İslâm'a yaklaşımda dengeyi korumak 14.03.2011 Ali Ünal
Hz. Bediüzzaman, çok önemli bir tesbitte bulunur: "Allah Rasûlü'nün (sas) en büyük bir mucizesi, İlâhî İsimler'in tecellilerini İslâm ile nihaî sınırlarına taşıması ve bu sınırlar içinde dengeyi muhafaza etmesidir."
Kâinat gibi İslâm da, Cenab-ı Allah'ın İsimleri'nin tecellilerinden ibarettir. Peygamber Efendimiz'den önceki peygamberlerin misyonları belli zamanlar ve kavimlerle sınırlı olduğu için mesajları veya Allah'ın Dini'nden temsil ve tebliğle sorumlu bulundukları saha da, İlâhî İsimler'in bütün tecellilerini kapsamaz, misyonlarını sınırlayan zaman, kavim ve şartlar, bazı İsimlerin, dolayısıyla mesajlarında bazı hususların daha çok öne çıkmasını gerektirirdi. İslâm ise İlâhî İsimler'in bütün tecellilerini, dolayısıyla bütün peygamberlerin mesajlarındaki hakikatleri nihaî kapsamlarıyla içine aldığı gibi, Kıyamet'e kadar geçerli bir din olması hasebiyle daha başka hakikatleri de kuşatmıştır. İşte İslâm'a yaklaşım, onu anlama ve uygulamada en önemli ve belki de en zor nokta, evrenselliği, bütün zaman, şartlar ve kişilere hitap edebilirliği içinde, bir diğer ifadeyle, İlâhî İsimler'in ondaki nihaî tecellileri arasındaki dengeyi korumak, hangi zaman ve şartlarda ve hangi kişilere karşı neleri ne ölçüde öne çıkarıp neleri geriye almak gerektiğini bilmek, Muhammedî ruh içinde meselâ bazen Hz. Musa, bazen Hz. İsa, bazen Hz. İbrahim, bazen Hz. Davud, bazen Hz. Süleyman vb. gibi olabilmektir.
İslâm tarihinde itikadî mezheplerin, şeriat-tarikat veya fıkıh-tasavvuf, medrese-tekye tartışmalarının, özellikle günümüzde "İslâmî hareket" adına birbiriyle çatışan farklı farklı akımların ortaya çıkmasının, içtihad üzerindeki yersiz ve manâsız münakaşaların, âyetler ve hadisleri âdeta muharebe meydanı yapmanın en önemli bir sebebi, İslâm'a vücut veren İlâhî İsimler'in tecellileri, bir diğer açıdan, Muhammedî ruhun tayfları, Muhammedî güneşin ışığının farklı renkleri olan önceki risaletler arasındaki dengeyi görememek ve muhafaza edememektir. Sözgelimi, Zâhir İsmi'nin hükmü Bâtın İsmi'nin hükmüyle, Kadîr İsmi'nin hükmü Hakîm İsmi'nin hükmüyle, Kur'an'da ve Hadis'te apaçık olan İbrahimî ve İsevî tavır Musevî ve Nuhî tavırla birbirine karıştırılmakta, sınırlı ve hususî gerçekler sahalarından taşırılırken, evrensel gerçeklere sınırlar konabilmektedir.
Meselâ: Geçmişe ve musibetlere kader, geleceğe ve sorumluluklara beşerî irade ve teklif açısından yaklaşmak ve doğrunun bu ikisini de yerine ve zamanına göre kapsaması gerekirken sınırların aşılması, geçmiş ve musibetler gibi gelecek ve sorumluluklara da sadece kader veya sadece insan iradesi açısından yaklaşılması, Cebriye ve Mu'tezile gibi iki bâtıl mezhebin doğmasına yol açmıştır. İslâm'da Ehl-i Beyt'in çok önemli yerinin mutlaka kapsaması gerekmeyen siyasî sahaya da taşınması, Şiîliğin temelini oluşturmuştur. Yine meselâ: Mu'tezile, Cenab-ı Allah'a sadece adaleti üzerinden yaklaşmış ve O'na iman ve amel-i salih sahibini Cennet'e, kâfirleri Cehennem'e koyması, affedilmemiş büyük günah sahibi mü'minleri de bu ikisi arasında tutması mecburiyeti yüklemiştir. Oysa Allah (cc), dilediğini dilediği gibi yapan, yaptığından sorumlu olmayan ve mülkü olan bütün kâinatta ve varlıklar üzerinde dilediği şekilde tasarrufta bulunandır. Dolayısıyla O, hiçbir şeye mecbur değildir. Ama O, aynı zamanda Âdil'dir; adaleti, elbette inananla inanmayana, inanıp salih amel işleyenle günaha batmış olana aynı davranmamasını gerektirir. Allah, Âdil olduğu gibi Rahîm'dir de. Böyle olması da, O'nun büyük günah işleyen mü'min kulunu mutlaka Cehennem'e koymasını veya Cennet ile Cehennem arasında tutmasını gerektirmez; Allah, dilerse rahîmiyetiyle tecelli eder ve böyle bir kulunu affedip Cennet'ine koyabilir.
