MANEVİ İNSÜLİN | Ahmet Selim

En firaklı durumlardan biri “ağır geliyor” şikâyetidir. Bize en ağır gelen şey ise bizâtihi bu şikâyetin kendisi olmalıdır. Bir iki kelimeye bakmak zorunda kalmak, ilgisiz kalmaya dönüşüyor ise; biz bu hayatı anlatamayız ve anlayarak yaşayamayız.



Tıbbî durumlar bazen çok elverişli benzetme (teşbih) unsurları oluştururlar ve onlardan faydalanmak bir meseleyi anlatmanın adeta şartı hâline gelir.

Şeker hastalığını herkes bilir de, tam anlayamaz. Anlatmak istediğim meseleye ışık tutabilecek olan tarafıyla bu hastalıkla ilgili bazı bilgileri de izaha çalışmam gerekiyor… Şöyle diyelim: aldığınız karbonhidratlı besinler kana karışır ve bir organımızın salgıladığı insülin adlı madde ile yakılarak enerjiye dönüşüp hücrelere erişir. Yeteri kadar insülin salgılanmazsa, şeker kanda kalır ve orada yoğunlaşır. Yeteri kadar insülin salgılandığı hâlde, işlevini yapamazsa da aynı durum oluşur. İlkinde insülin takviyesine ihtiyaç vardır; ikincisinde, insülinin, işlevini görebilmesi için zaman kazandırıcı ilaçlar kullanılır, (diyet eşliğinde)…

Bazı tutkular şeker hastalığına benzer. Şeker hastası nasıl çok yese bile doyamaz ise; şeker kanında yoğunlaşıp hücrelere ulaşamadığı için açlık hissi aynen durduğundan dolayı habire yemek ister ise; bazı tutkuların esiri olanlar da hiç tatmin bulmaz. Çünkü, tatmin için, amacına ulaşan bir dönüşüme ihtiyaç vardır. Şeker tadı aldatıcı bir duygu gibidir. Aslolan karbonhidrattır. Ekmek yeseniz de o şeker olur, şeker ihtiyacı karşılanır. Fakat karbonhidratı yakamıyor hücrelere ulaştırıcı dönüşümü yaşayamıyorsanız; tepsi dolusu baklava da yeseniz tatlanamazsınız; komaya girersiniz, ama gözünüz şekerde kalır!

İnsanın birçok hâlleri böyledir.

Her ifrat, bir arızaya bağlıdır. Yanlış olarak, ifrat (aşırılık) kemmiyet çokluğuyla bir tutulur. Çok seviyormuş! “Çok” falan değil, “arızalı” seviyorsun sen. Mahiyet sapmasına uğramış bir sevgiyle seviyorsun. O sevgi içselleşmiyor, ruhîleşmiyor, o dönüşümü yaşayıp nefsini aşamıyor. Bütünlüğün, itidalin sırrıyla buluşup ışıklanamıyor. Kalıcılık dengesinin iksirinden nasip alamıyor.

Rahmetli Osman Bölükbaşı’nın bir esprisi vardır. “Vücudumuz serapa şeker ama ağzımızın tadı yok” demişti. Tıp diliyle ifade edersek; kanda şeker çok ama, hücrelere ulaşıp dönüşemiyor; sadece kan dolaşımını bozmak sonucunu doğuruyor ve işe yaramıyor.

Tutkular da öyledir; tatmin ararken komaya girer insanlar! Daha çok, daha çok; sonrasında hiçlik. Dönüşemeyen dengesiz kemiyet çokluğu, sadece hastalığı artırır.

Hayatın genel akışı içinde, “ruhi bağ” şeker hastalığı olayındaki insülin gibidir. Ruhi bağ yok ise, yahut var da canlı ve sıhhatli tutulamamışsa, sadece nefse hitap eden bir kısır döngü oluşur. Bu kısır döngüde tatmin asla gerçekleşemez, çünkü nefs doymaz. Nefs’de doyma (doyum) kabiliyeti yoktur. Nefsi, doyurmaya değil, dengelemeye, ruhî bağ ile terbiye etmeye çalışmanızdır doğru olan. Terbiye edilmiş, bütünlüğün dengesindeki gerçek yerine oturtulmuş bir nefs; gerçek mutluluğun zaruri parçası (unsuru) olmak değerine kavuşur. Artık o nefs’e muhalefet edilmez. O meşruiyet, asliyet ve sıhhat kazanmıştır. Hep doğru sinyaller verir. Ruhî bağ ile irtibatlı olduğu için doğru tatmin ölçülerini tanır o. “İradeyi zorlama” hamlığından kurtulmuştur.

Geliştirdiğimiz kavramın altını çizelim: manevî insülin. ‘Ruhî Bağ’ın tıp dilindeki tekabülünün izdüşümü. Çok elverişli bir tahlil âleti olarak kullanılabileceği kanaatindeyim.

* * *

Bir ters orantıyı da işaretlememiz ve tamamlayıcı münasebeti aydınlatmamız gerekir:

Maddi insülinde bir arıza yoksa, ama “manevî insülin” dediğimiz özelliği kazanamamışsanız, kanda şeker birikmez de; vücutta yağ birikir. Doymanın maddî şartları oluştuğu halde manevî şartları oluşmadığı için doymak bilmezsiniz. “Doymadan kalkınız” işareti tam burası içindir. Açlık hissinin kalkması ile doyma hırsının tatmini arasında bir uçurum vardır. Açlık hissinin kalkması yetmiyorsa, sınır aşılmıştır; durulacak bir denge noktası bulunamaz. Sadece bir dengesizlik noktasında kendi kendinizle uğraşır hâle gelmek mertebeleri kalmıştır; rejimdi şuydu buydu ile, bazen de iyice tuhaflaşan kamuflaj ve müdahale tesellileriyle özel bir statü oluşturup arada kalırsınız.

