YİNE AYNI ŞEY OLACAK (YILBAŞI) | Ahmet Selim

Binlerce yıl tartışsak, şu yılbaşı gerçeğinin üzerinde belli uzlaşmalar sağlamamız mümkün değil. Şimdiye kadar herhalde 20’den fazla yılbaşı yazısı yazmışımdır. Okuduklarımın sayısını tahmin edemem… Ama değişen bir şey yok.



Daha doğrusu sürüklenme şartları dışında değişen bir şey yok.

“Hangi takvimi kullanırsan kullan, yeni yıl bir realitedir; hayırlı güzel temennilerle eğlenip kutlanmak niçin kötü olsun?” denilir. Buna karşı, “benzeşme” itirazı belirtilir…

Mesele o değil ki.

Asıl mesele; şahsiyetli, seviyeli, tutarlı, istikametli olabilmektir; bunun tatminkâr bir bütünlük örneği halinde, fert ve toplum olarak, gelişme çabalarımızın sonucu halinde yaşanabilmesidir. Yıllarıyla günleriyle zaman akıp gidecek. Sen nasıl yaşıyor, nereye gidiyorsun? Hangi amacın peşindesin, hangi ölçülerin sahibisin, eğlenmekten sevinçten, mutluluktan, sevgiden, hayattan anladığın nedir? Bunlar sadece, yılbaşında yıl sonunda düşünülecek şeyler değil ki! Hayatımızın binbir türlü olayında, çizgisinde, meselesinde nasıl bir seviye ve karakter yapısı sergiliyoruz acaba? Ailemiz, işimiz, sorumluluklarımız, ilişkilerimiz, dostluklarımız, duygularımız, düşüncelerimiz, nasıl bir manzara ortaya koyuyor? Niçin varız, nasıl ve ne kadar varız? Hangi dengeyle yaşıyoruz?

Asıl mesele bu.

Bir televizyon programında Okan Bayülgen ile Ahmet Uğurlu’yu görünce “ne konuşacak bunlar?” diye önce bir öfkelendim ama, sonunda mahcup oldum! İkisi de fevkalade konuştular. “Bizim televizyon kanalları diğer ülkelerdekinden daha kaliteli! Onların hayatları kaliteli, bizim televizyonlarımız. Bizimkiler yaşayamadıkları ve yaşayamayacakları hayatı ekranda seyrederek ömür tüketiyor. Onlar kendi hayatlarını, ekrana takılmadan yaşayabiliyor. Özel televizyonlar yaptı bunu; ve toplumu bozdular, aşındırdılar.” Bu sözleri onlardan duymak gerçekten şaşırtıcıydı. Çelişkilerin gitgide derinleşip çatallaştığı bir sürüklenme ortamında, kavramların kifayetsiz kalması tabiîdir. Hele bizim gibi, “dil bunalımı” içinde kıvranan bir toplumda, çağın medeniyet krizini anlayıp kendi durumunun ve özel şartlarının mukayeseli bir değerlendirmesini yaparak bir çıkış yolu bulabilmek; yorumlaya yorumlaya ve sürekli bir özen dikkatiyle düşüne düşüne, hem direnerek hem hamle yaparak bir mutluluk dengesi kurmak, bir büyük zafer kazanmak gibidir. Nasıl başaracak bunu çocuklarımız, gençlerimiz, torunlarımız?

Yıl nasılsa başı da sonu da öyle olur. Yılbaşıları ben, hep bir ters itiraf gürültüsü olarak algılamışımdır. “Eskisini böyle yaşadık, yenisini öyle yaşayacağız.” Nasıl? Kendimizi aldatarak. Kutlayalım, eğlenelim, sevinelim, mutluluklar dileyelim, sevgilerle, heyecanlarla coşalım! Bir gecenin (öyle bile olsa) hoşluğundan böyle bir sonuç elde edilebileceğini sanmak, her şeyi bir tarafa bırakın, sadece bu mantığıyla bile, trajikomik bir saçmalıktır.

Orhan Pamuk “Hüzünlü bir şehir İstanbul” diyor. Beğendim bu sözünü. Bir yaşa varmış olanlar için öyledir; her şehirden daha fazla öyledir. Çünkü İstanbul değiştirilerek, bozularak yok edilememenin izlerini, hatıralarını, her şeye rağmen çok fazla barındıran bir şehir. Herkesten daha fazla yara almış ama hâlâ herkesten fazla kendini yansıtabiliyor. Tabii ki bu müthiş çelişkinin arka planında kopkoyu hüzün gölgeleri olacak. Yılbaşının ışıklarıyla, sesleriyle, renkleriyle o gölgeler giderilemiyor, daha da acıklı bir hal alıyor.

28.12.2003
Blogger tarafından desteklenmektedir.