NE ACAYİP HAL (YILBAŞI) | Ahmet Selim

Mecazî terör diye bir olgu var bizim hayatımızda. Çok bahsetmişimdir, örneklemişimdir… Yılbaşı hazırlıkları ve kutlamaları da bunlardan biri.



Yılın sonlarına doğru hep bir ürküntü yerleşir yüreğime. “Şu bir bitse de, kurtulsak” demişimdir hep.

Alışverişler, medya pompaları, hazırlıklar; ne oluyor, ne olacak? Batı’da bile bu çeşit bir ilginin bu derece yaygın biçimde var olduğunu sanmıyorum. Hele şimdi özel televizyon kanallarının da çoğalmasıyla bu iş iyice çığırından çıktı.

Bazıları diyor ki: “Eskiden daha çok vardı, şimdi azaldı.”

Eskiden vardı da, ne kadar, nasıl vardı? Neresi azaldı?

Yılbaşına doğru çarşı-pazar dalgalanır mıydı eskiden? Mahallelerde sokağa taşan bir şey görülür müydü? Hele o gece, patlamaların, nümayişlerin yeri göğü istila etmesi şeklinde bir hal yaşanır mıydı? “Aman bir atlatsak!” ürküntüsü duyulur muydu?

Çocukluğumda, mahalleden, okuldan, hiçbir arkadaşımın evinde yılbaşı hazırlığı yapıldığını duymadım. Yapılsaydı duyardık. Yapılanlar kaçamak şeylerden ibaretti ve çok sınırlıydı.

Bugünkü halini andıran manasıyla yılbaşını ilk defa Levent semtinin sokaklarında göze çarpan (bir gün sonraki) kalıntı manzaralarında müşahede ettim. Bizim semtlerde (ki asıl İstanbul oralarıydı) yılbaşı falan yoktu. Şimdi bütün sokaklar benzeşti, farklılıklar daire sınırları içine sıkıştı. Bilhassa son 10-15 yılda…

Şartlar çok ağır, ciddi bir geçim sıkıntısı yaşanıyor. Buna da itiraz edileceğini “eskiden daha fakirdi” denileceğini biliyorum. Dekor değişti ve parlaklaştı. Ama o değişen dekor içindeki sıkıntılar daha da arttı. Mukayeseyi bu esasa göre yapmak lazım.

Öte yandan, çeşitli bunalım sebepleri var. Dünyada bir Bosna faciası yaşanıyor. Düşünülecek çok sarp meselelerin içindeyiz. Ama “yılbaşı” bazılarına bunların hepsini unutturuyor! Bir rüya mı görülmek isteniyor, bir kaçış yolu mu aranıyor, uyuşmaktan mı medet umuluyor, kendi kendini aldatmak mı haz veriyor, nedir?

Bir yılın tamamlanması, insanı düşünceye sevk etmelidir. Nasıl geçti bu bir yıl? Gelecek yıla nasıl başlıyoruz? İnsan fıtratı, zamanın akışına böyle bakacak bir yapıdadır. Normali budur.

Güneş batarken birinin “yaşasın, güneş battı” diyerek, oynamaya, zıplamaya, kahkaha atmaya başladığını görseniz nasıl karşılarsınız?! Yıl biterken aynı şeyleri yapanların hali bundan farklı mıdır?

Otur, düşün be mübarek adam! Ömründen bir yıl daha gitti. Ne yaptın bu yılda, neler başına geldi, nereye gidiyorsun? Kimler kaldı geride? Sen bundan sonra ne yapacaksın? Bu hayatın manası ne? Sen o manaya uygun mu yaşıyorsun? Yanındakiler, etrafındakiler, nasıl yaşıyor? Sorumluluğun, mutluluğun icapları nedir?

Bir kızcağız köprüden atlamış. Annesi ağlıyor ve şunları söylüyor: “Büyük stres içindeydi. Üniversiteyi kazanma yarışı için baskı yapıyoruz. Son anda ‘boşver’ desek bile faydası olmuyor. Yapılmış şartlandırma altında buna hakkı olmadığını düşünüyor…”

Yüreği sancılı. “At yarışı sistemi” ile çocukları bunalıma sürüklemenin adına “eğitim” diyoruz. Çocuklarımıza zulmediyoruz.

Yılbaşı geliyor; vur patlasın, çal oynasın!

Bosna’da yaşayan çileli bir kızımızın mektubunu okudular… Yüreğinizin parçalanmaması, gözlerinizin yaşarmaması mümkün değil. Bu mektupta anlatılanlar, televizyon ekranlarına her gün yansıyor.

Sonra? Sonra yılbaşı!

Çok dramatik bir hal içindeyiz. Ve bence bu hal, bu tavır; meselelerin en önemlisi. Çünkü hassasiyet varsa; umut her durumda vardır, her mesele bir gün çözülebilir. Ama hassasiyet kaybolmuşsa, hangi meseleyi kim çözecektir? Cem Boyner mi çözecek?

… Ülkemizde de, dünyada da en kritik merhale yaşanıyor.

İnsanlık 20. yüzyıla büyük ümitlerle girmişti. J. M. Roberts’ın deyişiyle “Liberal bir medeniyet ve idealizm” devri başlıyordu. Fizikteki buluşlar, hürleşme ve manevîleşme yönünde inkişaflar yaşanacağını düşündürüyordu… Fakat hiç öyle olmadı ve en büyük vahşetler o asırda yaşandı. Ancak 2. Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra insanlık biraz nefes almaya başladı; fakat komünizmin de çökmesine rağmen Batı medeniyeti adam olmadı. “İhanet medeniyeti” olmaktan vazgeçmedi.

20. yüzyıla büyük ümitlerle girerlerken, Salisbury bizim için “ölmüş ülke” diyordu. Almak istediği netice de, görmek istediği de buydu. Bunların yaşatacağı umuttan ne olurdu? 21. yüzyıla Batıcılık aşkına aynı kalıplar içinde bakmak durumuna düşmemeliyiz. (Yine temas edeceğim)

28.12.1994-ZAMAN
Blogger tarafından desteklenmektedir.