YILBAŞI HÜZNÜ | Ahmet Selim
Dehşetli bir “patlamalı havai fişek” gösterisi başladı ve sahiden korktum. Sadece çocuklar değil, ben bile korktum. Bu zamana özellikle rastlatılarak bir terör eylemi mi gerçekleştirildi acaba, diye endişelendim. Bizim mahalle, koskoca bir cami meydanının sükûnetini şemsiye yapmış sakin bir köşe olduğu halde, durum buysa; kimbilir kutlama meydanlarında nasıldır?
Şiddet sadece terörde, futbol sahalarında olmaz. Bu tür kutlama gösterilerinde ürpertici bir “şiddet” eğiliminin var olduğu aşikâr değil midir? Olumlu haller kendi içinde, olumsuz haller de kendi içinde geçişlidir, akrabadır. Herkes, cesaretinin ve gayretinin elverdiği ölçüde ileri gider. Menfî’de de öyledir, müspette de.
… Sabaha karşı, herkes derin uykuya dalmış, sessiz ve ıslak sokaklarda elektrik direklerinin ölgün ışıkları titreşiyor… Konuşur gibi… Fısıldar gibi… Bu ışıklar benim çocukluğumun sokaklarında da konuşur gibiydi. Gecenin karanlık örtüsünde madde söner ama, derinlikler daha barizleşir kendi hal dilleriyle… Hiç tedirgin etmeden, dinlendiren sükûnetini hiç bozmadan. Bir alışverişi sessizce sürdürerek…
Ne yaptı bu insanlar 3-4 saat önce? Şimdi çekildiler, “yarı ölüm”e benzeyen bir teslimiyet içinde uyuyorlar. Ne kadar geniş bir zaman varmış gibi görünüyor. Saatlerce uyu. Sonra saatlerce hopla, zıpla, tepiş. Aylar-yıllar böyle geçebilir. Bir de şöyle düşünseler: Şu dakikada binlerce insan ölüyor, binlerce insan doğuyor. Nice hastalar var, her soluk alıp verişte acısını çaresizliğini hisseden. Nice yoksullar, kimsesizler, yalnızlar var… Her dakika, her saniye, kayıp giden bir fırsatı temsil ediyor aslında. Bir manayı hatırlamanın, bir şey düşünmenin, bir noktaya geçmenin fırsatı… Üç-dört saat sonra herkes uyanacak ve bıraktığı yerden başlayacak…
Hüzün hakkında güzel bir yazı okumuştum. Onu bulamadım, fakat başka bir yazıya ve cümleye rastladım: “Hüzün hüzzam makamında bir şarkıdır.” “Hüzün sisli bakar, karanfil kokar. Uyku uyanıklık arası şafak vakti düşleridir…” “Mutluluğa da karamsarlığa da eşit uzaklıkta…” “Hüzzam” benzetmesini sevdim. Öbür yazıdaki yakalayış yok ama, yaklaşım var… Her yılbaşı sabahında, hüznün çok farklı bir tonunu üstüme yapışmış bulurdum gençken. Ve hâlâ öyleyim. Paylaşmayı çok severdim, içim giderdi teselli verici paylaşmaları yaşayalım diye… Arkadaşlarımı, bütün içten kuşatma hünerlerime rağmen yönlendiremezdim… Yine de bambaşkaydı. Mahcup ve saygılı aykırılıklar, etraflarını saran içli vakur ve sevgi dolu atmosferden şikâyetçi değillerdi, yine ona sığınırlardı. Gele gele bugünlere geldik…
İnsan eğlenmez mi? Tabii ki eğlenir. Haytalık sendromunun lütfen terk edelim artık. Geçmişi anlatan çekimlerin loş ve kederli senaryolarına ne kadar kızdığımı anlatamam. Işıl ışıldık, ışıl ışıl. Okulda bile eğlenirdik. Abartılan şeyin derinliği uçar. Hababam Sınıfı hoş bir palavra. Onun anlatmak istediği şey, gerçeğinde çok daha güzeldir ve hoştur. O gam kasvet imajı nereden çıkıyor, anlamıyorum. Dayaklar, sopalar, disiplinler falan… Rahmetli Semih, aynen gerçekmiş gibi pozisyon alarak keman çalma hareketi yapardı. Sert bir adam olan müzikçi “doğru dur” diye bağırınca “hocam biraz çalayım” cevabını alır, başlardı gülmeye… Plak koymuşuz, Bach dinliyoruz ya! Semih de iştirak ediyor işte!
