Güneydoğu trajedisi ve PKK meselesi (3) | 21.11.2008 | Ali Ünal
Terörle mücadele iki cephelidir: 1. Bizzat terörle mücadele, 2. Teröristlerle mücadele. Bu her iki alanda mücadele adına aşağıdaki hususlar önemlidir:
Türkiye'nin şu anda karşılaştığı problemlerin tamamında, denebilir ki, devlet-millet ayrılığı ve Türk devletinin aslî temelleri, tarihî dinamikleri ve kendi öz değerleri ile barışık olamaması yatmaktadır. Bu ayrılık giderilmeli, devlet halkıyla ve halkın değerleriyle barışık olmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti'nin 85 yıllık tarihinde ülke hesabına hayırlı çalışmalarda ve atılımlarda bulunanların halkla ve öz değerlerimizle kısmen barışık iktidarlar olması ve bunların başındaki Menderes, Özal ve Tayyip Erdoğan gibi liderlerin halk tarafından diğerlerine nazaran daha çok sevilmesi, tezimizi destekleyen önemli bir delildir. Bölge halkı, en az 1300 yıldır Müslüman'dır. Bir Müslüman kolay kolay başka bir dine girmez. Onu dininden etmeye çalışmak, onu tefessüh ettirmek demektir. Müslümanlıktan çıkan bozulmuş tereyağı gibi olur, anarşist ve terörist olur. Bu bakımdan, dinî değerler bilhassa bölgede de desteklenmeli, yaygınlaştırılmalıdır.
Güneydoğu, eğitim yönünden yıllarca, belki asırlarca ihmal edilmiştir. Eğitim yoluyla cehaleti ve cahilî düşünce ve âdetleri yok etmek, halkı eğitmek, iç kavga, rekabet ve kıskançlıkları gidermek ve insanlara insanî kemalâtı kazandırmak mümkündür. Bu yüzden, eğitim sistemimiz yeniden gözden geçirilmeli, fenler ve fen ilimleriyle dinî ilimler bir arada ve birbirini destekleyici olarak verilmelidir. Din'i gerçekten anlamış, zamanın getirdiği yeni şartları çok iyi bilen ve Din'in bu şartlara bakan yönünü iyi kavramış, bizzat Din'i kendi hayatıyla temsil eden, zihni fenlerle, kalbi dinî ilim ve değerlerle aydınlık, hayatı güzel ahlâkla bezenmiş insanlara, eğitimcilere ve âlimlere şiddetle ihtiyaç vardır.
Bilhassa halkımız için cazibe merkezi haline gelebilmiş özel eğitim-öğretim müesseseleri mutlaka desteklenmelidir. Bu türden okulların, bulundukları yerlerde terör hadiselerinin az olmasındaki etkisi bizzat en üst seviyede yetkililer tarafından hayretle müşahede ve ifade edilmiştir. Bu okullar, başarılarıyla birlikte, halkları birbirine barıştıracak, kaynaştıracak bir kapasite de sergilemektedir. Eğitim için bir diğer önemli husus, fedakârlıktır. Bölgede çok sayıda öğretmen öldürülmüştür. Sözünü ettiğimiz türden özel eğitim kurumları, fedakâr elemanlarıyla da engelleri aşabilecek kapasiteye sahiptir. Ayrıca, talebelerin barınacağı yurtların açılması ve buralarda bölge insanına, öğrenciye maddî-manevî, ruhî-fizîkî destek olunması, hem yakın hem uzun vadede problemi önleyecek en önemli çarelerden biri olarak görülmektedir.
