DÜŞÜNCENİN MAHİYETİ | Ahmet Selim

Düşüncenin mahiyeti, fonksiyonları ve meseleleri

Düşünce’de alışkanlığın iyisi olmaz. Düşünürken alışkanlıkları bir tarafa bırakmak, ilk hazırlık şartıdır. Buna riayet etmediğimiz için düşünemiyoruz ve düşünce yerine teselli üretmek durumunda kalıyoruz.



Anlatılması özel zorluklar taşıyan bazı düşünce meseleleri vardır. Sadece anlatılması değil; anlaşılması da, yanlış anlamalara kayan yönlerinin iyice kapatılması da zor. Bu durumlarda teşbih unsurlarından yararlanarak kolaylık sağlamak mümkün, ama onun da tatminkârını bulmakta çeşitli sıkıntılar var.

Küçük çocuklar pilli el fenerini alınca, hemen düğmesine basıp yüzlerine çevirirler; sanki ne olduklarını görüp anlayacaklarmış gibi. Sonra da sizin yüzünüze gözünüze sıkarlar. Bazılarının dine ilk bakışı buna benzer. O bir ışık, önüne tutarsan, yolunu istikametini aydınlatır. İçinde ne var diye kendi gözüne sıkarsan, hem ne olduğunu anlayamazsın, hem gözlerin kamaşır eskisi kadar bile göremezsin; hem de, yolunu önünü aydınlatmak imkânından mahrum kalırsın. Bir şeyin kullanılması için de onun yapısını öğrenmek gerekebilir; ama o bilgiler genelde sınırlıdır ve asıl öğrenilmesi gereken bilgiler, ondan nasıl yararlanılacağı ile ilgilidir.

Bu örneğin dinden yararlanma konusuna benzeyen tarafları az da olsa var. Var ama, o benzerliği belirtirken hataya düşmekten çekiniyorum ve sürçülisan için peşinen müsamahanızı rica ediyorum.

Bir insan var, din hakkında birçok şey öğrenmiş. Hangi dinî konuyu açsanız hem de iddialı biçimde söyleyecek sözleri var. Fıkıh, kelam, tasavvuf, siyer, her konuda. Birtakım kitapları da okumuş. Ve hep bu bilgilerle uğraşıyor. Düşünceye pek yer verdiği yok. Aslen öğrenmenin metodolojik disiplinlerinden de çok uzaklarda…

Bir başka insan tipine geçelim şimdi… Nispeten az ama sağlam bilgilerin sahibi. Fakat edindiği bilgileri hayatının ışığı gibi değerlendiriyor. Tevekkülü yerinde, tedbir gayreti ve dengesi yerinde. Gösterişi sevmez. Dedikodu yapmaz. Sevgiyle bakar. Yardımseverdir. İnceliklidir, mütevazıdır. Hayatın acıları karşısında sabır göstermeyi sevinçlerin karşısında şımarmamayı bilir. Yani, az biliyor ama, bildiğini bir bütünlük şuuru içinde yaşıyor. Ve düşünmeyi de biliyor… Bu eski insan tipidir işte. Mesela benim annem, büyük annem öyleydi. Hatırladığım büyüklerimiz öyleydi. Zor geçitlerde vecize gibi sözler söyler, metanet ve istikamet gösterirler, hayatımıza ve birikimimize çok şey katarlardı.

“Üstünde dinî motif var mı?” konusu önemli değil; “ruhunda zihninde şuurunda kişiliğinde dinin istikamet denge ve tefekkür ışığı var mı?” konusudur önemli olan. Bu var ise, o insan düşünerek yaşar, sorumluluk şuuruyla yaşar, hayata geniş ve derin bakar; duruşu, hâli, tavrı, sevgiyle vakarı birleştiren bu güzellik taşır. Bizim ana düşünce meselemiz de, insanın böyle bir insan olmasını amaçlayan bir mantık yapısını gerekli kılar. Ve asıl dile getirmek istediğim de işte bu.

Dinin içine bakıp dünyayı içine sokmaya çalışmak değil; dinin ışığında ve onunla güçlenen aklın, yüreğin ışığında; hayatı düşünmek, evrenseli düşünmek, insanı toplumu düşünmek…

Bu mesele Batı’nın tarihinde de vardı: dünyayı dinin, temsili zahiri formel varlığının içine mi sokalım; yoksa dini hayatın dışında mı tutalım? İkisi de yanlıştı. Bu çekişmenin acılarını Batı asırlarca yaşadı. Ve Batı’nın bu serüveni bizi de etkiledi.

