AÇMAZLARIN ARDINDAKİ İHMALLER | Ahmet Selim
Aykırı düşüncelerin ve bilgilerin faydası var. Aykırılıktan kasıt, alışılmış düşünce ve bilgilere uymamaktır. Bunlar doğru da olabilir, yanlış da. Doğru iseler, faydaları tartışılmaz. Yanlış veya abartılı iseler de, dolaylı fayda söz konusu olur. Değerlendirmeyi, kıyası, sorgulamayı öğrenirsiniz; yanlışların doğuşu ve yapısı hakkında bilgi ve tecrübe sahibi olursunuz. Doğrulara yapışık olan yanlışları fark etmek zordur, onu öğrenirsiniz.
Şuna hayret ediyorum:
Uzun yıllar, hep alışılmış ve sıradan sayılan şeylerle yaşayan biri, bir gün bazı hususlarda aykırılık tadı alıyor ve çarpılıyor. Terazinin ihmal edilen kefesini bu defa ters yönde çarpıtıp çökertiyor, yani “serapa aykırı” bir hal alıyor.
Biz aykırı düşüncelerle ve bilgilerle daha çocuk yaşta karşılaştık. Sen yarım asır gecikmişsin, ama benden ileride duruyorsun ve beni kınamak istiyorsun! Hadi örnek verelim de erken açılsın. “Millet devlet için değil, devlet millet içindir.” gerçeğini biz alfabe ile öğrenmişizdir. Bürokrasinin bu gerçeği tersine yorumladığını ve ona göre bir uygulamadan yana olduğunu bilirdik. Ama şunu da bilirdik: devleti temsilen iş görenlerle, devletin var oluş sebebi ve mesnedi ayrı değerlendirilir. Devlet, milletin, tarihle toplumla hayatla ilgili zaruretleri muvâcehesinde (tam oturunca bu kelimeden vazgeçilmez A.S) koruyucu ve etkinleştirici bir donanım tabakası oluşturmasıdır. Basitte ve öz’de tanımı budur. Milletsiz devlet, bir kabuk olur; tanım’a gelmez. Elbette ki bu koruyucu tabaka özün yani milletin dokusunu taşımalıdır. Siz teorik yaklaşımların genelleştirilip mutlaklaştırılmasına bakmayın; bazı terslikler ve farklılıklar olduğunda dahi, bu gerçek yine varlığını sürdürür. Devlet adına iş görenler içimizden çıkıyor. Sivil kimliği nasılsa, resmî kimliğine de aynen yansıyor. Fark şurada: sivil kimliğinde tezahür imkânı bulamamış zaaf özellikleri, resmî kimliğinde tezahür ediyor, zuhur eyliyor! Tezahür mahrumiyetinden nice terimler doğmuştur. Fıskını tezahür ettirmemiş, ettirememiş olana “fasık-ı mahrum” denir. “Gâsıp-ı mahrum” da diyebilirsiniz. Yani: gasbedecek ama, gücü yahut cesareti yok! Bu, müspette de kullanılabilir. “Mükrim-i mahrum” derseniz, “ikram edecek ama, yok ki etsin” anlamını verir. Pek âdet olmamışsa da böyle nice örnekler üretilebilir Tezahür etme imkanı bulamamış güzelliklerin ve üstünlük vasıflarının sahibi olan o kadar çok insanımız var ki, üretilse güzel olur. BİREYSELİN ÖZEL
OLMAYAN YANSIMALARI
40 yıl önceki bir olayı hatırlıyorum Bir yaz gecesinin ilerlemiş bir saatiydi. Yeni ehliyet alacak olan bir genç, yolların tenhalığından faydalanmak için “bir tur atayım” düşüncesiyle arkadaşımızın arabasıyla bir dönüp gelmek üzere duraktan ayrıldı. Az ileride bir gece bekçisi varmış, “dur” diye seslendi. Onu ufak tefek görünce huylanmış. Bizimki de ehliyetsizim diye panikleyip devam edince, gece bekçisi diz çöktü, nişan aldı ve ateş etti! 1968’de oluyor bu. Hemen koştuk ve ben çıkıştım: “Ne yapıyorsun sen?” Ateş etmek ne demek! İyi ki bir şey olmadı ama, kurşun yan camdan girip ön camdan çıktı; olabilirdi. Şimdi o gece bekçisi, “devlet” mi? Bizim aramızda subay da vardı. O bekçinin karakolundaki amirini de daha üstünü de tanıyorduk. Adamın mizacı, yapısı öyle. Diz çöküp nişan alıyor! Havaya da atmıyor! Hepimiz adeta travma geçirmiştik. Aslında bekçi iyi bir insandı. Şartlanmışlıkla ilgili zaafları vardı. Kendisiyle saatlerce konuştuk. Bireysel zaafları, görevi sırasında devletin görüntüsüne yapışıyordu. Bu, devletin hastanesindeki nöbetçi doktorda söz konusu olmuyor mu? Aynı hal, farklı versiyonlarıyla bürokrasinin çeşitli kontakt noktalarında yaşanmıyor mu? Bütün bunların devletin sistemi ve statüsü ile herhangi bir direkt ilişkisi var mı?