Türkiye, gücün hakimiyetinden hâlâ kurtulamamış, hukuku tek güç olarak ikame edememiş, sivil siyasetin âdeta düşman ve tehlikeli görüldüğü, sivil-asker barış ve kaynaşmasının bir türlü sağlanamadığı, en hayatî müesseseler arasında rekabetin ve zıtlaşmanın giderilemediği bir ülke olmaktan kurtulamamıştır. Bu problem, temel insan hak ve hürriyetleri, demokrasi ve hukukun hakimiyeti temelinde giderilmedikçe diğer problemlerimizin önlenmesi de zor görünmektedir. Ayrıca, Türkiye toplumu da maalesef parçalıdır. Bir yanda kendilerine 'beyaz Türkler' de denilen, kendilerini ülkenin sahibi gibi gören, sayıca azın azı fakat ülke kaynaklarını en büyük nisbette kullanan ve tarihi, değerleri ve dinamikleriyle halkı aşağılayan bir azınlık, diğer tarafta halk kitleleri vardır. Bu parçalı olma, 1. maddede ifade edilen problemi de beslemektedir. Dolayısıyla, bu problemin aşılması da, yine temel insan hak ve hürriyetleri, demokrasi ve hukukla birlikte, adalet temelinde sosyal devlet anlayışının hakim olmasına bağlıdır.
Devlet-millet barışmasının en önemli şartlarından biri, etnik ayrılıkların üzerine gitmemektir. Etnik menşe, kimsenin tercihinde ve elinde değildir; bunu Yaratan tayin etmektedir. Etnik kimlik, idealize edilemez. Türk-Kürt ayrımı her bakımdan giderilmeli ve asla ırkî mülâhazalar üstünlük sebebi yapılmamalıdır. 'İbadet ve camide sultan, derviş ve geda birdir. Müsavat hakikî düsturdur. Takvadan, faziletten başka üstünlük sebebi yoktur.' Devlet-millet barışma ve kaynaşmasının bir diğer şartı, devletin müşfik bir peder gibi olmasında yatmaktadır. Bu, bir yandan bölgeye tayin edilecek dindar, ahlâkî değerlerle bezenmiş, bilgili ve çalışkan, müşfik ve halkla kaynaşabilecek idarecilerle sağlanabileceği gibi, bir yandan da şiddet politikalarını bir an önce terk etmekle sağlanacaktır.
Ferdin beş hakkı mukaddestir ve koruma altına alınmalıdır. Bunlar, din, akıl ve beden sağlığı, can, mal ve nesil hürriyet ve emniyetidir. Devlet, bu beş hürriyet ve emniyeti herkes için sağlamakla yükümlüdür. Ayrıca, suçun şahsîliği de nazara alınmalı ve bazı suçlulardan dolayı bir aile, bir köy, bir bölgeyi cezalandırma yoluna asla gidilmemelidir. Adlî tedbirlerde adaletten asla sapılmamalı ve 'Bir topluluğa olan düşmanlığınız sizi adalet yapmaktan alıkoymasın.' yüce düsturu esas alınmalıdır. Kaldı ki, ortada düşman olunacak bir topluluk yoktur. İşlenen suçlarda devlet kendi sorumluluğunu da araştırmalı ve suçun işlenme zeminini ortadan kaldırmaya çalışmalıdır.
Türkiye, yargı reformuna şiddetle muhtaçtır. Halkta yargıya güven olmadığı gibi, bilhassa yüksek yargı organları siyasete bulaşmışlık şaibesi altındadır. Yargı, Türkiye'de çatışan güçlerin asla tarafı olmamalı, halk nazarında en itibarlı kurum olma hüviyetini kazanmalı, hukuktan asla sapmamalıdır. Adaletin ve onu birinci derecede temsil etmesi gereken yargının bırakacağı boşluğu başka hiçbir şey dolduramaz.
