Allah'ın ruhu var mı?(1) - Halit Emre Yaman
Gözlerimizle görüp, kulaklarımızla işitiyor olsak da
aslında görme de, işitme de birer vasıtadır. Bunlar yoluyla bilgilerin
derlenip toparlanmak için gittiği yer olan beyin de başka bir vasıtadır.
Diğer organlar gibi beynin ne şuuru ne de idrak kabiliyeti vardır.
Bütün
insanların maddi vücudunu meydana getiren unsurlar aynıdır ama
yeryüzünde insan sayısı kadar farklı karakter vardır. Demek ki insan
sadece maddi vücuttan ibaret değildir. Dolayısıyla da yapılan her
faaliyette maddi vücut bir vasıtadır. Asıl işi yapan, yani gören, duyan,
düşünen, hisseden, seven ruhtur. Bu özelliği ile de insanın karakter ve
kimliğini belirleyen de ruhtur.
Maddi
vücudu kullanan ruh, devamlı bir şekilde öğrenir ve kendisini
geliştirir. Bunları muhakeme eder ve Allah’ın yarattığı varlıklar
arasında, esfele-i safilin ile alay-ı illiyyin arasında yerini alır.
Vücut
hücreleri sürekli değiştiği halde, insanın karakteri, becerileri,
davranışları büyük değişikliklere uğramadan aynı doğrultuda sürekli
gelişir. Bu da göstermektedir ki insanın hayatı boyunca öğrendiklerini
yöneten bir merkez vardır. Bu merkez, vücutta misafir olup, onu kontrol
eden ruhtur.
Beden, ruhun
evi ve dünya hayatını yaşamasında bir vasıtadır. Bedenin her tarafına
hükmeden bir güç olan ruh, dünyayı onun organları ile algılar. Bedende
meydana gelen bir problem veya bir hastalık sonucunda ruhun orayla
ilişkisinde kesintiler olur. Bu durum ruhun, bedenle münasebetini
engelleyecek seviyeye geldiğinde ölüm gerçekleşir.
Hayatın
dereceleri vardır ve en basiti bitkilerin sahip olduğu hayattır.
Toprağa bağlı bir hayat süren bitkiler, tohum veya çekirdek vasıtasıyla
dünyaya uyanırlar. En küçüğünden en büyüğüne kadar hayvanlar, bitkilere
göre daha üst mertebede ve dünya ile daha çok münasebete sahiptirler.
Daha
üst seviyede bir hayata sahip olan insan, aklı, kalbi, hayali ve
bunların ötesinde ruhu ile bütün zaman, mekân ve âlemleri dolaşıp
ötelere uzanabilir. Bu haliyle insan, bitkisel, hayvanî, maddî, manevî,
ruhî gibi çeşitleri olan bütün hayat derecelerine sahiptir.
Allah
ü Teâla, Kur’an-ı Kerim’de “Sonra da ona, (döllendiği ana rahminde) en
uygun, en dengeli şekli verdi ve Kendi ruhu’ndan üfledi ve sizin için
işitme duyusu, gözler ve (kalbin merkezinde) iç idrak lâtifeleri var
etti. Ne de az şükrediyorsunuz!” (Secde, 9) beyanı ile insana ikazda
bulunmuştur.
Bu ayetteki “…
Kendi ruhundan üfledi…” ibaresine kadar insan üçüncü şahıs zamiriyle,
daha sonra ise ikinci şahıs zamiri ile anılmıştır. Yani insana ruh
üflenene kadar kayda değer bir özelliği yoktur. Ancak, ruh üflendikten
sonra muhatap alınacak şerefli bir varlık haline gelmiştir.
Bu
arada hemen belirtmek gerekir ki Allah, her şeyi bir hikmete binaen,
bir maksada uygun olacak şekilde yaratır. Güzellik veya yararlılık
bakımından derecelendirmek mümkün olmakla beraber, her yaratılan
güzeldir. İnsanın algısına göre çirkin olsa bile, Allah yarattığı her
şey ile ortaya mükemmel sanat eserleri koymuştur. Her şeyi uygun biçimde
ve yerli yerince yaratmıştır. Bütün bunlarla birlikte, her yaratılana
muhtaç olduğu bilgiyi ilham etmiş, başka bir ifadeyle programlamıştır.
Allah,
hayat gibi bir de ölümü yaratmıştır. Kıyas kabul etmeyecek derecede
nimetlerdir bunlar. Zira her hayatın sonu ölüm, her ölümün sonu da yeni
bir hayatın başlangıcıdır. Yeni hayat ise eskisine göre daha üst
mertebededir.
Toprağında
bağrında ölen bir tohum, kendisi gibi binlerce bitki veya ağaca dönüşür.
Bitkiler, yiyecek olarak hayvan ve insanda ölürken, o bünyelerde bir
üst mertebeye çıkmış olurlar. Aynı şekilde, yenilebilen hayvanlar, insan
vücudunda bir yiyecek olarak ölürken, insanî hayat mertebesine çıkmış
olurlar. Tıpkı bunlar gibi, insan da ölüp toprak altına girmek
suretiyle, dünya hayatına veda ettiğinde, ebedi bir hayata gözlerini
açmış olur. Bu açıdan bakınca ölüm, hayattan daha güzel bir şey, bir
nimettir.
