BİR DE BÖYLE OKUSAK | Ahmet Selim

Bir düşünür şöyle diyordu: “Benim düşündüklerimi bana tekrarlama. Beni düşündürecek şeyler söyle.” Düşünce eğitiminin ruhu budur. Gençler bunu fark edince bizi ‘bilmiş ukalalar’ gibi görmekten vazgeçeceklerdir ve verimli diyaloglar asıl o zaman başlayacaktır.



Her zamanki illet yine etkili olmanın yolunu buluyor. Bazı millî çıkarların ihmal edildiğini yahut gereken hassasiyetle ele alınmadığını görünce, ‘millî’den başka hiçbir kavramı dikkate almayan bir tepkiselliğin içine girilirse; bundan en büyük zararı, millîlik duyguları ve düşünceleri görür. Havada kalırlar, bakımsız ve istikametsiz bir boş hareketlilik içinde gönüllerdeki niyetin tam tersi olumsuzluklara yol açarlar.

Millîliği bir gençlik heyecanı olarak görmek, bunu asıl sayıp da bir aksiyon madeni olarak benimseyip siyasî zeminde bu mahiyetiyle bir denge faktörü olarak kullanmak yanlıştır. Münhasıran böyle bir telâkki ve tasarruf içinde ele almak yanlıştır. Bizde sol düşünce de aynı mantığın bir benzeri sebebiyle güdük kaldı. Gençliğin tatmin ihtiyacını bu gibi yollarla gidermek; yahut oyalamak, kullanmak; boş sunuşlara prim kazandıran bir kolaycılık ve bencillik tercihinden başka bir şey değildir. Gençleri tatmin etmek değil, beslemek ve yetiştirmek amaçlanmalıdır. Doğru ve faydalı ihtiyaçlar içinde bulunması sağlanmalıdır. Hatta bazı ihtiyaçlar için özellikle şuurlandırmak ve uyandırmak gerekir. Okuma ve düşünme ihtiyacı böyledir. Onlara tamamlanmışlık hissini ve vehmini telkin eden yönlendirmeler kendilerine yapılacak en büyük kötülüktür.

Yapmamız gereken, tamamlanmışlık hissini ve vehmini telkin etmek değil; zaaflarla eksikliklerle zorluklarla nasıl mücadele edileceğini, gelişme ideali yolunda, nasıl bir “kendini aşma” dengesi içinde, kendini ve istikametini koruyacağını ona öğretmektir; bir şuur donanımı halinde ona bu zenginliği kazandırmaktır.

“Öğrenmeyi öğretmek” kavramını geç de olsa öğrendik! Fakat “düşünmeyi öğretmek” bunu tamamlamazsa, daha doğrusu buna temel olmazsa, hiçbir kârımız olmaz.

Düşünce yüklemeyin; düşünceleri, düşünmeyi öğretme eğitiminin malzemesi olarak kullanın. Düşünce hamallarına da, düşünce mankenlerine de hiç mi hiç ihtiyacımız yok. Onlardan sadece kaş yaparken göz çıkaran iyi niyetli tahripçiler üretebilirsiniz. Solda da böyledir, sağ’da da; hatta merkezde de!

Adam sol’u biliyor, başka bir şey bilmiyor. Yahut liberalliği biliyor başka bir şey bilmiyor. Veya İslâm’ı biliyor, başka bir şey bilmiyor… Asla mümkün değil. “Başka bir şey bilmiyor” ise, o, bildiğini zannettiği şeyi de tam olarak bilemez. Cemil Meriç, “Batı’yı bilmeyen İslâm’ı da bilemez” diyor ki, bu bugün doğrudur. Ama şu da doğrudur: İslâm’ı bilmeyen de Batı’yı bilemez.

Altını çiziyorum: Asıl globalleşme düşünce alanında var; ve çoktan beri var. Bu “tek tip” olmak değil; birbirini mutlaka dikkate almak manasınadır. Soyutlayamazsın, çekip koparamazsın yahut atamazsın. Medeniyetler, kültürler, ilimler tarihi böyle gelişmiş. İdeolojiler de o gelişme içinde üretilmiş. Düşünceleri ve kavramları tanımadan, onlar üzerinde düşünüp değerlendirmeler yapmadan; yeni bir düşünce yahut düşünce katkısı üretemezsiniz… İki tane el kitabı okuyup, üç tane komprime yutup bu zarureti iptal edemezsiniz. Bir şeyi iyi bilmek için; çok şeyi iyi bilmek ve her şeyi biraz bilmek gerekiyor bugün. Gittikçe zorlaşan bir dünyadayız. Bilginin çoğalması, bir açıdan, düşüncenin zorlaşması demektir. İnternet iyi kullanılırsa iyi bir araç; fakat o da yetmiyor. Özel Google’lar lâzım! Hızının artırılması büyük ihtiyaç. Ama internet, ne kitabın alternatifi olabilir; ne derginin ne gazetenin. Herkesi ve her şeyi kendi yerinde değerli ve önemli bulmak, globalleşme denilen zaruret akışının denge sigortasıdır.

