Güneydoğu trajedisi ve PKK meselesi (2) | 21.11.2008 | Ali Ünal
Dış tesirler, içte zemin buldukları zamandır ki, hedefledikleri meşum rolü oynayabilirler. Güneydoğu ve PKK probleminin iç sebeplerini de şöyle sıralayabiliriz:
Cumhuriyet idaresi geçmişi ret, İslâm'ı en azından kontrol politikasıyla gelmiş, İslâm'ın yerine 'ulusal' bir ideoloji yerleştirme maksadıyla bilhassa başlangıç yılları itibariyle tam bir 'ulusçu' teze oturmuştur. Bir zaman, 'Biz Lozan'daki görüşmelerimizde millî davalarımızı 'biz Türkler ve Kürtler' diye bir millet olarak müdafaa ettik ve kabul ettirdik.' diyen İsmet İnönü, daha sonra şu demeci vermiştir: 'Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırkî haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.'
1925 yılında kabul edilen Şark Islahat Planı'nın 41. maddesi de şöyle idi:
'Malatya, Elazığ, Diyarbakır, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişgezek, Ovacık, Adıyaman, Besni, Arga Hekimhan, Birecik, Çermik vilâyet ve kaza merkezlerindeki hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda Türkçeden başka dil kullananlar, hükümet ve belediyenin emirlerine aykırı davranmakla suçlanacak ve cezalandırılacaktır.'
Bu ve benzeri kanunlar yer yer zorla uygulanmış, en küçük talep ve hareketler bazen şiddetli te'diplerle karşılaşmıştır. (Hatipoğlu, Bir Başka Açıdan Kürt Sorunu, 36-39) Şeyh Said isyanı, Raçkotan ve Raman te'dip harekâtları, Sason ve Ağrı ayaklanmaları, Dersim 'ayaklanması' büyük şiddet uygulanarak bastırılmış, meselâ Dersim 'ayaklanması' bastırılırken yağma bile yapılmıştır. (Mazlum-Der, Kürt Sorunu Forumu, 209-211; N.Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları).
Seçkinci aydınların desteğindeki devlet, halktan uzaktır ve halk devlete küskündür. Sistem, bir bakıma iç kavga ve sürtüşmelere âdeta ihtiyaç duymuş, bunlar üzerinden varlığını sürdürmüştür. Milletimiz gibi medeniyet kurucu ve tarih yapıcı bir halkın ve onun ülkesinin, devletinin devamlı iç sürtüşmelerle meşgul edilip, dışta inisiyatif almaktan alıkonulması, elbette dünyadaki egemen güçlerin de her zaman en önemli stratejilerinden biri olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, inancı, tarihi, değerleri ve aslî dinamikleriyle halkının büyük çoğunluğunu düşman gibi görüp, ülkenin güvenlik konseptini sürekli ve hiçbir zaman çerçevesi çizilmemiş irtica ve bölücülükle mücadele üzerine oturttuğu, Doğu ve Güneydoğu'da yaşayan vatandaşlarımız da daha dindar ve aralarında Kürt nüfus daha çok bulunduğu için, bu halk söz konusu mücadeleye iki kat hedef kılınmış, bölge, idamlar, tenkiller, te'dipler ve mecburî iskân gibi uygulamalarla sık sık karşı karşıya gelmiştir. Bu noktadan bakıldığında, bölgenin milyonlarca halkını yerinden eden ve göçe zorlayan PKK terörünün, bir bakıma hem devletin mecburî iskân siyasetine hem de Güneydoğu'nun boşaltılmasına ve dolayısıyla bunu isteyen bazı haricî güçlerin ve devletlerin politikalarına hizmet ettiği açıktır.