Biz ciddiyeti, disiplini, terbiyeyi, baskı ve karanlıkla özdeşleştirmişiz. Yoktu böyle bir şey. Biz okulu gerçekten severdik. Okulun civarında uyuşturucu satılacak, şimdiki gibi. Tasavvurlara sığmazdı. Öyle birini, her şeyden önce “kahvehane” muhitinin “abileri” haber alıp uçururdu.
Benim bir profesör ablam var. Bir araya geldiğimiz günlerin birinde geçmişi yad ederken şu soruyu sordu: “Bir sarhoş vardı. Bizim sokaktan sessizce geçip gider, kendi mahallesine varınca nara atardı. Nasıl böyle sessiz kalırdı bizim sokakta?” “Cevabı gayet basit” dedim. “Sen varsın, ben varım, biz varız.” “Utanma” kavramı değişti artık. Balkondan bakarken öyle manzaralarla karşılaşıyorum ki, utanıp çekilmek bize düşüyor. Duyarlılıklar kararlı bir trend halinde geriliyor. Sevgi, çeşitli tutkulara ve düşkünlüklere rağmen, sanki sürgünlere gönderildi. Sevgiyle bakmıyor, konuşmuyor, yaklaşmıyor, paylaşmıyor, haberleşmiyor, hasılı yaşamıyoruz. Bu sokakları, neon ışıkları değil, yüreklerden taşıp yayılan sevgiler kurtarır gurbet hüzünlerinden. Sevgisizlik, gecelerin derin aydınlığını bile karartır, küstürür. Nisbeten, nisbeten… Asla tamamen değil.
Her şey iyiye gidiyormuş gibi görünürken, bu gerilemelerin anlamı ne? Düşünce düğümü işte burada.
02.01.2005
Şiddet sadece terörde, futbol sahalarında olmaz. Bu tür kutlama gösterilerinde ürpertici bir “şiddet” eğiliminin var olduğu aşikâr değil midir? Olumlu haller kendi içinde, olumsuz haller de kendi içinde geçişlidir, akrabadır. Herkes, cesaretinin ve gayretinin elverdiği ölçüde ileri gider. Menfî’de de öyledir, müspette de.
… Sabaha karşı, herkes derin uykuya dalmış, sessiz ve ıslak sokaklarda elektrik direklerinin ölgün ışıkları titreşiyor… Konuşur gibi… Fısıldar gibi… Bu ışıklar benim çocukluğumun sokaklarında da konuşur gibiydi. Gecenin karanlık örtüsünde madde söner ama, derinlikler daha barizleşir kendi hal dilleriyle… Hiç tedirgin etmeden, dinlendiren sükûnetini hiç bozmadan. Bir alışverişi sessizce sürdürerek…
Ne yaptı bu insanlar 3-4 saat önce? Şimdi çekildiler, “yarı ölüm”e benzeyen bir teslimiyet içinde uyuyorlar. Ne kadar geniş bir zaman varmış gibi görünüyor. Saatlerce uyu. Sonra saatlerce hopla, zıpla, tepiş. Aylar-yıllar böyle geçebilir. Bir de şöyle düşünseler: Şu dakikada binlerce insan ölüyor, binlerce insan doğuyor. Nice hastalar var, her soluk alıp verişte acısını çaresizliğini hisseden. Nice yoksullar, kimsesizler, yalnızlar var… Her dakika, her saniye, kayıp giden bir fırsatı temsil ediyor aslında. Bir manayı hatırlamanın, bir şey düşünmenin, bir noktaya geçmenin fırsatı… Üç-dört saat sonra herkes uyanacak ve bıraktığı yerden başlayacak…