Bireyselliği bireyin özelinde gözlemlemeye alışmışız. Bürokrasideki, ailedeki, eğitimdeki, hatta dindeki bireysellik gerçeklerini göremiyoruz. Bu başlı başına bir inceleme konusudur. Her şeyi ‘öğretim’ten ibaret zannediyoruz. Bir görevin nasıl yapılması gerektiğini bütün bilgileriyle bir şahsa öğretebilirsiniz; ama bu, o şahsın o görevi başarıyla yapabilir hale gelmesini sağlamaz. “Kişilik, üslup, düşünce, beceri” eğitimi (eğitimleri) devreye girmezse, “görev insanı, düşünce insanı”, “sorumluluk, ihata ve terkip; kavrayış, seziş, çözüm insanları” yetiştiremezsiniz. Bireyselliği önemseyin, övün; ama bireyselliği zenginleştirmeyi sakın unutmayın. Şayet unutursanız, sadece yansımaların önünü açmış olursunuz, fakat ‘yansıyan’lardan şikâyetiniz sızlanmanız aynen devam eder. Hatta daha da artarak devam eder. İnsanın özünü unutan bireyselliklerin yozlaşmalara dönüşmesi bu yüzdendir.
Biz devlet adına yapılanları eleştirme alanında en aykırı söylemleri dinleyerek büyüdük. Fakat, “devlet adına yapılanlara duyduğunuz öfkeyi asla devletin soyut ve kurumsal varlığına sirayet ettirmeyin” tenbihini de sürekli olarak aldık. Bu tenbih, eleştirinin de eleştirilmesi “bilincini” kazandıran bir “pencere açma” tedbiridir. “Penceresiz dört duvar” arasında hiçbir akıl hiçbir ruh sağlıklı kalamaz, asliyetini koruyamaz. Her meşru ve değerli beyan, bir itidal uyarısını, kendisiyle ilgili bir sınırlama örneklemesiyle tazammun eder. İslam, “dinde aşırı gitmeyiniz” diyor! Çünkü itidal sınırlaması, bir asliyet ‘özgürleşmesi’dir. Asla daraltma değildir. Şeyh Sadi, “kimse Resulullah’tan (S.A.V) daha fazla Müslüman olmaya çalışmasın!” derken “itidal yoksunluğu” sapmasını hicvediyordu.
KAVRAMLARI VE İNSANLARI İSRÂF ETMEK
Gecikmiş “aykırı eleştiri” öğrenişlerinde bu “itidal şuuru” pek görülmüyor ve bunun negatif sonuçları, düşünce hayatımızın kısırlaşmasında önemli roller oynuyor. “Eleştirinin eleştirisi” ilkesi, temel bir sağlık rüknü olmasına rağmen, çeşitli ideolojik ilgi mistifikasyonlarıyla akamete uğratılınca da, bütün kavramlarla ilgili olarak bir büyük sıkıntı doğuyor.