Devletin söz konusu tavrı, PKK terörünü bastırma operasyonlarında da belli ölçülerde sürmüştür. 1992'de Şırnak'ta, 1993'te Lice'de yaşananlar, Mardin Derik, Batman Heybetli köyü, Şırnak'ın Kumçatı, Sapaca, Gever, Çağlayan ve Hisar köyleri, Hakkâri Şemdinli, Tunceli Yukarı Karataş köyü, Diyarbakır Lice, Hakkâri Yüksekova, Diyarbakır Kunuklu, Genç ve Kale arasındaki Kaledibi, Silvan Dutveren köyü, Adaklı Kazlık köyü ve Diyarbakır Hazro köylerindeki birtakım uygulamalar, terörü önlemekten çok halkı devlete bütün bütün küstürme noktasında cereyan etmiştir (1994 Türkiye İnsan Hakları Raporu, 61-64; Mazlum-Der, Kürt Sorunu Forumu, 338-340). Bu tür davranışların PKK'ya nasıl yaradığını Öcalan şöyle anlatıyor:
'Bizim askerî zorumuzla yaptığımız ufak bir eylem, bir alanı bize açıyor. Ordunun, yani zorun Türk siyasîleri tarafından ölçüsüz kullanılması, işkenceler, tutuklamalar ise halkın akın halinde PKK'ya taraftar olmasına yol açtı. Cizre, Nusaybin bunun açık örnekleridir.' (Rafet Ballı, 'Kürt Dosyası'ndan: Akrebin Kıskacında Güneydoğu, 169-170).
Gücün ölçüsüz kullanılması gibi, bilhassa hapishanelerde ayyuka çıkan işkence olayları, faili meçhul cinayetler, yargısız infazlar, ortadan kaybolmalar ve mayın patlaması sonucu ölümler de PKK'nın ekmeğine yağ sürmüştür.
Şüpheler, sûistimaller
Bölgede her şey birbirine karışmış durumdadır. Meydana gelen terör atmosfer ve ekonomisinden çokları pay almaya çalışmakta, aydınlanamayan pek çok hadise de problemi karmakarışık hale getirmektedir.
Meselâ, PKK terörüne en büyük darbelerin vurulduğu bir dönemde 7.7.1991 günü cesedi Ergani-Mardin yolu üzerinde bulunan HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın'ın öldürülmesi, bölgede terörün azması ve PKK'nın taban oluşturmasında en önemli dönüm noktalarından birini teşkil etmiştir. Cinayetin Diyarbakır siyasî şubede görevli MİT mensubu iki polis tarafından işlendiği iddia edilmiş, hatta bu iki polisin adı bile verilmiştir. (Hatipoğlu, a.g.e., 135). Aynı şekilde, tezkere almış 33 askerimizin korumasız olarak minibüsle Erzincan'a gönderilirken 24.5.1993'te Bingöl'de katledilmesinin sır perdesi yeni yeni aralanmaktadır.
Köy koruculuğu ve daha başka vakıalar hadiseyi daha da karmaşıklaştırmaktadır. Uğur Mumcu'nun öldürülmesinden sonra kurulan ve çalışmalarını 1995 yılı Nisan ayında tamamlayabilen Meclis Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu raporunda, faili meçhul cinayetlerin 1991 yılından sonra hızla arttığı ve toplumda panik meydana getirdiği vurgulanarak, 1993 yılı sonuna kadar Türkiye genelinde kayda geçen 908 faili meçhul cinayetin 600'den fazlasının bölgede işlendiği belirtilmektedir. Rapor, ilgi çekici daha başka bilgiler de ihtiva etmektedir. Meselâ:
- Bölgede 200 kişi ile başlayan PKK hareketi, Olağanüstü Hal Kanunu'nun vermiş olduğu tüm yetkiye ve jandarma hizmetine tahsis edilen çok sayıda askerin bölgeye sevkine rağmen gelişmiş, gündemi tayin eder hale gelmiştir.
- Bölgede yeni bir yasadışı faaliyetin odak noktası olan koruculuk sistemi PKK'ya karşı mücadelede etkili olamamıştır ve lâğvedilmelidir.
- İtirafçılar, devlet lojmanlarında barındırılmakta ve bunlar devleti kullanmaktadır. Bu şekilde devlet-itirafçı ilişkisine son verilmelidir.
- Tarafımızca anlaşılamayan bir nedenden ötürü Komisyon'un çalışmalarını engelleyen, hukuka aykırı olarak Emniyet Müdürlüğü'nün bilgi ve belge akışını kesen Ankara DGM Başsavcısı Nusret Demiral ile DGM Savcısı Ülkü Coşkun'un eylem ve işlemlerinin takdiri için raporun bir örneği Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na gönderilmelidir.'