Hüzün hakkında güzel bir yazı okumuştum. Onu bulamadım, fakat başka bir yazıya ve cümleye rastladım: “Hüzün hüzzam makamında bir şarkıdır.” “Hüzün sisli bakar, karanfil kokar. Uyku uyanıklık arası şafak vakti düşleridir…” “Mutluluğa da karamsarlığa da eşit uzaklıkta…” “Hüzzam” benzetmesini sevdim. Öbür yazıdaki yakalayış yok ama, yaklaşım var… Her yılbaşı sabahında, hüznün çok farklı bir tonunu üstüme yapışmış bulurdum gençken. Ve hâlâ öyleyim. Paylaşmayı çok severdim, içim giderdi teselli verici paylaşmaları yaşayalım diye… Arkadaşlarımı, bütün içten kuşatma hünerlerime rağmen yönlendiremezdim… Yine de bambaşkaydı. Mahcup ve saygılı aykırılıklar, etraflarını saran içli vakur ve sevgi dolu atmosferden şikâyetçi değillerdi, yine ona sığınırlardı. Gele gele bugünlere geldik…
İnsan eğlenmez mi? Tabii ki eğlenir. Haytalık sendromunun lütfen terk edelim artık. Geçmişi anlatan çekimlerin loş ve kederli senaryolarına ne kadar kızdığımı anlatamam. Işıl ışıldık, ışıl ışıl. Okulda bile eğlenirdik. Abartılan şeyin derinliği uçar. Hababam Sınıfı hoş bir palavra. Onun anlatmak istediği şey, gerçeğinde çok daha güzeldir ve hoştur. O gam kasvet imajı nereden çıkıyor, anlamıyorum. Dayaklar, sopalar, disiplinler falan… Rahmetli Semih, aynen gerçekmiş gibi pozisyon alarak keman çalma hareketi yapardı. Sert bir adam olan müzikçi “doğru dur” diye bağırınca “hocam biraz çalayım” cevabını alır, başlardı gülmeye… Plak koymuşuz, Bach dinliyoruz ya! Semih de iştirak ediyor işte!
Biz ciddiyeti, disiplini, terbiyeyi, baskı ve karanlıkla özdeşleştirmişiz. Yoktu böyle bir şey. Biz okulu gerçekten severdik. Okulun civarında uyuşturucu satılacak, şimdiki gibi. Tasavvurlara sığmazdı. Öyle birini, her şeyden önce “kahvehane” muhitinin “abileri” haber alıp uçururdu.
Benim bir profesör ablam var. Bir araya geldiğimiz günlerin birinde geçmişi yad ederken şu soruyu sordu: “Bir sarhoş vardı. Bizim sokaktan sessizce geçip gider, kendi mahallesine varınca nara atardı. Nasıl böyle sessiz kalırdı bizim sokakta?” “Cevabı gayet basit” dedim. “Sen varsın, ben varım, biz varız.” “Utanma” kavramı değişti artık. Balkondan bakarken öyle manzaralarla karşılaşıyorum ki, utanıp çekilmek bize düşüyor. Duyarlılıklar kararlı bir trend halinde geriliyor. Sevgi, çeşitli tutkulara ve düşkünlüklere rağmen, sanki sürgünlere gönderildi. Sevgiyle bakmıyor, konuşmuyor, yaklaşmıyor, paylaşmıyor, haberleşmiyor, hasılı yaşamıyoruz. Bu sokakları, neon ışıkları değil, yüreklerden taşıp yayılan sevgiler kurtarır gurbet hüzünlerinden. Sevgisizlik, gecelerin derin aydınlığını bile karartır, küstürür. Nisbeten, nisbeten… Asla tamamen değil.
Her şey iyiye gidiyormuş gibi görünürken, bu gerilemelerin anlamı ne? Düşünce düğümü işte burada.
02.01.2005
Bu Yayına Yorum Yapın