Türkiye, dış politikasını ve dış politika önceliklerini her zaman iyi ayarlamak zorundadır. Ülkenin menfaati her şeyin üstünde tutularak, ideolojik yönelişlerden arınarak ve sürekli değişen şartlar göz önüne alınarak akılcı, şahsiyetli, çok yönlü, yakın-orta-uzun vadeleri olan ve inisiyatif sahibi bir dış politika izlenmesi zarurîdir. Bu da, her bakımdan güçlü olmaktan geçer. Bu noktada, emekli büyükelçi İsmail Berdük Olgaçay'ın tesbitleri gerçekten yerindedir: 'Türk dış politikası üç hususta ipotek altındadır. Bir kere, Türkiye'nin astronomik seviyelere çıkmış dış borcu, dış politikada hareket etme imkânını büyük oranda sınırlamaktadır. Türk dış politikasını zorlayan ikinci ipotek, Türkiye'nin silah sanayiindeki Batı'ya bağımlılığıdır. Üçüncü ipotek ise, artık politikacılarımızı kendi irademizle belirleme özgürlüğümüzün yavaş yavaş elimizden alınmasıdır.' (Zaman gazetesi, 31 Ocak 1994). Sayın Olgaçay'ın tesbitleri, bugün de büyük ölçüde geçerlidir. Silah alımında ve modernizasyonunda dışarıya bağımlılık gözden geçirilmeli, sürekli silah alımı ve modernizasyonuyla terör arasında münasebet olup olmadığı mutlaka dikkate alınmalıdır. Şahsiyetli bir dış politika, her birimde yönetim mekanizmasını ellerinde tutanların bazı merkezlerle menfaat ilişkilerine ve masonluk gibi kökü dışarıda derneklerle bağlantılarına kesinlikle son verilmesini ve ülke içinde politika belirleyici hale gelmiş bulunan mafya ve yasa üstü kuruluşların gücünün kırılmasını da gerektirmektedir. Bunun için açık ve şeffaf politikalara ve demokratik hakların genişletilip yaygınlaştırılmasına ihtiyaç vardır.
Askerî harcamalar, silah alım ve modernizasyonları mutlaka sivil denetime açık olmalı, ordumuz, problemin tek muhatabı, çözümün yegâne mercii olmaktan çıkmalıdır. Onun yerine, bölgeye ve bölge insanına başka türlü bakan şovenist ideoloji, duygu, yaklaşım ve tavırlardan uzak, insana, bilhassa kendi insanına sevgi ve şefkat duyan, ahlâklı, iyi yetişmiş özel timlerin başarı şansı ordununkinden çok daha fazladır. Olağanüstü hal uygulamasının, bazı idarecilerin bilhassa esrar ve silah kaçakçılığı gibi kirli işlerle şaibe altında kalmalarından başka, özellikle müsbet bir fonksiyon görüp görmediği, terörü önlemede fayda getirip getirmediği her zaman sorgulanabilir. Ayrıca, bölgede tek partili dönemde 16 isyan görülürken, çok partili hayata geçildikten sonra 12 Eylül yıllarında palazlanan PKK terörüne kadar herhangi bir isyanın vâki olmaması da üzerinde durmaya değer bir husustur. Bu da, sertliğin, gayr-ı demokratik uygulamaların fayda değil zarar getirdiğini ortaya koymaktadır. Aynı şekilde, koruculuk sistemi de faydadan çok zarar getirmiş görünmektedir. Bu tür uygulamalara gerek olup olmadığı çok iyi etüt edilmelidir.
Her meselenin çözümünde en önemli bir görev de medyaya düşmektedir. Fakat büyük bölümü itibarıyla medyanın yayınları, problem çözücü değil problem artırıcı bir mahiyet arz etmekte, hadiselerin âdeta birer reyting aracı olarak istismar edildiği esefle müşahede olunmaktadır. Yayınlarda mübalâğalar, yalanlar, heyecan körüklemeler, tahrikler, siyaset ve menfaat tercihli çarpıtmalar, gerçeklerin çok önünde gitmektedir. Medyadaki acı ve gayrı ahlâkî istismarlar mutlaka durdurulmalıdır. Medya, ayrıca, olaylara serinkanlı yaklaşıp, ayırımları körüklemekten kaçınmalı, gerçeklere uygun yayın yapmalı, problemin üzerine benzin dökerek gitmemelidir.