Allah, insanı,
yeryüzünün halifesi olarak vazifelendirmiştir. Halife, “sonradan gelen,
öncekinin yerini alan” demektir. Bu da göstermektedir ki insandan önce,
yeryüzünde vazifeli olan başka yaratıkların olduğudur. Büyük bir
ihtimalle bu yaratıklar cinlerdir ve kendilerine verilen vazifeyi
hakkıyla yerine getirmediklerinden dolayı onların yerine insan istihdam
edilmiştir.
Kendisine vekâlet
verilen insan, elbette Allah’ın tayin ettiği sınırların dışına çıkamaz
ve o sınırların dışında tasarruf yapamaz. Zaten, insanın yapması gereken
şeyler, peygamberlerin yapmış olduklarıdır. İnsan bu ölçü ve sınırlar
içinde hareket ettiği sürece, vazifesini tam olarak yerine getirmiş
olacaktır.
İnsanın yeryüzüne
halife olmasında en önemli unsur, ona “isimler”in öğretilmiş olmasıdır.
İsimleri öğrenmiş olan insan, meleklerden üstün olabilme vasfını
kazanmıştır. Kur’an-ı Kerim bu durumu şöyle izah etmektedir:
“(Allah,
yeryüzünün halifesi olarak tayin buyurduğu) Âdem’e, (bu misyonu
sebebiyle melekler dâhil bütün yaratılmışlar üstündeki mevkiinin bir
alâmeti, aynı zamanda söz konusu vazifesini yerine getirebilmesinin
vasıtası olarak) bütün isimleri öğretti. Sonra, bütün nesneleri,
isimleriyle birlikte meleklere takdim buyurdu da, ‘Haydi, tam yerinde ve
gerektiği gibi Bana bütün bu nesneleri isimleriyle bildirin!’ diye
emretti. (Melekler, hakikati idrak, aczlerini itiraf içinde,) ‘Sen’i
bütün noksanlıklardan, manasız ve gayesiz iş yapmaktan tenzih ederiz.
Bize ne öğretmişsen, bizim onun dışında hiçbir ilmimiz yoktur. Hiç
şüphesiz, Alîm ve Hakîm Sen’sin Sen!’ dediler. (İnsanın genel manada
meleklere olan üstünlüğünü daha bir tebarüz ettirmek için Allah,) ‘Ey
Âdem! Şu nesneleri onlara isimleriyle bildir!’ diye emretti. Âdem onları
isimleriyle bildirince de, (meleklere hitaben,) ‘Ben size, gökler ve
yer, ne saklıyor, gizli ne sırlar varsa Ben hepsini bilirim; siz neyi
açığa vuruyor, neyi de içinizde gizli tutmakta iseniz onları da bilirim
demedim mi?’ buyurdu. Yine düşün ki meleklere, (ilmini, üstünlüğünü,
hilâfete liyakatini kabul ve ona hilâfet vazifesinde yardımcı olma
manasında) ‘Âdem’e secde edin!’ buyurduk. Hepsi secde etti, ama
(kendisine de secde emredildiği halde, cinlerden olan) İblis etmedi.
Dayattı, büyüklendi ve secde etmeyi kibrine yediremedi; (böylece,
yapısındaki potansiyel küfür sıfatı öne çıkıp bütün benliğini kapladı
da) kâfirlerden oldu. (Bakara 31-34)
Bahsi
geçen “isimlerin öğretilmesi” ifadesinden kastedilen şeylerden birisi,
insandaki potansiyel öğrenme kabiliyetinin varlığıdır. Çünkü insan,
hayat sahibi diğer canlılar gibi değildir.
Bitkiler,
bünyelerinde bulunan hayat programına uygun şekilde büyür, gelişir ve
ölürler; farklı bir şey yapabilecek bir iradeleri yoktur.
Aynı
durum hayvanlar için de geçerlidir. Onlar dünyada yaşayabilmeleri için
gereken kabiliyetlere sahip bir şekilde doğarlar. Doğdukları andan
itibaren hayatta kalma mücadelesi içine girerler. Ne yapmaları
gerektiğin bilir ve ona göre hareket ederler.
Meleklerin
de bir hayat programı vardır. Kimi hep kıyamda, kimi hep rükûda, kimisi
de hep secdede Allah’ı tesbih ederler. Bazıları da aksi mümkün
olmayacak şekilde, kâinatın işleyişinde kendilerine takdir edilen
vazifeleri yerine getirirler.
Bütün
bu canlılardan farklı olarak insan, hiçbir şey bilmeden dünya hayatına
gözlerini açar. Ayağa kalkması 1 seneyi bulur, konuşmayı 2 senede
öğrenir, faydalı ve zararlı şeyleri öğrenmesi, çevresiyle iletişime
geçmesi, alet kullanmayı öğrenmesi yıllarını alır... Demek ki insan
diğer varlıklardan farklı olarak, eğitim ve öğretimle hayatta kalma ve
terakki edecek şekilde yaratılmıştır.
HALİT EMRE YAMAN
@halitemreyaman2
halitemreyaman@hotmail.com
Bu Yayına Yorum Yapın