Dinin sadece bazı kuralları ve onlarla ilgili bilgileri değil, aynı zamanda bir ışığı var; ve insanın ruhu aklı, bütünlüğü o ışığa muhtaç. Bu, sonuçta insanın manevi varlığını ve bütünlüğünü unutup unutmamak meselesidir. Batı, insanı unuttu ve bunu bir çözüm sandı; fakat bunun çözüm olmadığını her aklı başında Batılı da şu veya bu derecede anladı, anlıyor. Kapitalizmin en büyük zaafı; insanı unutması ve insana kendi bütünlüğünü unutturmasıdır. Üstün tarafları çok, ama bu öyle bir zaaf ki o üstün taraflarını anlamlı kılmayı imkânsızlaştırıyor.

Burada diyorum ki, onların terminolojisini dikkate alan eserler üretmeliyiz. Öyle bir İslam inancı eseri yazılmalı ki; panteizmi, panenteizmi, deizmi, örtülü ateizmi, bilinemezciliği dikkate alsın ve İslam’ın evrensel hitabını bu dikkat ve gayret içinde derinlemesine anlatabilsin. Yani, ışığını yansıtsın. Bazı somut, tepkisel ve sihirli formüller ve formülatif kalıplar üretme yolundaki çalışmaların bir sonuç vermesi mümkün değildi, bundan sonra da mümkün olmaz. İnsanın ve hayatın bütünlüğünü esas alan, ve İslam’ın bütünlüğünden doğan ışığı tanıtabilen emeklere ihtiyaç var. Bunu gerçekleştirebilmek için evrensel donanımları da olan bir usul ve üslup yardımının gerekliliğini kabul etmeliyiz. Öteki çalışmalar yine yapılabilir, ama onlar bunun yerini tutamaz. Ve şunu da unutmamalıyız ki sadece onlarla yetinilirse, onlardan beklenen de hâsıl olmaz. Bugüne kadar olmadığını hep beraber gördük, yaşadık. Tarih bunların çeşitli örnekleriyle dolu.

Işığı gözüne tutma; gözünü ışığa dikme; onu kendi ruhuna, zihnine, yoluna, ufkuna yansıt. Gözün görmesini sağlayan şey, ışığın bakılan yeri aydınlatmasıdır. Manevi ışığın yayılması düşünceyle olur, düşüncenin onu içselleştirmesi yoluyla olur. Ve sen düşünce eğitimi veremiyorsan, bu eğitimle kişilik ve sorumluluk şuuru veremiyorsan; bilgi aktarımıyla hiçbir şeyi başaramazsın.

Doğru düşünen, düşünce empoze etmez; düşündürmeye çalışır. Empoze edilen düşünce, düşünce değildir zaten; derme çatma bir ikame beyhudeliğidir o. Belki bir müddet oyalanmayı ve avunmayı sağlayabilir; ama sonunda eskisinden daha kötü bir çaresizliğe müncer olur. Yakın tarihimizdeki tercüme eserlerle bunlar hep yaşandı. İsim verip tahammülleri zorlamak istemiyorum.

İslâm’ı iyi anlayamadığımızdan hep şikâyet edilir. Ama anlayamayışımızın sebebini anlayabildiğimizden ben hiç emin değilim. Anlaşılamadığı şikâyetinde bulunmak, anlamış olmaya delalet etmez. Dinin öz bilgileri, düşünceyle içselleştirilip ruhu ve zihni ışıklandırmak ve hayatın içinde yaşanmak içindir, ezberlenip taşınmak için değil.

Bir aktüel konu vesilesiyle konumuzla doğrudan ilgili sayılmayacak bir parantez açmak istiyorum… “Zina için dört şahit lazım” deniliyor. Doğru ve malum. Hatta o şahadetin nasıl bir kapsam taşıması gerektiği de malum… Peki ben şöyle bir soru sorayım: Evli bir kadın, bir gece bir adamın dairesine gidiyor; sabaha kadar o adamla baş başa kalıyor, sabahleyin de çıkıyor. Bunların hepsi de biliniyor ve tespit ediliyor. Bu tablo için ne söyleyeceksiniz? Sen şimdi “dört şahit” deyip her şeyi orada bitirirsen, bu tablo muallakta kalır. Ve insanlar bu tablonun muallakta kalmasından rahatsızlık duyar, hatta cevaz yorumları bile çıkaranlar olur. Hâlbuki “dört şahit” meselesi, münhasıran, bir özel cezanın uygulanabilirliğiyle ilgilidir. Zina kavramının tanımı ve bir ahlaki toplumsal mesele olarak izahı, o şehadet ölçüsüyle sınırlandırılamaz. Ve buna benzer sayısız mesele var…