Hem bir devlet görevini yerine getirmek, hem de istismarları önlemek için bölgenin fakirliği giderilmelidir. Çok kaba ve özet bir tesbitle, Osmanlı'nın en buhranlı dönemlerinde bile Türkiye'nin kalan yöreleriyle çok farklılık arz etmeyen bölgeye gerekli önem verilseydi, meselâ, fizikî ve sosyo-ekonomik altyapı imkânları geliştirilmiş olsaydı; yıllarca petrole eşdeğer olarak kabul edilen hayvancılık âdeta durma noktasına getirilmeseydi; kaçakçılık yapılıyor bahanesine sığınılmadan sınır ticareti geliştirilseydi; sadece bir kısmı Batman rafinerisinde işlenip kalanı İskenderun'a gönderilen petrol misalinde görüldüğü gibi, bölge kaynaklarını işleyecek tesisler bölge dışında değil de bölgede yer alsaydı; bugün Türkiye'yi bir Türkiye daha yapacak güçte olduğu varsayılan ve beş çeyrek asır önce Abdülhamid tarafından düşünülen GAP, hiç olmazsa 30-35 yıl önce şartların imkân verdiği ölçüde kademe kademe devreye alınsaydı; barajlardan enerjinin yanı sıra sulama işinde de faydalanılsaydı; bölgeye kalkınmanın sosyal boyutu olarak daha fazla demokrasi, teşebbüs, inanç ve fikir hürriyeti götürülebilse ve bölge Türkiye'nin kalan kısmına entegre edilerek göçler önlenseydi; modern usûllerde tarım desteklense ve arsa rantçılığı gibi rantçılığa kaçılmasaydı ve bölge sermayesi bölgede değerlendirilebilseydi, bölge ile Akdeniz, hattâ Ege arasında büyük farklar olur muydu ve teröre bu kadar hazır zemin bulunur muydu?
Güneydoğu meselesi, ilk bölümde izahına çalışıldığı üzere, çoklarının pay aldığı bir pastaya dönmüş durumdadır. Meselâ 1995 yılında, Yeni Yüzyıl gazetesinde çıkan bir haberde, Hollanda'da tutuklu bulunan Baybaşin, burada isimlerini vermek istemediğimiz üst seviyede pek çok devlet yetkilisinin uyuşturucu ticaretine ortak olduğunu öne sürmüştür. Baybaşin, 'Mafya, devletin ta kendisi!' demektedir. Millî Savunma Bakanlığı'nın açıklamasına göre, daha 1990'ların başları itibarıyla PKK'nın beyaz vurgundan elde ettiği para 250 trilyondu. Ve dikkate alınması gereken iddialara göre, bu işte bazı devletliler de PKK ile ortak çalışmaktadır. Bu kirli ilişkiler meydana konup PKK meselesi kirli bir pasta olmaktan çıkarılmalıdır. Aksi halde, 'PKK terörü gerçekten önlenmek mi, yoksa korunmak mı isteniyor?' sorusu daima zihinlerde kalacaktır. Faili meçhul cinayetler, işkenceler, aynı kirli pastanın başka unsurları durumundadır.
Son söz: PKK, asla Kürtlere hürriyet ve Kürt halkının saadeti için çalışan bir örgüt değildir; tam aksine, PKK teröründen en büyük zararı Kürt halkı ve onların yaşadığı yerler çekmiştir. PKK, büyük güçler, ilaveten, bu güçlerin Türkiye'deki uzantıları olan 'derin' merkezler ve ülke içinde çatışan bazı unsurlar tarafından bölgede İsrail'i rahatlatacak bir oluşum adına Türk-Kürt ayrımını körüklemek ve Kürt kardeşlerimizi Türkiye'den soğutmak, ayrıca bölge politikalarına ve bilhassa Türk iç siyasetine yön vermek ve Türkiye'nin güçlü bir ülke olarak büyüklük rampasına sıçramasını önlemek için kurulup kullanıldığı şaibesi altında uluslararası terör, kaçakçılık ve uyuşturucu örgütü manzarası arz etmektedir. Onunla mücadele, yukarda arz etmeye çalıştığımız şekilde çok yönlü olmak zorundadır ve bu bir millî dava, ülkenin bugünü ve yarını adına çok önemli bir sorumluluk haline gelmiştir. Bu davada başarılı olunması için önce iyi niyet ve samimiyet, sonra zihniyet değişikliği ve en son da gerekli donanım ve strateji üç önemli şarttır.
