Bahane ve Mazeret Zamanı Değil! - Fikret Kaplan
Hicretin üzerinden büyük ve ağır mücadelelerle dolu altı yıl
geçmişti. Hem muhacirler hem de Ensar, Kâbe'yi ziyaret özlemiyle yanıp
tutuşuyorlardı.
Nihayet, Allah Resulü
(sallallâhu aleyhi ve sellem) 1400 sahabeyle birlikte Mekke'ye doğru
hareket etti. Niyetlerinin barış olduğunu göstermek için yanlarına yolcu
kılıcı denilen kılıçtan başka silah almamışlardı.
Peygamber
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hudeybiye’ye varınca
amaçlarını izah etsin diye Hz. Osman'ı Mekke’ye elçi olarak gönderdi.
Fakat, bir müddet sonra Hz. Osman'ın müşrikler tarafından şehid edildiği haberini duyunca, son derece müteessir oldu.
"Madem böyle, bu kavimle çarpışmadıkça, buradan kesinlikle ayrılmayacağız." buyurdu.
Zaten
yapılabilecek başka bir şey de kalmamıştı. Sulh tekliflerine
yanaşmadıkları gibi, kendilerine gönderilen elçiyi de şehid etmişlerdi.
Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem):
"Allahü Teâla, bana biât yapılmasını emretti!" diye seslendi.
Hâtemü'l-Enbiyâ
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), daha sonra Rıdvan Ağacı olarak
adlandırılacak olan Semüre ağacı altında durdu. Müslümanlar da teker
teker, çarpışmaktan yüz çevirmeyeceklerine, Allah ve Resûlü yolunda
canlarını fedâ edinceye kadar mücadele edeceklerine dair biât ettiler.
Bu bîattan bir tek kişi kaçındı: Cedd bin Kays.
Develerin
arasına saklandı. Kimse görmez zannetti. Canı ve arkada bıraktığı
ailesi, malı mülkü elini kolunu bağlamış, bu büyük fırsatı kaçırmıştı.
Üstelik tavrı, üslubu suçlayıcı mahiyetteydi. Bir peygamber nasıl olurda
(haşa) bu sonucu görmez de beş yüz kilometre yol yürütürdü insanları.
Halbuki, Cenâb-ı Hak, bu biâtta bulunan Müslümanlardan razı ve memnun olduğunu Kur'ân-ı Kerim'de şöyle beyân edecekti:
"And
olsun ki, (Hudeybiye’de) o ağacın altında sana bîat eden mü'minlerden
Allah râzı oldu. Kalplerinde olanı bildiği için Allah onların üzerine
sükûnet ve emniyet indirdi ve onları yakın bir fetihle mükâfatlandırdı.
Elde edecekleri pek çok ganimetleri de onlara nasip etti. Çünkü Allah'ın
kudreti her şeye galiptir ve hikmeti her şeyi kuşatır." (Fetih,
48/18-19)
Resûl-i Ekrem Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadislerinde:
"Ağaç
altında gerçekten bîat edenlerden hiçbiri cehenneme girmeyecektir."
(Müsned, 3, 350) buyurarak, bu bîatta bulunan Müslümanların faziletini
açıkça beyan etmişlerdir.
Evet, Allah (cc), o mü'minlerden razı olurken, kendini akıllı zanneden biri bundan mahrum olmuştu.
Yine,
Cedd bin Kays, sıcaklık, kuraklık, uzaklık ve düşman ordusunun gücü
gibi unsurların iyice zorlaştırdığı Tebük Seferi’nden de sıyrılmayı
kendince başarmıştı. Kendini, çoluk çocuğunu, evini barkını güven altına
aldıktan sonra çok da öyle mücadeleye gerek olmadığını düşünüyordu. Bir
iki ortada gözükür ve bu da yeterliydi işte.
Oysa,
Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehaya), bu seferin çok çetin bir imtihan
olacağı mülahazasıyla hareket etmişti. Güçlüsüyle zayıfıyla bütün
Müslümanları açıktan mücadeleye davet etmiş ve inananlar arasında umumî
seferberlik havasının yayılmasını sağlamıştı. O, bir yandan "Allahım, şu
bir avuç İslâm toplumunun yok olmasına fırsat verirsen, artık
yeryüzünde Sana ibadet eden kalmayacak!" diyerek Mevlâ-yı Müteâl'e içini
dökmüş, O'nun havl ve kuvvetine sığınmış; diğer taraftan da, bütün
mü'minleri mallarıyla ve canlarıyla teşvik etmiş, zafer için gereken
sebepleri yerine getirmişti.
Tebük hazırlıkları
sırasında, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in
teşvikleri üzerine tarihte eşine az rastlanabilecek fedakârlık örnekleri
sergilenmişti. Zenginiyle fakiriyle topyekün Ashab-ı Kiram yeryüzündeki
bu bir avuç Müslümana yardım için koşmuşlardı. "Aileme Allah'ı ve
Rasûlü'nü bıraktım" diyen Hazreti Ebu Bekir malının tamamını bu uğurda
vermiş. Onu hayranlıkla seyreden Hazreti Ömer ve Abdurrahman b. Avf gibi
önde gelenler mallarının yarısını verirken, diğer sahabîler de
servetlerinin büyük bir bölümünü ortaya koymuşlardı.