Tuza duyulan ihtiyaç, tuzsuzluğun hissedilememesi ile sınırlıdır. Tuzsuzluk tadı gelmiyorsa, onun tuzu tamamdır. Doymak da böyledir. Açlık hissi kalkmışsa, doymanın dengesi tamamdır. İnsanın normal hisleri, aşırılıklarla dengesi bozulmamış fıtrî hisleri; en doğru göstergelerdir. Fakat çeşitli ifrat alışkanlıklarıyla bu göstergeleri bozmuşsanız, gerçek ihtiyaçlara ait doğru sinyalleri duyamaz hâle gelirsiniz. Zıkkım gibi acılar, şeker deposu tatlılar, araç olmaktan çıkıp amaç hâline getirilmiş garnitürlü baharatlı katkılar, yakıcı sersemleştirici dürtüler; aslî ihtiyaçlarmış gibi içgüdü sinyalleri vermeye başlayabilir. Kötü alışkanlığın şubeleri çoktur.

Keskin görünebilir ama, yine de hatırlanması gerekir ki; ruhî bağ ve irtibat mahrumu ilgilerin her türlüsü behimîdir. Onları diğer canlılar da bilir ve yaşar. İnsanın onları farklı yaşaması, ruhî bağın ve irtibatın mevcudiyeti ile mümkündür ve kaimdir. (Buradaki nüansları “öztürkçe” ile veremem!)

* * *

Bir cinselliktir gidiyor.

Bu toplum sanki dün doğmuş da, buluğ çağını yaşıyor. Hiçbir şeyi bilmedikleri hâlde millete her şeyi öğretmeye kalkışan münasebetsizlerden geçilmiyor.

Evlilik sevdayı öldürürmüş, alışkanlığa dönüştürürmüş. Bunu söyleyenler arasında çeşitli akademisyenler ve düşünürler bile var. Edebiyatçılar, özellikle romancılar; insanı insanın farklılığını unutup içgüdüsel şeffaflığı önde tutan hamlıkların ötesine geçebilecek derinlikleri ve genişlikleri ihmal edici kolaycılıklardan kopamıyorlar. Tv kültürü bu konuyu alabildiğine istismar etmeyi bir varlık sebebi hâline getirmiş, “bir kısım medya” da bu furyanın kuyruğuna takılmayı bir çağdaşlık gereği sayıyor.

En önemlisi, “kadın ve aile” konusu, böyle bir hasta aktüelliğin çerçevesine sıkıştırılmak isteniyor. “Kadın önce insandır” tezli uyarılar bir makes bulmuyor; gösterilen ihtiyatlı ağırbaşlılık, “yok sayma” yakıştırmalarıyla iftiraya uğratılıyor. (Hep yok saymışız da böyle olmuş)

Nasip almanın bir başlangıç şartı var. Bu şart, insanî bir ‘duruş tavrı’nın asgari saygısını içerir. Onu dışlarsanız, ona boşverirseniz; size her şeyin yok sayıldığı gibi bir perde yanılgısı yapışıp kalır. Öyle gelir size. Ölçüsünde dengesinde asliyetinde olan şeyi, fark edemezsiniz. O şeylerin ‘kaba fark ediş’lere özellikle hitap etmeyişini anlayamazsınız. Çünkü “olmaz böyle şey, bu kadar basit olamaz, acaba başka bir denge tablosu mu var?” diyebilme saygısından yoksunsunuz. Burada ferasete bile lüzum yok. “Saygılı akıl” bunu görür, bulur.

En çok üzüldüğüm durum; böyle bir gaflete, ruhî bağın var olup da yeterli canlılığa sahip bulunmadığı alanlarda ve kesimlerde bile kısmen rağbet gösterilmesidir. Onlara da yok saymışız gibi geliyor, herhalde. ‘Vücut dili’ne gösterilen nevzuhur alakanın binde biri ‘hâl dili’ne gösterilseydi, böyle bir tezat doğmazdı. Buradaki eğitim kusurunun vebalinde önemli bir payımız var. Düşünce eğitimini ihmal ettik. Dil özenini aşılama hatasının, hâl dilini de anlaşılmaz kılacağını bilemedik. Kelimeleri, nüansları; aktüel heyecanlarımız yüzünden atladık, erteledik, kadükleştirdik. “Ne olacak yani, onun yerini bu tutar” kaçamaklarının nasıl bir bedel oluşturacağını hesaplayamadık.

Bir gün “anlat bakalım” denildiğinde, dilin hâllerini ve hâlimizin dilini kullanmakta (tasarruf etmekte) ciddi zorluklarla karşılaşacağımızı, “manevî insülin” teşbihlerine müracaat eden izah sıkıntılarına düşeceğimizi, kahırlı ve yangınlı uyarılara rağmen akıl edemedik.

AKSİYON DERGİSİ

02.04.2007
Blogger tarafından desteklenmektedir.