Zaman
Türkiye'nin şu anda karşılaştığı problemlerin tamamında, denebilir ki, devlet-millet ayrılığı ve Türk devletinin aslî temelleri, tarihî dinamikleri ve kendi öz değerleri ile barışık olamaması yatmaktadır. Bu ayrılık giderilmeli, devlet halkıyla ve halkın değerleriyle barışık olmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti'nin 85 yıllık tarihinde ülke hesabına hayırlı çalışmalarda ve atılımlarda bulunanların halkla ve öz değerlerimizle kısmen barışık iktidarlar olması ve bunların başındaki Menderes, Özal ve Tayyip Erdoğan gibi liderlerin halk tarafından diğerlerine nazaran daha çok sevilmesi, tezimizi destekleyen önemli bir delildir. Bölge halkı, en az 1300 yıldır Müslüman'dır. Bir Müslüman kolay kolay başka bir dine girmez. Onu dininden etmeye çalışmak, onu tefessüh ettirmek demektir. Müslümanlıktan çıkan bozulmuş tereyağı gibi olur, anarşist ve terörist olur. Bu bakımdan, dinî değerler bilhassa bölgede de desteklenmeli, yaygınlaştırılmalıdır.
Güneydoğu, eğitim yönünden yıllarca, belki asırlarca ihmal edilmiştir. Eğitim yoluyla cehaleti ve cahilî düşünce ve âdetleri yok etmek, halkı eğitmek, iç kavga, rekabet ve kıskançlıkları gidermek ve insanlara insanî kemalâtı kazandırmak mümkündür. Bu yüzden, eğitim sistemimiz yeniden gözden geçirilmeli, fenler ve fen ilimleriyle dinî ilimler bir arada ve birbirini destekleyici olarak verilmelidir. Din'i gerçekten anlamış, zamanın getirdiği yeni şartları çok iyi bilen ve Din'in bu şartlara bakan yönünü iyi kavramış, bizzat Din'i kendi hayatıyla temsil eden, zihni fenlerle, kalbi dinî ilim ve değerlerle aydınlık, hayatı güzel ahlâkla bezenmiş insanlara, eğitimcilere ve âlimlere şiddetle ihtiyaç vardır.
Bilhassa halkımız için cazibe merkezi haline gelebilmiş özel eğitim-öğretim müesseseleri mutlaka desteklenmelidir. Bu türden okulların, bulundukları yerlerde terör hadiselerinin az olmasındaki etkisi bizzat en üst seviyede yetkililer tarafından hayretle müşahede ve ifade edilmiştir. Bu okullar, başarılarıyla birlikte, halkları birbirine barıştıracak, kaynaştıracak bir kapasite de sergilemektedir. Eğitim için bir diğer önemli husus, fedakârlıktır. Bölgede çok sayıda öğretmen öldürülmüştür. Sözünü ettiğimiz türden özel eğitim kurumları, fedakâr elemanlarıyla da engelleri aşabilecek kapasiteye sahiptir. Ayrıca, talebelerin barınacağı yurtların açılması ve buralarda bölge insanına, öğrenciye maddî-manevî, ruhî-fizîkî destek olunması, hem yakın hem uzun vadede problemi önleyecek en önemli çarelerden biri olarak görülmektedir.