Sadece
erkekler değil, kadınlar da bu mücadele için gayret etmiş ve onlar da
imkanları ölçüsünde yardımda bulunmuşlardı. Sadaka ve himmetlerini
Hazreti Aişe Validemizin evinde toplamış; bilezik, halhal, yüzük, küpe
ve daha işe yarayacak ne varsa getirip yere serdikleri bir örtüye
bırakıvermişlerdi. Kimisi birkaç tane bilezik verirken, kimisi de
develerin ayağını bağlamaya yarayacak bir kayışı ancak bulabilmiş ve
onunla da olsa yardım edenlerin arasına dahil olmuştu.
O
gün elinde hiç imkanı olmayan sahabîler bile, bu mücahadede
bulunanların arasında yer alabilmek için adeta çırpınmışlardı; onlardan
kimisi başındaki sarığını çıkarıp vermiş, kimisi sabaha kadar su çekerek
kazanıp getirdiği bir avuç hurmayı tasadduk etmiş ve kimisi de evindeki
tek su kırbasını dine yardım etmek için toplanan malların içine katarak
umumî sevaba ortak olmuştu. Evet, o gün, gönülden inanmış her insana,
hiçbir bahane ve mazeretin ardına saklanmadan, yüreğini ortaya koyup
gücü ve kuvveti ölçüsünde yardımda bulunmak düşüyordu; mü'minler işte
bunu yapmışlardı.
Bu sefere, Cedd bin Kays gibi
Ebû Hayseme el-Ensarî da katılmamıştı. Seferin başladığı zaman tam bağ
bozumu mevsimiydi; dallardaki meyveler insanlara tebessüm ediyordu.
Güneşin kavuruculuğuna karşılık gölgenin daha bir kıymetlendiği sıcak
bir gündü. Ebû Hayseme'nin zevcesi bahçedeki ağaçları sulamış ve çardağa
su serperek havayı iyice serinletmişti. Güzel yemekler hazırlamış,
sofrayı serin su ve taze meyvelerle donatmıştı. Ebû Hayseme, kendisine
arz edilen bu nimetler içinde, gölgenin serinliğini damarlarında
hissettiği, soğuk sudan kana kana içtiği ve eşinin varlığıyla daha da
inşiraha erdiği bir anda zihnine hücum eden bir mülahazayla
ürperivermişti. Kendi kendine, "Allah'ın elçisi güneşin altında, kızgın
rüzgar karşısında ve boğucu kum fırtınaları içinde harbe gitsin; Ebû
Hayseme ise serin gölgede otursun, güzel güzel yemekler yesin ve eşinin
yanında safa sürsün; bu revâ mıdır, bir mü'mine hiç yakışır mı?"
demişti. Hemen ayağa kalkmış, devesini semerlemiş ve ailesiyle vedalaşıp
yola koyulmuştu.
O esnâda, ashabıyla beraber
bir su başında azıcık dinlenmekte olan Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi
ve sellem), Medine tarafından bir toz bulutunun yükseldiğini görünce,
"Keşke Ebû Hayseme olsan!.." demişti. Biraz sonra da beklediği ve tahmin
ettiği insanı karşısında görünce büyük memnuniyet duymuştu. Telaşla ve
canı dudağında kervana katılan Ebû Hayseme ise, Allah Rasûlü'nün yanına
varınca sadece "Yâ Rasûlallah, nerede ise helak oluyordum" diyebilmişti.
Zira o, mü'minlerden ayrılmanın ve mücahededen geri kalmanın ciddî bir
günah olduğunu biliyordu ve işte böyle bir günahla helâk olmaktan çok
korkmuştu. Geç de olsa her şeyi elinin tersiyle itip kafileye arkadan
yetişmiş ve böylece Efendiler Efendisi'nin sancağı altına girerek o
korkudan emin olmuştu. O, Cedd bin Kays gibi fırsatı kaçırmamıştı.
Ve
bugün dine hizmet mukabilinde Allah’ın rızasını kazanmış o güzide
sahabelerin hemen arkasında ahirzaman garipleri olarak bâkî ve daimî bir
lütfu kazanmak veya kaybetmek davası başımıza açılmış.
Onların
yaşadığı gibi bugün de bu dava ağır bir imtihandan geçiyor.
