CİLTLERE SIĞMAYACAK BİR ÂYET | Ahmet Selim

Ramazan ayı, Kur’an ayıdır, tefekkür ayıdır. Oruç, Kur’an-ı Kerim’le ve tefekkürle meşgul olmanın en uygun ruh haletini kazanmamızı sağlayacak bir ibadet. İftarı sahuru hep bu çerçeve içinde mütalaa etmemiz gerekir. Bir unutkanlık zaafı oluşmuşsa, veya oluşuyor gibiyse; oruçlu halimizle onu giderecek özel yüklemeler (takviyeler) yapmanın ihsan olunan nimetlerini vesilelerini ve fırsatlarını iyi kullanınız. Mesajın özü bu.



Çok sık vurguladığım bir kavramlar ilişkisi hakikati vardır.

Bir şeyi çok önemli bulmak, çok-çok önemli bulmak; o şeyi değerli bulmak ve kılmak, yahut onu çok başarılı verimli biçimde yararlanma ve kullanma konusu haline getirmek değildir.

“Madde her şeydir, ruh yoktur” diyenler maddeye çok önem vermekle onu iyi anlamış olmazlar. Tam tersine, bu telakki, insanı maddi alanda da çelişkilere ve başarısızlıklara sürükler ve maddeyi olduğundan daha değerli hale getirmez. Keza “ruh her şeydir madde yoktur, hiçtir” diyenler de; bu yaklaşımlarıyla ruhun hakikatini yüceltmiş olmazlar, maddeyi de silmek gibi bir sonuca varamazlar.

Akıl da öyledir.

“Rasyonalizm rasyonel değildir”, demişimdir hep. “Akıl her şeydir, aklın dışında ve üstünde, yani bilimsel (maddi) gerçekliğin dışında ve üstünde hakikat değeri ve konusu yoktur” dersiniz, aklı yüceltmiş değil, sakatlamış olursunuz.

“Bir şeyi yerine koymak adalet, koymamak zulümdür” denir. Buradaki yer, ‘asli yer’dir. Değerinin ve öneminin tam olarak taayyün ettiği yerdir; hakikatin ve realitenin tam olarak ifadelendiği yerdir. Bir kavramı ve gerçekliği asli yerine koyduğunuz zaman; onun hakkını ve değerini tam olarak vermiş, onu tam olarak kavramış olursunuz. En güzel insani hasletlerden biri olan sevgi bile öyledir. “Çok seviyorum, çok seviyorum” deyişiniz asliyet köküne ve ölçülerine bağlı ise iyidir. Ama o sevgi fart-ı muhabbet haline dönüşmüşse bir sapma oluşmuş ve sizin sevginiz aşırılık sebebiyle bozulmuş demektir.

* * *

Ben tefsir hatmini çok severim. Çünkü inanıyorum ki insan, durağan olmayan bir duyarlılıklar toplamıdır. Bu duyarlılıklar toplamının, zaman içinde farklı bir ihtiyaç ve dikkat psikolojisi oluşturduğunu dikkate almalıyız.

Sayısını bilmiyorum. Belki yüzlercedir, belki daha fazla… Fakat her tefsir hatmimde yeni notlar yeni işaretler söz konusu olmuştur. “Peki neden ben bunu daha önce işaretlememişim?” diye içimden geçirdiğim çok olmuştur. İzahını sonradan buldum. Çünkü duyarlılık konularının zamanına ve aktüelle ilgili farklı özelliklerine bağlı olarak, kendi duyarlılıklar toplamındaki dikkat elektriğinin dağılımı da farklılık gösterebiliyor. Bence hatimlerin en çarpıcı özelliği de buradadır; adet çokluğu değil, görüş ve fark ediş durumumuzdaki ihtiyaçlarımızın tekabülleriyle kendi kendimizi tamamlamamız söz konusudur. “Okudum, bitti” dersin. Ama senin ihtiyaçların bitmedi ki. Kıraatini tamamladın, kendini tamamlamadın ki.

Yine böyle bir durumla karşılaştım.