Türkiye, gücün hakimiyetinden hâlâ kurtulamamış, hukuku tek güç olarak ikame edememiş, sivil siyasetin âdeta düşman ve tehlikeli görüldüğü, sivil-asker barış ve kaynaşmasının bir türlü sağlanamadığı, en hayatî müesseseler arasında rekabetin ve zıtlaşmanın giderilemediği bir ülke olmaktan kurtulamamıştır. Bu problem, temel insan hak ve hürriyetleri, demokrasi ve hukukun hakimiyeti temelinde giderilmedikçe diğer problemlerimizin önlenmesi de zor görünmektedir. Ayrıca, Türkiye toplumu da maalesef parçalıdır. Bir yanda kendilerine 'beyaz Türkler' de denilen, kendilerini ülkenin sahibi gibi gören, sayıca azın azı fakat ülke kaynaklarını en büyük nisbette kullanan ve tarihi, değerleri ve dinamikleriyle halkı aşağılayan bir azınlık, diğer tarafta halk kitleleri vardır. Bu parçalı olma, 1. maddede ifade edilen problemi de beslemektedir. Dolayısıyla, bu problemin aşılması da, yine temel insan hak ve hürriyetleri, demokrasi ve hukukla birlikte, adalet temelinde sosyal devlet anlayışının hakim olmasına bağlıdır.
Devlet-millet barışmasının en önemli şartlarından biri, etnik ayrılıkların üzerine gitmemektir. Etnik menşe, kimsenin tercihinde ve elinde değildir; bunu Yaratan tayin etmektedir. Etnik kimlik, idealize edilemez. Türk-Kürt ayrımı her bakımdan giderilmeli ve asla ırkî mülâhazalar üstünlük sebebi yapılmamalıdır. 'İbadet ve camide sultan, derviş ve geda birdir. Müsavat hakikî düsturdur. Takvadan, faziletten başka üstünlük sebebi yoktur.' Devlet-millet barışma ve kaynaşmasının bir diğer şartı, devletin müşfik bir peder gibi olmasında yatmaktadır. Bu, bir yandan bölgeye tayin edilecek dindar, ahlâkî değerlerle bezenmiş, bilgili ve çalışkan, müşfik ve halkla kaynaşabilecek idarecilerle sağlanabileceği gibi, bir yandan da şiddet politikalarını bir an önce terk etmekle sağlanacaktır.
Ferdin beş hakkı mukaddestir ve koruma altına alınmalıdır. Bunlar, din, akıl ve beden sağlığı, can, mal ve nesil hürriyet ve emniyetidir. Devlet, bu beş hürriyet ve emniyeti herkes için sağlamakla yükümlüdür. Ayrıca, suçun şahsîliği de nazara alınmalı ve bazı suçlulardan dolayı bir aile, bir köy, bir bölgeyi cezalandırma yoluna asla gidilmemelidir. Adlî tedbirlerde adaletten asla sapılmamalı ve 'Bir topluluğa olan düşmanlığınız sizi adalet yapmaktan alıkoymasın.' yüce düsturu esas alınmalıdır. Kaldı ki, ortada düşman olunacak bir topluluk yoktur. İşlenen suçlarda devlet kendi sorumluluğunu da araştırmalı ve suçun işlenme zeminini ortadan kaldırmaya çalışmalıdır.
Türkiye, yargı reformuna şiddetle muhtaçtır. Halkta yargıya güven olmadığı gibi, bilhassa yüksek yargı organları siyasete bulaşmışlık şaibesi altındadır. Yargı, Türkiye'de çatışan güçlerin asla tarafı olmamalı, halk nazarında en itibarlı kurum olma hüviyetini kazanmalı, hukuktan asla sapmamalıdır. Adaletin ve onu birinci derecede temsil etmesi gereken yargının bırakacağı boşluğu başka hiçbir şey dolduramaz.
