Tarih, tarihimiz ve Patrona Halil isyanı – Ali Ünal 09/06/2016

Sağlıklı dönemleri çok daha fazla bir hayatı, sadece hastalık dönemlerinden ibaret görmek ne kadar haksızca ise, bir tarihi de sadece ve bugün bize göre menfî, yani menfiyeti izafî hadiseler üzerinden genellemelere giderek değerlendirmek de, aynı şekilde haksızcadır. Elde nihaî, mutlak doğru ve yeterli deliller olmadan -ki tarihî hadiseler hakkında böyle delillerin olması çok zordur- kesin hükümler vermek de, ayrıca hem vebal, hem gayr-ı ilmîdir; “bilimsel” de değildir. Bir zaman keşif ve icatların büyüsü altında bilimin kâinatta meçhul hakikat bırakmayacağını iddia eden bilim adamları, şimdilerde bilimsel olanı “yanlışlanabilir” olmakla tarif ediyor ve bilim adına âdeta hakikat kabul etmiyorlar. Ayrıca, her zaman yeni ve farklı deliller ortaya çıkabilir, delil diye tutunduklarımız aksi deliller olarak tezahür edebilir.
Zaman zaman günümüz Türkiye’sinin puslu aynasından geçmişe dalan A. Turan Alkan bey, en son, tek bir hadise -Patrona Halil isyanı- üzerinden, “Bu hikâye -ki gerçeğin ta kendisidir-” kesin yargısıyla, ‘Bizim ecdadımız yanlış iş yapmamıştır; eline kan bulaşmamıştır’ diye bilir-bilmez konuşanlara ders ve ibret olur mu bilemem!” dersi verdiği gibi -bu dersin faydası ne olacaksa- devletin “kendi için var olmuş ve sadece kendisini düşünen bir teşkilât” olduğuna hükmedip, her zamandaki her devleti; “Muktedirlere direnen hukuk uleması klişesi, aslında bir romantik Osmanlı tarihi efsanesidir!” hükmüyle de Osmanlı tarihindeki bütün “hukuk ulemâsı”nı, yani şeyhülislâmları, kazaskerleri mahkûm ediverdi.
“Bizim ecdadımız yanlış iş yapmamıştır; eline kan bulaşmamıştır.” diyen bir kimseyi ne okudum, ne dinledim. Fakat, herhangi bir şey -kişi, hadise…- hakkında kesin bilgi sahibi olunmadan hüküm verilmemesi gerektiği Kur’ân’ın da emridir. Ve hem de yazarının kimliği aydınlatılamamış tek bir kaynağa dayanarak, -ki gerçeğin ta kendisidir- tasdik mührüyle verilen bilgiler de gerçeğin ta kendisi olmayabilir. A. Turan beyin kaynağı Abdi Tarihi’ni de yayınlayan ilim adamı, tarihçi Faik Reşit Unat, hem de Abdi Tarihi’ne yazdığı önsözde bakın ne diyor:
“Lâle Devri adıyla anılan bu devresindeki İstanbul hayatını yeter derecede aydınlık olarak tanımadığımız gibi, bu (Patrona Halil) ihtilâlinin gerçek sebep ve âmilleri de kesin olarak henüz malûmumuz değildir. Raşid ve Çelebizâde Asım Efendilerin vakanüvis sıfatıyla bize naklettikleri mahdut malûmata dayanarak bu devri bütün hususiyetleriyle öğrenmemize ve Sami Efendi’nin ihtilâlin vuuka gelişi ve bastırılışı hakkında zaptettikleriyle de bu olayı bütün açıklığıyla görüp anlamamıza imkân yoktur. Bilhassa ihtilâle tekaddüm eden 1729 ( Hicri 1142) yılı vakayiinin, her nasılsa vakanüvis tarihlerinin zaptettikleri mevzular dışında kalmış olması da, ayrıca, ihtilâle tekaddüm eden ve ihtilâlin çıkmasında âmil olan olayları büsbütün karanlıkta bırakmaktadır. Destari Salih, Suphî Tarihi, Mehmet Hulûsi Efendi Defteri… Bütün bu eserlerin ilmî bir düşünce ve usul ile yazılmış tarihçeler olmaktan daha çok, subjektif duyuş ve görüşle yazılmış hatıralar oldukları da muhakkaktır. Bu sebeple, sadece bunlara dayanarak devri veya hadiseleri izaha kalkışmaya imkân olmadığına; asıl, devrin malî, iktisadî, kültürel durumları ve sosyal hayatıyla, iç ve dış siyaset olaylarını aydınlatacak her türlü kaynakların, resmî ve hususî vesikaların işlenmesi gerektiğine de işaret etmek çok yerinde olur. Eserini neşrettiğimiz Abdi Efendi’nin (bazı değerli malûmat veriyor da olsa) kim olduğunu kesin olarak tesbit etmek, biyografisi hakkında sarih malûmat bulmak kabil olmamıştır…” İşte ilim insanı tavrı ve halâ “karanlıkta” bir hadise!
Evet, tarih, şahıslar hakkında hükmetme değil, fiilleri, sözleri, icraatı Şeriat-ı Tekvîniyye ve Garra üzerinden değerlendirip ibret alma ilmidir. Kur’ân-ı Kerim, üç yerde tarihin gayb, tarihten verdiği haberlerin gayb haberleri olduğuna ve “bunları sana -meselâ, bazen kullandığı gibi, ‘okuyoruz’ değil- ‘vahyediyoruz” diyerek, gayb hakkındaki kesin bilginin ancak vahiy yoluyla elde edilebileceğine dikkat çeker. Yaptıklarından sorumlu olmadığımız mü’min seleflerimizi yargılamakla değil, onlar için dua ve istiğfarla memuruz. Kaldı ki onlar, kendilerini savunabilmekten uzak ve savunma mümkün değilse yargılama dehşetli zulümdür. Tarihle avunmak hatadır; tarihi zihinlerde yıkmak ise daha büyük hatadır; bir şey kazandırmaz, çok şey kaybettirir.
a.unal@yenihayatgazetesi.com

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.