Mukavemet gücü olmayanın hamle gücü de olmaz

Semra Hanım’ın oğlunu konuşurlarken bir yazar önemli bir söz söyledi: “Bizim toplumumuzun önünde bir mendirek yok. Dalgalar bize çarpıyor, yüzümüze yüzümüze vuruyor. Batı toplumu bunlardan etkilenmez, biz etkileniyoruz.”

İstersen mendirek de, istersen süzgeç, istersen zırh, istersen pusula, istersen sigorta… Mücadelenin ön meselesi ‘korunmak’tır. Tanpınar “mukavemet gücümüz olmadığı için, hamle gücümüz de yok” diyordu. O genci sen hangi donanımla nereye sürüyorsun? Nelere mâruz bırakıyorsun?

Bakınız, bir sürü arabesk ve pop figürü uğruna kendinden geçen, ayılan bayılan gençlik grupları var. Bu hâlin, ideolojik şartlandırmalardan hiç farkı yok. Râm olmuş, teslimiyet yaşıyor, bir özdeşlik kurma yoluyla iç boşluğunu doldurmuş. Bu noktadan sonra, kendi yanlışına lâf söyletmez, onu kendi onurunu korur gibi korur. Yönü ve rengi önemli değil bu olgu’ların; sonuç hepsinde aynıdır. Düşünemez, gelişemez, mutlu olamaz… Kavgayı sevmesi, acziyetinden ve çaresizliğindendir. İçinde yaşadığı dünyaya ve o dünyadaki çelişkilerine öfkesi var. Eğlendikleri falan yok aslında. Eğlenmeye vuruyorlar, öyleymiş gibi görünüyorlar. Onlar eğleniyormuş gibi, ötekiler düşünüyormuş gibi görünmek istiyor ve aslen aynı tepkiyi paylaşıyorlar. Aynı tepkiyi, huzursuzluğu, mutsuzluğu…

Yardım, içine bakmayı kendini bilmeyi öğretmek amacına yönelik olmalıdır. Hiç kimse başkasının sırtına binerek bir yere varamaz, başkasının ışığıyla göremez, başkasının aklıyla düşünemez. Aslî yardım, ‘kendine yardım’ın kapısını açan yardımdır.

Bir düşünür şöyle diyordu: “Benim düşündüklerimi bana tekrarlama. Beni düşündürecek şeyler söyle.” Düşünce eğitiminin ruhu budur. Gençler bunu fark edince bizi “bilmiş ukalalar” gibi görmekten vazgeçeceklerdir ve verimli diyaloglar asıl o zaman başlayacaktır. Eğitimcilerin düşünce eğitimini de kendi nefsleriyle sınırlamış olmaları, diyalog kopukluğunun en önemli sebebidir. Öyle yapınca zaten önce kavramın ruhu uçup gidiyor ve elma şekerinin sapı gibi elimizde eğitimin sadece sopası ve ezberi kalıyor.

Paradokslu ifadeleri bazen yararlı bulurum. “Geciktiğimiz için acele ediyoruz” sözü, basit bir örnek. Anlamak kolay. “Acele ettiğimiz için gecikiyoruz” sözü biraz daha zor. O kadar düşüncesiz ve aceleci kararlar verip uygulamışızdır ki; bozulmanın derinliği sebebiyle şimdi zorlanıyor ve gecikiyoruz. İşte bunun içindir ki; en verimli, en hızlı, en başarılı yol, ‘itidal yolu’dur. Ama bizde itidal deyince yavaşlık pasiflik akla geliyor! Gelin de düzeltin bu müzmin yanlışı.

Millî’yi ağırlıklı olarak savunabilirsiniz. Ama liberal gerçekleri göreceksiniz, manevî gerçekleri göreceksiniz, sosyal gerçekleri göreceksiniz. Her şeyin başına bir “millî” oturtarak hayatı istediğiniz renge boyayamazsınız ve böyle yapmaya çalışırsanız hiçbir meselenin çözümüne katkı sunmanız mümkün olmaz.

“Sol’u ağırlıklı olarak savunabilirsiniz…” ve “liberalliği ağırlıklı olarak savunabilirsiniz…” ile başlayan cümleler de aynen yukarıdaki cümle gibi doğru olur. “Manevî’yi ağırlıklı olarak savunabilirsiniz…” ile başlayan cümle de elbette ki aynıdır.

İşte en büyük sıkıntımız, eksiğimiz, zaafımız, meselemiz burada.

Her dönemi âdeta müstakil ciltler gibi yaşıyoruz. 1950’lerde ayrı bir Türkiye, 1960’larda ayrı, 1970’lerde ayrı; 1980’lerde, 1990’larda, 2000’lerde ayrı… Moda ve konjonktür bir tercihi primlendirip öne çıkarıyor, diğerleri “biz de varız!” tepkiselliğiyle bağırıp çağırıyor. Düşünce üretmemek, âdeta ortak payda konumunda kendi saltanatını sürüyor nefsâniyetle el ele vererek.

Onlar ayrı ciltler değil, yazımı hâlâ devam eden bir büyük cildin sayfaları. Tarihi ve zamanı bir de böyle okuyabilsek.

AKSİYON DERGİSİ

14.11.2005
Blogger tarafından desteklenmektedir.