Türkiye, dış politikasını ve dış politika önceliklerini her zaman iyi ayarlamak zorundadır. Ülkenin menfaati her şeyin üstünde tutularak, ideolojik yönelişlerden arınarak ve sürekli değişen şartlar göz önüne alınarak akılcı, şahsiyetli, çok yönlü, yakın-orta-uzun vadeleri olan ve inisiyatif sahibi bir dış politika izlenmesi zarurîdir. Bu da, her bakımdan güçlü olmaktan geçer. Bu noktada, emekli büyükelçi İsmail Berdük Olgaçay'ın tesbitleri gerçekten yerindedir: 'Türk dış politikası üç hususta ipotek altındadır. Bir kere, Türkiye'nin astronomik seviyelere çıkmış dış borcu, dış politikada hareket etme imkânını büyük oranda sınırlamaktadır. Türk dış politikasını zorlayan ikinci ipotek, Türkiye'nin silah sanayiindeki Batı'ya bağımlılığıdır. Üçüncü ipotek ise, artık politikacılarımızı kendi irademizle belirleme özgürlüğümüzün yavaş yavaş elimizden alınmasıdır.' (Zaman gazetesi, 31 Ocak 1994). Sayın Olgaçay'ın tesbitleri, bugün de büyük ölçüde geçerlidir. Silah alımında ve modernizasyonunda dışarıya bağımlılık gözden geçirilmeli, sürekli silah alımı ve modernizasyonuyla terör arasında münasebet olup olmadığı mutlaka dikkate alınmalıdır. Şahsiyetli bir dış politika, her birimde yönetim mekanizmasını ellerinde tutanların bazı merkezlerle menfaat ilişkilerine ve masonluk gibi kökü dışarıda derneklerle bağlantılarına kesinlikle son verilmesini ve ülke içinde politika belirleyici hale gelmiş bulunan mafya ve yasa üstü kuruluşların gücünün kırılmasını da gerektirmektedir. Bunun için açık ve şeffaf politikalara ve demokratik hakların genişletilip yaygınlaştırılmasına ihtiyaç vardır.
Askerî harcamalar, silah alım ve modernizasyonları mutlaka sivil denetime açık olmalı, ordumuz, problemin tek muhatabı, çözümün yegâne mercii olmaktan çıkmalıdır. Onun yerine, bölgeye ve bölge insanına başka türlü bakan şovenist ideoloji, duygu, yaklaşım ve tavırlardan uzak, insana, bilhassa kendi insanına sevgi ve şefkat duyan, ahlâklı, iyi yetişmiş özel timlerin başarı şansı ordununkinden çok daha fazladır. Olağanüstü hal uygulamasının, bazı idarecilerin bilhassa esrar ve silah kaçakçılığı gibi kirli işlerle şaibe altında kalmalarından başka, özellikle müsbet bir fonksiyon görüp görmediği, terörü önlemede fayda getirip getirmediği her zaman sorgulanabilir. Ayrıca, bölgede tek partili dönemde 16 isyan görülürken, çok partili hayata geçildikten sonra 12 Eylül yıllarında palazlanan PKK terörüne kadar herhangi bir isyanın vâki olmaması da üzerinde durmaya değer bir husustur. Bu da, sertliğin, gayr-ı demokratik uygulamaların fayda değil zarar getirdiğini ortaya koymaktadır. Aynı şekilde, koruculuk sistemi de faydadan çok zarar getirmiş görünmektedir. Bu tür uygulamalara gerek olup olmadığı çok iyi etüt edilmelidir.
Her meselenin çözümünde en önemli bir görev de medyaya düşmektedir. Fakat büyük bölümü itibarıyla medyanın yayınları, problem çözücü değil problem artırıcı bir mahiyet arz etmekte, hadiselerin âdeta birer reyting aracı olarak istismar edildiği esefle müşahede olunmaktadır. Yayınlarda mübalâğalar, yalanlar, heyecan körüklemeler, tahrikler, siyaset ve menfaat tercihli çarpıtmalar, gerçeklerin çok önünde gitmektedir. Medyadaki acı ve gayrı ahlâkî istismarlar mutlaka durdurulmalıdır. Medya, ayrıca, olaylara serinkanlı yaklaşıp, ayırımları körüklemekten kaçınmalı, gerçeklere uygun yayın yapmalı, problemin üzerine benzin dökerek gitmemelidir.