Bunların dışında, bölgede meydana gelen ve mahiyeti aydınlatılamamış, ayrıca terör karşısında hiçbir zaman inisiyatif kullanamayan ve asla muktedir olamayan siyasî iktidarların üzerine gidemeyip kayıtsız kaldığı o kadar hadise var ki, bunları bir özet araştırma çerçevesinde zikretmemiz mümkün değildir. Tek bir misal, meseleyi anlamaya yeter: 11.6.1992 günü Bitlis'in Tatvan ilçesinden 13 kişinin kurşuna dizilerek öldürülmesi olayı ile ilgili olarak, dönemin içişleri bakanı, yani hadiseyi aydınlatması gereken en yetkili ağız İsmet Sezgin şöyle diyebiliyordu: 'Eğer bu olayı PKK yapmadıysa, bu olayı kimin yaptığını bilen biri varsa, gelip söylesin açığa çıkaralım. Kontgerilla mı yapmış diyorlar. Yakalayın bize getirin.'
Din düşmanlığı, cehalet ve fakirlik
Güneydoğu'nun halkı, her şeye rağmen dindardır. TBMM raporunda 'Bölgeye derhal, tecrübeli ve yeterli sayıda imam atanmalıdır.' denilmesi de bunu doğrulamaktadır. Tarihin ve sosyolojinin kabul ettiği bir gerçek olarak, insanları birbirine bağlayan, özellikle etnik farklılıkları aşmada en önemli bir bağ dindir. Cumhuriyet hükümetleri ise bilhassa CHP ile temsil edildiği yıllarda ve bunu temsil eden zihniyet marifetiyle açıkça İslâm'a cephe almıştır. Devletin dine karşı olması, 'faili meçhul' cinayetleri haksız yere Müslümanların üzerine yıkıp, öfkeli kalabalıklara 'Kahrolsun Şeriat!' diye bağırtmak, yetkili ağızlardan yerli yersiz din aleyhinde beyanatlar çıkması, bölge halkını devlete küstüren, en azından terör karşısında devletten uzaklaştıran en önemli faktörlerin başında gelmektedir. Cumhuriyet nesilleri, meçhul bir düşmana, geçmişe, bir döneme küfrederek ve düşmanlık psikolojisi içinde yetişmişlerdir. Yine, Cumhuriyet yönetimleri ve seçkinler, menfaatleriyle örtüştürdükleri ideolojik yönelişleri zaman zaman devlet-millet menfaat ve gerçeklerinin önünde tutmuşlardır. Bu tavırdır ki, ülkede 4 darbenin yaşanmasına sebep olmuş, demokratik gelişimin önünün kesilmesine ve ülkenin her bakımdan kalkınmasına defalarca ket vurmuştur. Bölgede inceleme yapan kuruluşların pek çoğu ise meseleyi yalnızca ekonomiye dayamaktadırlar. Oysa Türkiye'de Güneydoğu bölgemiz kadar, hattâ ondan daha da geri pek çok yer vardır ve buralarda terör hadiseleri yaşanmamaktadır.
Terörün sürmesinin ve önlenememesinin bir diğer sebebi cehalettir. Cumhuriyet döneminde eğitim sistemimizin ne kadar çarpık olduğu değişen her hükümet tarafından itiraf edilmiş olmasına rağmen uygulamaya konulan reçeteler, ideolojik ve daha başka saplantılardan kurtulamadığı ve memleket gerçekleriyle çok bağdaşmadığı için eğitim sistemimizi âdeta içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Sağlık hizmetleri de bölgede hiçbir zaman yeterince sunulamamıştır. Doğu ve Güneydoğu, Cumhuriyet dönemi boyunca hep bir sürgün yeri olmuş ve öyle görülmüştür.
Bölge ekonomisi
Bölge ekonomisi, coğrafyası ve tabiat şartları gereği öncelikle tarım ve hayvancılığa dayanmaktadır. Ne var ki, devletin planlı dönemlerde başta tarıma verdiği önem gittikçe azaldığı gibi, yem sanayii, süt ve süt ürünleri fabrikaları çok yerde durma noktasına gelmiş, bazı fabrikalar, et ve süt kombinaları arsa rantçılığına kurban gitmiş, hayvancılık % 90 nisbetinde darbe yemiştir.