Halbuki düşünce üretme konusunda, büyük bir şansa sahibiz ve Ahmet Turan Alkan’ın dediği gibi, bizim en büyük rekabet alanımız da burasıdır. Öyle gelmiştir, çeşitli çakışma ve çatışma noktalarının tarihsel konjonktür haritalarından okunan “perspektif” değerlendirmelerinin ve yorumlarının işaretlediği sonuç budur. Lakin fark edemiyoruz. Anlayış ve algılayış farklılıkları, kesretteki nasip ve ihtiyaç farklılıklarına tekabül eden tevhidi bir tecellidir. Ne var ki bu farklılıkların sağlıklı olması gerekir. Yarım anlamak, yanlış anlamak; hiç anlayamamaktan daha kötüdür. Bütünlüğü gözden kaçırmayan bir şuurla, ihtiyacının ve nasibinin tekabülüne ağırlık vermek ise güzeldir. (Bu güzelliğe erişme gayretinin özel yorumuyla Hocaefendi’yi bir tefekkür kaynağı gibi görmemde, böyle bir tercih önceliğini benimsiyor olmamda, herhangi bir isabetsizlik olmadığını düşünüyorum. Çünkü bu tercihimin çok geniş ve derin bir fikrî esbab-ı mucibesi var.)
Aşırılıklardan birine meylederseniz, başka aşırılıkların savletine hedef olmanın karşılığında kendi seçtiğimiz aşırılığın desteği size bir melce oluşturabilir. İtidali seçerseniz, birbirini cerhediyor olsalar da, bütün aşırılıkların müttefik zulmüne maruz kalabilirsiniz ama; bu bir gün, mutlaka sizi nasibinizin hedefine ulaştırır. Kalıcı ve üretken olan da budur. Sahih düşünce üretiminin başka bir yolu yoktur.
Kimse kendi dar alanına bir fikir hayatının zenginliğini inşa edemez. Yaşanılan gerçekliğin fikrî hayat alanını zenginleştirmektir doğru olan. Usul ile asıl arasında sımsıkı bir bağ var ve bu terminolojik vurgu başka yerde görülemez. ‘Diyalektik med-cezirler’e kapılıp bu vurguyu ihmal eden, isrâfların en büyüğünü yaşar: “Kavramların ve insanların isrâfı.” “Hoş ama boş konuşursunuz” insanı unutma zulmüne “insan isrâfı” tepkiselliğiyle hizmet etme bedbahtlığından kurtulamazsınız.
AKSİYON DERGİSİ
Sayı: 1040 / Tarih : 20-03-2006
Şuna hayret ediyorum:
Uzun yıllar, hep alışılmış ve sıradan sayılan şeylerle yaşayan biri, bir gün bazı hususlarda aykırılık tadı alıyor ve çarpılıyor. Terazinin ihmal edilen kefesini bu defa ters yönde çarpıtıp çökertiyor, yani “serapa aykırı” bir hal alıyor.
Biz aykırı düşüncelerle ve bilgilerle daha çocuk yaşta karşılaştık. Sen yarım asır gecikmişsin, ama benden ileride duruyorsun ve beni kınamak istiyorsun! Hadi örnek verelim de erken açılsın. “Millet devlet için değil, devlet millet içindir.” gerçeğini biz alfabe ile öğrenmişizdir. Bürokrasinin bu gerçeği tersine yorumladığını ve ona göre bir uygulamadan yana olduğunu bilirdik. Ama şunu da bilirdik: devleti temsilen iş görenlerle, devletin var oluş sebebi ve mesnedi ayrı değerlendirilir. Devlet, milletin, tarihle toplumla hayatla ilgili zaruretleri muvâcehesinde (tam oturunca bu kelimeden vazgeçilmez A.S) koruyucu ve etkinleştirici bir donanım tabakası oluşturmasıdır. Basitte ve öz’de tanımı budur. Milletsiz devlet, bir kabuk olur; tanım’a gelmez. Elbette ki bu koruyucu tabaka özün yani milletin dokusunu taşımalıdır. Siz teorik yaklaşımların genelleştirilip