Haşr Suresi’nin 19. ayetine bakalım:

“Hem kendisi Allah’ı unutmuş, hem (Allah) kendilerini unutturmuş olanlar gibi olmayın…” (19)

Allah’ın insana kendini kendi nefsini unutturması ne demek?

Tefsirlere baktım. Zengin izahlar var ama, bir nokta mühmel kalmış gibi… Öyle geldi bana.

Allah’ı unutan, nefsani zaaflarına dalar. Maddi zevklerin, tutkuların peşinde koşar. Hiç de kendini unutmuş görünmez. Yer, içer, gezer-tozar, eğlenir, aşırı mal-mülk sahibi olur, vs….

Peki “nefsini unutturmak” nasıl gerçekleşip tezahür ediyor?

Yazımın baş tarafını hatırlayın.

Nefsani hazların gayyasına dalan o insan, çok şeye sahiptir ama mutlu değildir. Materyalisttir, ama maddenin oyuncağıdır. Akılcıdır ama, aklını kullanamaz, akli meseleleri kökte çözemez; hatta basit mantıksızlarla aptalca işler yapar.

“Allah’ı unutana, kendi nefsi unutturulur…” Nefsi burada öz varlığı demek. Öyle oluyor. Bu bir (tabir caizse) müdahale cezası değil, ilahi nizamın normal ve tabii bir sonucu. Akıl ışıktan mahrum kalıp yalnızlaşıyor, sen neyin aleyhte neyin lehte olduğunu tefrik kabiliyetini kaybediyorsun. Yani kendini, kendi dengeni kaybediyorsun. Asli varlığını, itidal ve sıhhat dengeni, onun icaplarını, devre dışı bırakıyorsun; unutuyorsun. “Allah unutturuyor” demek; Allah’ı unutma hali, Allah’ın koyduğu ilahi nizam bu sonucu veriyor demektir. Yapın öyle senin; sen, ben, bu hayat, böyle yaratılmış. Allah’ı unutanın, akıllı-dengeli-kalıcı-tatminkâr-mutlu sonuçlar elde edebilme imkanlarını kaybetmemesi yani kendini unutma durumuna düşmemesi mümkün değildir.

Öyle bir ayet ki, üzerine ciltler yazılabilir. İzahında hiç dinî referanslar kullanmadan, felsefi-sosyolojik-psikolojik ve de evrensel ciltler yazılabilir.

Unutana kendisi unutturulur. Unutan, kendisini de unutmuş olur. Sonsuz deryalara açılan bir yüce ayet… Hadi düşün şimdi! Bütün birikimini kullan, muazzam bir projektörün bir açıdan tutulan ışığından sonsuza açılmış fikri tekamül yolunda yürüyerek düşün.

Allah’ı unutmamak, bizim sadece borcumuz ve yükümlülüğümüz değil, en büyük ihtiyacımızdır. Ruhumuzun ihtiyacıdır, aklımızın ihtiyacıdır, gönlümüzün ihtiyacıdır, nefsimizin-ailemizin-toplumumuzun-insanlığımızın, mutluluğumuzun, sevgilerimizin ihtiyacıdır.

Her gün sevgi sözü ediyoruz; her vesileyle, her fırsatta. Lafını etmekle bir şey olmaz ki. Durmadan “bal, bal, bal!” desen ağzın tatlanır mı? Sevgilerin sahihleşmesi, aslileşmesi, mutedil bir genişlik içinde bütün sevgilerle dost ve bütünleşik hale gelmesi, bir nefsaniyet yumruğu gibi büzülüp katılaşarak kabuklaşmaması, Allah’ı unutmamakla mümkün. Ve, unutmamak, daimiliği tabiileştiren bir oluş-yaşayış demektir. Ara sıra hatırlamak, merasimle hatırlar gibi olmak, aslında bir unutuş tesellisi sayılır. Unutmamak bir haldir, hatırlama merasimi ise bir eylem! Unutmamak; ruhun, zihnin, gönlün, vicdanın, daimi hatırlama kıvamında müstakar bir dengeye kavuşmasıdır. Bir üstteki ayet “Ey iman edenler” diye başlıyor. “İman ettim” demekle bitmez. İman etmenin “daimi hatırlayış” kıvamında süreklilik kazanması, teneffüs ettiğiniz hava gibi karakteristik bir hale dönüşmesi gerekir.