İslâm'ı, Kur'an'ı, Sünnet'i anlamada ve her şart ve zamanda ve her bir kişiye karşı İslâm'a göre davranabilmede en önemli nokta, Allah ma'rifetine sahip olmak ve İslâm'ı teşkil eden bütün İlâhî İsimler'in tecellileri arasındaki dengeyi koruyabilmektir.
Kâinat gibi İslâm da, Cenab-ı Allah'ın İsimleri'nin tecellilerinden ibarettir. Peygamber Efendimiz'den önceki peygamberlerin misyonları belli zamanlar ve kavimlerle sınırlı olduğu için mesajları veya Allah'ın Dini'nden temsil ve tebliğle sorumlu bulundukları saha da, İlâhî İsimler'in bütün tecellilerini kapsamaz, misyonlarını sınırlayan zaman, kavim ve şartlar, bazı İsimlerin, dolayısıyla mesajlarında bazı hususların daha çok öne çıkmasını gerektirirdi. İslâm ise İlâhî İsimler'in bütün tecellilerini, dolayısıyla bütün peygamberlerin mesajlarındaki hakikatleri nihaî kapsamlarıyla içine aldığı gibi, Kıyamet'e kadar geçerli bir din olması hasebiyle daha başka hakikatleri de kuşatmıştır. İşte İslâm'a yaklaşım, onu anlama ve uygulamada en önemli ve belki de en zor nokta, evrenselliği, bütün zaman, şartlar ve kişilere hitap edebilirliği içinde, bir diğer ifadeyle, İlâhî İsimler'in ondaki nihaî tecellileri arasındaki dengeyi korumak, hangi zaman ve şartlarda ve hangi kişilere karşı neleri ne ölçüde öne çıkarıp neleri geriye almak gerektiğini bilmek, Muhammedî ruh içinde meselâ bazen Hz. Musa, bazen Hz. İsa, bazen Hz. İbrahim, bazen Hz. Davud, bazen Hz. Süleyman vb. gibi olabilmektir.
İslâm tarihinde itikadî mezheplerin, şeriat-tarikat veya fıkıh-tasavvuf, medrese-tekye tartışmalarının, özellikle günümüzde "İslâmî hareket" adına birbiriyle çatışan farklı farklı akımların ortaya çıkmasının, içtihad üzerindeki yersiz ve manâsız münakaşaların, âyetler ve hadisleri âdeta muharebe meydanı yapmanın en önemli bir sebebi, İslâm'a vücut veren İlâhî İsimler'in tecellileri, bir diğer açıdan, Muhammedî ruhun tayfları, Muhammedî güneşin ışığının farklı renkleri olan önceki risaletler arasındaki dengeyi görememek ve muhafaza edememektir. Sözgelimi, Zâhir İsmi'nin hükmü Bâtın İsmi'nin hükmüyle, Kadîr İsmi'nin hükmü Hakîm İsmi'nin hükmüyle, Kur'an'da ve Hadis'te apaçık olan İbrahimî ve İsevî tavır Musevî ve Nuhî tavırla birbirine karıştırılmakta, sınırlı ve hususî gerçekler sahalarından taşırılırken, evrensel gerçeklere sınırlar konabilmektedir.
Meselâ: Geçmişe ve musibetlere kader, geleceğe ve sorumluluklara beşerî irade ve teklif açısından yaklaşmak ve doğrunun bu ikisini de yerine ve zamanına göre kapsaması gerekirken sınırların aşılması, geçmiş ve musibetler gibi gelecek ve sorumluluklara da sadece kader veya sadece insan iradesi açısından yaklaşılması, Cebriye ve Mu'tezile gibi iki bâtıl mezhebin doğmasına yol açmıştır. İslâm'da Ehl-i Beyt'in çok önemli yerinin mutlaka kapsaması gerekmeyen siyasî sahaya da taşınması, Şiîliğin temelini oluşturmuştur. Yine meselâ: Mu'tezile, Cenab-ı Allah'a sadece adaleti üzerinden yaklaşmış ve O'na iman ve amel-i salih sahibini Cennet'e, kâfirleri Cehennem'e koyması, affedilmemiş büyük günah sahibi mü'minleri de bu ikisi arasında tutması mecburiyeti yüklemiştir. Oysa Allah (cc), dilediğini dilediği gibi yapan, yaptığından sorumlu olmayan ve mülkü olan bütün kâinatta ve varlıklar üzerinde dilediği şekilde tasarrufta bulunandır. Dolayısıyla O, hiçbir şeye mecbur değildir. Ama O, aynı zamanda Âdil'dir; adaleti, elbette inananla inanmayana, inanıp salih amel işleyenle günaha batmış olana aynı davranmamasını gerektirir. Allah, Âdil olduğu gibi Rahîm'dir de. Böyle olması da, O'nun büyük günah işleyen mü'min kulunu mutlaka Cehennem'e koymasını veya Cennet ile Cehennem arasında tutmasını gerektirmez; Allah, dilerse rahîmiyetiyle tecelli eder ve böyle bir kulunu affedip Cennet'ine koyabilir.
İslâm'ı, Kur'an'ı, Sünnet'i anlamada ve her şart ve zamanda ve her bir kişiye karşı İslâm'a göre davranabilmede en önemli nokta, Allah ma'rifetine sahip olmak ve İslâm'ı teşkil eden bütün İlâhî İsimler'in tecellileri arasındaki dengeyi koruyabilmektir.
Bu Yayına Yorum Yapın