Bölge, Kalkınmada Öncelikli Yöreler illerinin büyük çoğunluğunu barındırmasına rağmen kamu yatırımlarından ve Türkiye Kalkınma Bankası'na kullandırılan fon kredilerinden asgarî ölçülerde faydalanabilmektedir. Kamu ve özel sektör, bilhassa 1990'lı yıllarda bölgeye yatırım yapmakta çok cimri davranmıştır.
Gerçi Özal'lı yıllarda bölge, bilhassa GAP kanalıyla kalkınmadan belli bir pay almıştır. Köylerin tamamına yakınına elektrik ve telefon gitmiş ve ortalama % 70'inde de içme suyu akmaktadır. Fakat refah seviyesinin ölçülmesinde tüketim miktarı ve onu doğuran gelir yapısının yanı sıra doktor başına düşen hasta sayısı, okullaşma nisbeti, il nüfusuna göre yüksekokul mezunu, istihdam, şehirleşme nisbeti, tarım kredileri, 100 km2'ye düşen asfalt yol uzunluğu, nüfus başına sınaî katma değer payı, nüfus başına ileri sanayi (yatırım malı) katma değer payı gibi farklı sektör imkânları da dikkate alınır. Bütün bu noktalardan gelişmişlik seviyesine baktığımızda, 1985 DPT envanterlerine göre, bölgenin en gelişmiş ili olan Elazığ, Türkiye sıralamasında ancak 37. gelebilmektedir. 67 ile göre yapılan sıralamada Hakkari sonuncu, sonra Muş, Bingöl, Ağrı, Bitlis derken, Van 60., Erzurum 54.dür. 1990'lar, bilhassa Doğu ve Güneydoğu'muz için kayıp yıllardır.
Bölge, esasen Türkiye'ye dert değil, gelir kaynağı bir bölge olma pozisyon ve imkânına sahiptir. Yer-altı, yer-üstü kaynakları bakımından zengin, tarım ve hayvancılığa hayli elverişlidir. Türkiye toplam göl alanının % 43,5'ine ve Türkiye'nin en geniş nemli alanına sahiptir. Nemin doğurduğu yayla florası, küçükbaş hayvancılık sektörünün geliştirilmesini gerekli kılmaktadır. Ne var ki, bölgenin zenginlik potansiyeli kullanılamamaktadır. Petrol örneğinde görüldüğü üzere, bölgede sadece ilk üretim gerçekleştirilmektedir.
Bölge şehirleri, sanayi kültürüne yabancıdır ve sanayi tecrübesinden mahrumdur. İşsizlik, % 20'lerde seyretmektedir. İşsizlerin yarısından fazlası genellikle mevsimlik işçi olmaktadırlar. Nüfusun üretken sektör olabilme vasfı elinden alınmış veya bu vasıf nüfusa kazandırılamamıştır. (Rıfat Dağ, 1800'lerden Günümüze Doğu Ekonomisi, Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası, Ankara 1995)
Mahallî geçimsizlikler ve kavgalar
Bölgede fakirlik dışındaki bir diğer olumsuz faktör, mahallî geçimsizlikler ve kavgalardır. Cehaletten, yer yer süren aşiret düzeninden ve daha başka faktörlerden dolayı kavgalar ve kan davaları tam olarak giderilememiştir. Ağaların, şeyhlerin, beylerin ve devletin zulmü halkı inisiyatif kullanmaktan yoksun hale getirdiği gibi, tabasbus, riya, kıskançlık ve aşiretler ve fertler arası rekabeti ön plana çıkarmakta ve önünde korkudan ve ihtiyaçtan dolayı boyun büktüğü ağanın PKK karşısında boyun büktüğünü gören bazı insanlarda PKK'lı olmak, yer yer kurtuluş ve kahramanlık gibi görülebilmektedir.