mutlaklaştırılmasına bakmayın; bazı terslikler ve farklılıklar olduğunda dahi, bu gerçek yine varlığını sürdürür. Devlet adına iş görenler içimizden çıkıyor. Sivil kimliği nasılsa, resmî kimliğine de aynen yansıyor. Fark şurada: sivil kimliğinde tezahür imkânı bulamamış zaaf özellikleri, resmî kimliğinde tezahür ediyor, zuhur eyliyor! Tezahür mahrumiyetinden nice terimler doğmuştur. Fıskını tezahür ettirmemiş, ettirememiş olana “fasık-ı mahrum” denir. “Gâsıp-ı mahrum” da diyebilirsiniz. Yani: gasbedecek ama, gücü yahut cesareti yok! Bu, müspette de kullanılabilir. “Mükrim-i mahrum” derseniz, “ikram edecek ama, yok ki etsin” anlamını verir. Pek âdet olmamışsa da böyle nice örnekler üretilebilir Tezahür etme imkanı bulamamış güzelliklerin ve üstünlük vasıflarının sahibi olan o kadar çok insanımız var ki, üretilse güzel olur. BİREYSELİN ÖZEL
OLMAYAN YANSIMALARI
40 yıl önceki bir olayı hatırlıyorum Bir yaz gecesinin ilerlemiş bir saatiydi. Yeni ehliyet alacak olan bir genç, yolların tenhalığından faydalanmak için “bir tur atayım” düşüncesiyle arkadaşımızın arabasıyla bir dönüp gelmek üzere duraktan ayrıldı. Az ileride bir gece bekçisi varmış, “dur” diye seslendi. Onu ufak tefek görünce huylanmış. Bizimki de ehliyetsizim diye panikleyip devam edince, gece bekçisi diz çöktü, nişan aldı ve ateş etti! 1968’de oluyor bu. Hemen koştuk ve ben çıkıştım: “Ne yapıyorsun sen?” Ateş etmek ne demek! İyi ki bir şey olmadı ama, kurşun yan camdan girip ön camdan çıktı; olabilirdi. Şimdi o gece bekçisi, “devlet” mi? Bizim aramızda subay da vardı. O bekçinin karakolundaki amirini de daha üstünü de tanıyorduk. Adamın mizacı, yapısı öyle. Diz çöküp nişan alıyor! Havaya da atmıyor! Hepimiz adeta travma geçirmiştik. Aslında bekçi iyi bir insandı. Şartlanmışlıkla ilgili zaafları vardı. Kendisiyle saatlerce konuştuk. Bireysel zaafları, görevi sırasında devletin görüntüsüne yapışıyordu. Bu, devletin hastanesindeki nöbetçi doktorda söz konusu olmuyor mu? Aynı hal, farklı versiyonlarıyla bürokrasinin çeşitli kontakt noktalarında yaşanmıyor mu? Bütün bunların devletin sistemi ve statüsü ile herhangi bir direkt ilişkisi var mı?
Bireyselliği bireyin özelinde gözlemlemeye alışmışız. Bürokrasideki, ailedeki, eğitimdeki, hatta dindeki bireysellik gerçeklerini göremiyoruz. Bu başlı başına bir inceleme konusudur. Her şeyi ‘öğretim’ten ibaret zannediyoruz. Bir görevin nasıl yapılması gerektiğini bütün bilgileriyle bir şahsa öğretebilirsiniz; ama bu, o şahsın o görevi başarıyla yapabilir hale gelmesini sağlamaz. “Kişilik, üslup, düşünce, beceri” eğitimi (eğitimleri) devreye girmezse, “görev insanı, düşünce insanı”, “sorumluluk, ihata ve terkip; kavrayış, seziş, çözüm insanları” yetiştiremezsiniz. Bireyselliği önemseyin, övün; ama bireyselliği zenginleştirmeyi sakın unutmayın. Şayet unutursanız, sadece yansımaların önünü açmış olursunuz, fakat ‘yansıyan’lardan şikâyetiniz sızlanmanız aynen devam eder. Hatta daha da artarak devam eder. İnsanın özünü unutan bireyselliklerin yozlaşmalara dönüşmesi bu yüzdendir.