Hem bir devlet görevini yerine getirmek, hem de istismarları önlemek için bölgenin fakirliği giderilmelidir. Çok kaba ve özet bir tesbitle, Osmanlı'nın en buhranlı dönemlerinde bile Türkiye'nin kalan yöreleriyle çok farklılık arz etmeyen bölgeye gerekli önem verilseydi, meselâ, fizikî ve sosyo-ekonomik altyapı imkânları geliştirilmiş olsaydı; yıllarca petrole eşdeğer olarak kabul edilen hayvancılık âdeta durma noktasına getirilmeseydi; kaçakçılık yapılıyor bahanesine sığınılmadan sınır ticareti geliştirilseydi; sadece bir kısmı Batman rafinerisinde işlenip kalanı İskenderun'a gönderilen petrol misalinde görüldüğü gibi, bölge kaynaklarını işleyecek tesisler bölge dışında değil de bölgede yer alsaydı; bugün Türkiye'yi bir Türkiye daha yapacak güçte olduğu varsayılan ve beş çeyrek asır önce Abdülhamid tarafından düşünülen GAP, hiç olmazsa 30-35 yıl önce şartların imkân verdiği ölçüde kademe kademe devreye alınsaydı; barajlardan enerjinin yanı sıra sulama işinde de faydalanılsaydı; bölgeye kalkınmanın sosyal boyutu olarak daha fazla demokrasi, teşebbüs, inanç ve fikir hürriyeti götürülebilse ve bölge Türkiye'nin kalan kısmına entegre edilerek göçler önlenseydi; modern usûllerde tarım desteklense ve arsa rantçılığı gibi rantçılığa kaçılmasaydı ve bölge sermayesi bölgede değerlendirilebilseydi, bölge ile Akdeniz, hattâ Ege arasında büyük farklar olur muydu ve teröre bu kadar hazır zemin bulunur muydu?
Güneydoğu meselesi, ilk bölümde izahına çalışıldığı üzere, çoklarının pay aldığı bir pastaya dönmüş durumdadır. Meselâ 1995 yılında, Yeni Yüzyıl gazetesinde çıkan bir haberde, Hollanda'da tutuklu bulunan Baybaşin, burada isimlerini vermek istemediğimiz üst seviyede pek çok devlet yetkilisinin uyuşturucu ticaretine ortak olduğunu öne sürmüştür. Baybaşin, 'Mafya, devletin ta kendisi!' demektedir. Millî Savunma Bakanlığı'nın açıklamasına göre, daha 1990'ların başları itibarıyla PKK'nın beyaz vurgundan elde ettiği para 250 trilyondu. Ve dikkate alınması gereken iddialara göre, bu işte bazı devletliler de PKK ile ortak çalışmaktadır. Bu kirli ilişkiler meydana konup PKK meselesi kirli bir pasta olmaktan çıkarılmalıdır. Aksi halde, 'PKK terörü gerçekten önlenmek mi, yoksa korunmak mı isteniyor?' sorusu daima zihinlerde kalacaktır. Faili meçhul cinayetler, işkenceler, aynı kirli pastanın başka unsurları durumundadır.
Son söz: PKK, asla Kürtlere hürriyet ve Kürt halkının saadeti için çalışan bir örgüt değildir; tam aksine, PKK teröründen en büyük zararı Kürt halkı ve onların yaşadığı yerler çekmiştir. PKK, büyük güçler, ilaveten, bu güçlerin Türkiye'deki uzantıları olan 'derin' merkezler ve ülke içinde çatışan bazı unsurlar tarafından bölgede İsrail'i rahatlatacak bir oluşum adına Türk-Kürt ayrımını körüklemek ve Kürt kardeşlerimizi Türkiye'den soğutmak, ayrıca bölge politikalarına ve bilhassa Türk iç siyasetine yön vermek ve Türkiye'nin güçlü bir ülke olarak büyüklük rampasına sıçramasını önlemek için kurulup kullanıldığı şaibesi altında uluslararası terör, kaçakçılık ve uyuşturucu örgütü manzarası arz etmektedir. Onunla mücadele, yukarda arz etmeye çalıştığımız şekilde çok yönlü olmak zorundadır ve bu bir millî dava, ülkenin bugünü ve yarını adına çok önemli bir sorumluluk haline gelmiştir. Bu davada başarılı olunması için önce iyi niyet ve samimiyet, sonra zihniyet değişikliği ve en son da gerekli donanım ve strateji üç önemli şarttır.
Zaman
Bu Yayına Yorum Yapın