‘Müslümanların dertlerini paylaşmayan onların dertleriyle dertlenmeyen
onlardan değildir.’ diyor Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve
sellem). Bunun manası hakiki Müslüman değildir demek oluyor. Bu açıdan,
hapishanelerde çırıl çıplak soyulan, soğuk su altında bekletilen, dayak,
küfür ve psikolojik işkenceyle mağdur edilen insanlardan, annesiz
babasız bırakılan çocuklara; 17 bin kadından, 100 binlerce tutukludan ve
anneleri ile ceza evinde yaşayan 700 bebekten; doğum yaptıktan saatler
sonra kundaktaki bebeğiyle tutuklanıp gadre uğrayan masumlara kadar,
kendi ülkesinde yiyecek bir lokma ekmeğin bile çok görüldüğü mazluma
kadar herkese el uzatmak, duasında onları unutmamak birer mü’minlik
vazifesidir. ‘Ben burada rahatça yaşarken, zulüm gören, gurbet tadan
kardeşlerim ne yapıyor ızdırabı kalplere ok gibi saplanmalı. Ve mutlaka
bir şeyler yapmalı o mazlum kardeşleri, ablaları, ağabeyleri için…
‘Ben
kendi elemlerime tahammül ettim; fakat ehl-i İslâm’ın eleminden gelen
teellümât beni ezdi Alem-i İslâm’a indirilen darbelerin en evvel
kalbime indiğini hissediyorum.” diyen Bediüzzaman, Müslümanlar’ın
dertleriyle dertlenmiş, onların maruz kaldığı zulüm ve musibetler için
elinden ne geliyorsa yapmaya çalışmıştır.
“Sizden
kim bir münker (kötülük, zulüm) görürse onu eliyle düzeltsin. Buna gücü
yetmezse lisanıyla düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin.
Bu da imanın en zayıf mertebesidir.” Hadis-i Şerifini kendisine şiar
edinen Üstad, münker karşısında mümkünse fiilen tavır almış, onu eliyle
düzeltmek için gayret göstermiştir. Buna imkân yoksa lisanıyla,
hitabeleriyle ve yazılarıyla münkere karşı çıkmıştır.
Bunun
manasının anlatılması lazım. Bugün buna şiddetli ihtiyaç var. Bu aynı
zamanda bir mü’mince tavrın ifadesidir. O mü’minler adına heyecan
duymanın ve onların ıstırabını paylaşmanın, onların elemlerini
paylaşmanın ifadesidir. Paylaşmazsanız onlardan değilsiniz demektir. Bu
açıdan da onun hakiki manasını, arka planını, dayandığı dayanakları,
maslahatları, hikmetleri, faydaları anlatmak gerek.
Belâ
ve musibetlerin balyozlar gibi başa inip-kalktığı bu zamanda, suçlu
arama peşine düşmek hizmete zarar verir. “Falanlar böyle yapmasalardı,
filanlar şöyle yapmasalardı, biz de bunlara maruz kalmazdık!” gibi
tamamen şeytanın dürtüleri ile hareket etme zamanı değil şimdi. Zaten,
inananı, inanmayanı birlik olup ayrıştırıyor, bölüyor, milleti
birbiriyle boğuşturuyor, yaka-paça haline getiriyor. Şeytan avucuna
almış onları. Elin-âlemin ayrıştırmasına bir de bizim iştirak etmemize
ne gerek var?
Bugün Peygamber Efendimiz
(sallallâhu aleyhi ve sellem) ve güzide ashabıyla temsil edilen dine
hizmet davasının yanında, içinde, göbeğinde olduğunu Hakk nezdinde
gösterme zamanı.
Bugün bunun hakkını verme
günü. Yoksa toz duman dağılıp her şey ayan beyan ortaya döküldüğünde
herkes kahraman kesilir. İyi zamanda, her şeyin şakır şakır önümüze
varidât döktüğü anlarda, toparlanmak kolaydır. Asıl bugün
kenetlenebilmek önemlidir.
Ensarı, Muhaciri el
ele verip daha coşkun bir şekilde hizmetlerine kilitlenmeli. Ensar,
muhacir kardeşini kendisine rakip ya da engel gibi görmemeli. Muhacir de
hicret diyarına gelişmiş bir ülke, okul, imkan, kariyer vs için
gelmediğini hep aklında tutmalı. Evet, bunlar da lazım ama bunlar sadece
bir vesile. Ya da kendini ve ailesini güvenli bir ortama atmakla her
şeyin bittiğini zannetmemeli. Tek bir şey için zorluklara katlanarak
yollara düştük…o da: Yoluna baş koyduğumuz davamız…
Ve…‘Madem
bu müthiş zamanda, dehşetli düşmanlar, şiddetli baskılar, hücum eden
bid’atlar ve sapkınlıklar karşısında bizler çok az, zayıf, fakir ve
kuvvetsiz olmamıza rağmen, gayet ağır, büyük, mukaddes ve bütün
insanlıkla alakalı olan imana ve Kur’an’a hizmet vazifesi Allah’ın
ihsanı ile omzumuza konulmuş... Elbette bütün kuvvetimizle ihlası
kazanmaya herkesten daha çok mecburuz ve bununla vazifeliyiz. İhlasın
sırrını kalbimize yerleştirmeye son derecede muhtacız.
Yoksa hem şimdiye kadar yaptığımız kudsi hizmet kısmen zayi olur, devam etmez; hem şiddetli şekilde sorumlu oluruz.’
Bu Yayına Yorum Yapın