* * *

İtidal, İslam’ın bir bütünlük ve istikamet güvencesi olarak telkin ettiği bir kök değerdir, bir hayat düsturudur. Resullah Efendimiz’in (s.a.v) hayatı bir itidal destanıdır; bir tek tavrını sözünü işaretini gösteremezsiniz ki itidal güzelliği taşımasın. Kur’an-ı Kerim, itidal izahlarıyla dopdoludur. Peki nasıl oluyor da Müslümanlar itidal’i, bırakın uygulamayı da, önemsemiyorlar bile? Önemsemiyorlar çünkü “itidal” emrini, ilkesini esasını, düsturunu anlayabilmek için düşünmek lazım. İtidal farz mı? Farzdan da fazlası. Çünkü farzları yerine getirmek için de itidal lazım. “Din’de aşırılık (ifrat) helake sebeptir” deniliyor. Çünkü itidalden uzaklaşmak asliyetten sapmadır. Niyeti ne olursa olsun her ifrat, yoldan uzaklaştırır.

Düşünce tarihine bakın: bazıları hayatı dine sığdıramıyor, bazıları hayatta dine yer bulamıyor. Deist, panteist, panenteist, ateist; tam bir hercümerç. Öte yandan da, hayat bu çalkantılar içinde, bütünlüğü ve dengesi olmayan savruk uğraşlarla bir yerlere doğru akıyor. Peki “insan” bu akışın neresinde? İnsan mutlu mu; manen ve maddeten bir bütünlük sağlığına sahip mi insan? Düşünenlerin ürettikleri bu akışı nasıl bir medeniyete dönüştürmüş? Daha doğrusu bir medeniyet terkibine dönüştürebilmiş mi? Yoksa onlar kendi hâllerinde habire düşünmüş, öte yandan da hayatın başıboş akışı, savrula savrula düşe kalka vura kıra bir sürüklenme medeniyeti mi oluşturmuş?

İslam; insanın, hayatın ve hakikatin bütünlüğünü anlatır ve “düşününüz, tefekkür ediniz, teakkul ediniz, teemmül ediniz, tedebbür ediniz, tezekkür ediniz” der sayısız teyidlerle ve nüans tekidleriyle…. Ve biz düşünmeyiz! Tekrarlarla tekerrürlerle, tepkiselliklerle, hayatı ve ömrümüzü daraltarak güya yoğunlaşmaya çalışırız. O yoğunlaşmayı da bir liyakat başarısı gibi yorumlamak isteriz. Ama bir eksiklik ve olmamışlık duygusu da yüreğimizi sızlatır durur, her mesele karşısında. Sonra gelsin komplo teorileri! “Biz olacaktık ama bunlar şunlar onlar bırakmadı” hikâyeleri! Bir meşguliyet terapisi gibi sürekli tepkisel eleştiriler yapıyoruz ki, özeleştiri yokluğu ve boşluğu fark edilmesin, dikkat çekmesin, gündeme gelemesin. Kendi içimizi, ruhumuzu, aklımızı, bütünlüğümüzü murakabe etmeye, yoklamaya, ışıklandırmaya cesaretimiz yok. Hâlbuki İslam’ın “düşünce, bütünlük şuuru ve sevgi” beraberliğinden oluşan ve hayatı “akl-ı selim, kalb-i selim, zevk-i selim” olgunluğu içinde yaşamamızı öngören temel izahını içselleştirmek en büyük ihtiyacımız, anlatmak ise en büyük görevimizdir. İslam’ı açıktan kabullenmelerini değil, ama onun ışığından yararlanmalarını sağlama amacına yönelik sunuşlarımız bu dünyayı değiştirebilir. Yardım etme görevimizi atlarsak, yardıma muhtaç olma çaresizliklerinden kurtulamayacağımızı da bilmeliyiz.

10.11.2008
Blogger tarafından desteklenmektedir.