Biz devlet adına yapılanları eleştirme alanında en aykırı söylemleri dinleyerek büyüdük. Fakat, “devlet adına yapılanlara duyduğunuz öfkeyi asla devletin soyut ve kurumsal varlığına sirayet ettirmeyin” tenbihini de sürekli olarak aldık. Bu tenbih, eleştirinin de eleştirilmesi “bilincini” kazandıran bir “pencere açma” tedbiridir. “Penceresiz dört duvar” arasında hiçbir akıl hiçbir ruh sağlıklı kalamaz, asliyetini koruyamaz. Her meşru ve değerli beyan, bir itidal uyarısını, kendisiyle ilgili bir sınırlama örneklemesiyle tazammun eder. İslam, “dinde aşırı gitmeyiniz” diyor! Çünkü itidal sınırlaması, bir asliyet ‘özgürleşmesi’dir. Asla daraltma değildir. Şeyh Sadi, “kimse Resulullah’tan (S.A.V) daha fazla Müslüman olmaya çalışmasın!” derken “itidal yoksunluğu” sapmasını hicvediyordu.
KAVRAMLARI VE İNSANLARI İSRÂF ETMEK
Gecikmiş “aykırı eleştiri” öğrenişlerinde bu “itidal şuuru” pek görülmüyor ve bunun negatif sonuçları, düşünce hayatımızın kısırlaşmasında önemli roller oynuyor. “Eleştirinin eleştirisi” ilkesi, temel bir sağlık rüknü olmasına rağmen, çeşitli ideolojik ilgi mistifikasyonlarıyla akamete uğratılınca da, bütün kavramlarla ilgili olarak bir büyük sıkıntı doğuyor.
Halbuki düşünce üretme konusunda, büyük bir şansa sahibiz ve Ahmet Turan Alkan’ın dediği gibi, bizim en büyük rekabet alanımız da burasıdır. Öyle gelmiştir, çeşitli çakışma ve çatışma noktalarının tarihsel konjonktür haritalarından okunan “perspektif” değerlendirmelerinin ve yorumlarının işaretlediği sonuç budur. Lakin fark edemiyoruz. Anlayış ve algılayış farklılıkları, kesretteki nasip ve ihtiyaç farklılıklarına tekabül eden tevhidi bir tecellidir. Ne var ki bu farklılıkların sağlıklı olması gerekir. Yarım anlamak, yanlış anlamak; hiç anlayamamaktan daha kötüdür. Bütünlüğü gözden kaçırmayan bir şuurla, ihtiyacının ve nasibinin tekabülüne ağırlık vermek ise güzeldir. (Bu güzelliğe erişme gayretinin özel yorumuyla Hocaefendi’yi bir tefekkür kaynağı gibi görmemde, böyle bir tercih önceliğini benimsiyor olmamda, herhangi bir isabetsizlik olmadığını düşünüyorum. Çünkü bu tercihimin çok geniş ve derin bir fikrî esbab-ı mucibesi var.)
Aşırılıklardan birine meylederseniz, başka aşırılıkların savletine hedef olmanın karşılığında kendi seçtiğimiz aşırılığın desteği size bir melce oluşturabilir. İtidali seçerseniz, birbirini cerhediyor olsalar da, bütün aşırılıkların müttefik zulmüne maruz kalabilirsiniz ama; bu bir gün, mutlaka sizi nasibinizin hedefine ulaştırır. Kalıcı ve üretken olan da budur. Sahih düşünce üretiminin başka bir yolu yoktur.
Kimse kendi dar alanına bir fikir hayatının zenginliğini inşa edemez. Yaşanılan gerçekliğin fikrî hayat alanını zenginleştirmektir doğru olan. Usul ile asıl arasında sımsıkı bir bağ var ve bu terminolojik vurgu başka yerde görülemez. ‘Diyalektik med-cezirler’e kapılıp bu vurguyu ihmal eden, isrâfların en büyüğünü yaşar: “Kavramların ve insanların isrâfı.” “Hoş ama boş konuşursunuz” insanı unutma zulmüne “insan isrâfı” tepkiselliğiyle hizmet etme bedbahtlığından kurtulamazsınız.
AKSİYON DERGİSİ
Sayı: 1040 / Tarih : 20-03-2006
Bu Yayına Yorum Yapın