

Bana kalırsa herkes birbiriyle röportaj yapmalı. Bu bir terapi yöntemi olarak kullanılabilir. Teşekkür ederim…


Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.