Nefes alma hatırlanır mı?

Hiç unutulmaz ki, hatırlanması söz konusu olsun. Uyurken bile, hiç aksatmadan nefes alıp veriyoruz. Yeri gelmişken belirtelim: mütekamil iman, biz uyurken de canlıdır ve faaldir.

* * *

İnsanlık kendini unuttu mu unutmadı mı? Biz kendimizi unuttuk mu, unutmadık mı? En azından bir unutmama zaafı yaşıyor muyuz yaşamıyor muyuz?

Kutuplar eriyor, koca koca insanlar bakıyor. Bu olayı bardaktaki şekerin erimesini inceler gibi inceliyorlar. Denge bozuluşunun kazandıracağı ivmeyi ve o ivmenin sürprizlerini düşünemiyorlar. Mantıksızlık yetmez, aptallıktan başka bir şey değil.

Aletler gelişiyor; insanlar gelişmiyor, hatta geriliyor. İddialı bir sözdür bu ama, düşünülmeye değer olduğuna çok inanıyorum.

Bu insanoğlu, İslam’ı yeterince anlayamadı. Onun düşünmeye, anlamaya, bütünlüğe, itidale, senteze, kavramlar arasında çok hassas denge ilişkileri kuran derinliğindeki büyük sırlarla ilgili çok değerli işaretler lütfedilişine ait özelliklerine; yeterince yakın olamadık.

Tezekkür, tefekkürdür. Tesbih çekmek, tesbih hali içinde yaşamanın vesile figürlerinden biridir. “Ahlaklı olmak, akıllı olmaktır” cümlesi sadece İslam’la izah edilebilir. Evet, ahlaklı olmak, rasyonel bir tercihtir. Ve bu ifade formu, evrensel gafleti dağıtabilecek yegane hitap metodunun ve üslubunun anahtarıdır. Peki biz bu anahtarı ne kadar kullandık?

Unutmamak, tefekkür teminatı gerektiren bir mazhariyettir. Düşünen, düşünerek yaşayan, asla unutmaz. Tefekkür ediniz ki; unutmayasınız; tefekkür edin ki, gerçekten var olasınız; tefekkür edin ki, “akl-ı selim kalb-i selim ve zevk-i selim sentezi” içinde mutlu yaşamanın meselelerini çözebilesiniz. Tefekkür edin ki; aklınızın yetmediği noktalarda yine akla dayanarak onu aşıp mutmain olmanın feraset köprülerini ve bağlantılarını kurabilesiniz.

Bu Ramazan’ı ben o ayetle geçirdim. Bazen ağladım doya doya, bazen güldüm yaşlı gözlerle.

Anlayamayacağımız şeylerin hiçbirinden hiçbir sıkıntı duymuyorum. Anlayamadığım noktalarda aklım kendi aczinin fısıltılarıyla öyle şeyler söylüyor ki, anladıklarımın verdiği tatminden çok daha fazlası doluyor içime.

Yazımın sonuna geldiğim şu noktada itidalimi koruma görevinin sarplaştığını hissediyorum.

Ötekiler, başkaları… Kim onlar ki? Onların benim içimde bir yeri yok mu? Her ölen aşina ile benim içimin bir parçası ölmedi mi? Yardım etmek, bir anlamda kendine yardım değil mi? Tevhidin hakikati ve sırları bu gerçekleri kuşatıp anlamlandırmıyor mu?

Bizim mi bu hayat? Biz bu muyuz? Nerede bizim hayatımız, neredeyiz biz? “Kendimizi unuttuk.” itirafının işareti ne yaman ihtar. Kendimizi unutmamızı intâc eden gaflet; kalbimize, aklımıza, irademize, muhayyilemize, ruhumuza gönlümüze, özümüze ne büyük bir haksızlık, ne ağır bir zulüm.

AKSİYON DERGİSİ

08.10.2007
Blogger tarafından desteklenmektedir.