Zaman
Cumhuriyet idaresi geçmişi ret, İslâm'ı en azından kontrol politikasıyla gelmiş, İslâm'ın yerine 'ulusal' bir ideoloji yerleştirme maksadıyla bilhassa başlangıç yılları itibariyle tam bir 'ulusçu' teze oturmuştur. Bir zaman, 'Biz Lozan'daki görüşmelerimizde millî davalarımızı 'biz Türkler ve Kürtler' diye bir millet olarak müdafaa ettik ve kabul ettirdik.' diyen İsmet İnönü, daha sonra şu demeci vermiştir: 'Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırkî haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.'
1925 yılında kabul edilen Şark Islahat Planı'nın 41. maddesi de şöyle idi:
'Malatya, Elazığ, Diyarbakır, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişgezek, Ovacık, Adıyaman, Besni, Arga Hekimhan, Birecik, Çermik vilâyet ve kaza merkezlerindeki hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda Türkçeden başka dil kullananlar, hükümet ve belediyenin emirlerine aykırı davranmakla suçlanacak ve cezalandırılacaktır.'
Bu ve benzeri kanunlar yer yer zorla uygulanmış, en küçük talep ve hareketler bazen şiddetli te'diplerle karşılaşmıştır. (Hatipoğlu, Bir Başka Açıdan Kürt Sorunu, 36-39) Şeyh Said isyanı, Raçkotan ve Raman te'dip harekâtları, Sason ve Ağrı ayaklanmaları, Dersim 'ayaklanması' büyük şiddet uygulanarak bastırılmış, meselâ Dersim 'ayaklanması' bastırılırken yağma bile yapılmıştır. (Mazlum-Der, Kürt Sorunu Forumu, 209-211; N.Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları).
Seçkinci aydınların desteğindeki devlet, halktan uzaktır ve halk devlete küskündür. Sistem, bir bakıma iç kavga ve sürtüşmelere âdeta ihtiyaç duymuş, bunlar üzerinden varlığını sürdürmüştür. Milletimiz gibi medeniyet kurucu ve tarih yapıcı bir halkın ve onun ülkesinin, devletinin devamlı iç sürtüşmelerle meşgul edilip, dışta inisiyatif almaktan alıkonulması, elbette dünyadaki egemen güçlerin de her zaman en önemli stratejilerinden biri olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, inancı, tarihi, değerleri ve aslî dinamikleriyle halkının büyük çoğunluğunu düşman gibi görüp, ülkenin güvenlik konseptini sürekli ve hiçbir zaman çerçevesi çizilmemiş irtica ve bölücülükle mücadele üzerine oturttuğu, Doğu ve Güneydoğu'da yaşayan vatandaşlarımız da daha dindar ve aralarında Kürt nüfus daha çok bulunduğu için, bu halk söz konusu mücadeleye iki kat hedef kılınmış, bölge, idamlar, tenkiller, te'dipler ve mecburî iskân gibi uygulamalarla sık sık karşı karşıya gelmiştir. Bu noktadan bakıldığında, bölgenin milyonlarca halkını yerinden eden ve göçe zorlayan PKK terörünün, bir bakıma hem devletin mecburî iskân siyasetine hem de Güneydoğu'nun boşaltılmasına ve dolayısıyla bunu isteyen bazı haricî güçlerin ve devletlerin politikalarına hizmet ettiği açıktır.
Devletin söz konusu tavrı, PKK terörünü bastırma operasyonlarında da belli ölçülerde sürmüştür. 1992'de Şırnak'ta, 1993'te Lice'de yaşananlar, Mardin Derik, Batman Heybetli köyü, Şırnak'ın Kumçatı, Sapaca, Gever, Çağlayan ve Hisar köyleri, Hakkâri Şemdinli, Tunceli Yukarı Karataş köyü, Diyarbakır Lice, Hakkâri Yüksekova, Diyarbakır Kunuklu, Genç ve Kale arasındaki Kaledibi, Silvan Dutveren köyü, Adaklı Kazlık köyü ve Diyarbakır Hazro köylerindeki birtakım uygulamalar, terörü önlemekten çok halkı devlete bütün bütün küstürme noktasında cereyan etmiştir (1994 Türkiye İnsan Hakları Raporu, 61-64; Mazlum-Der, Kürt Sorunu Forumu, 338-340). Bu tür davranışların PKK'ya nasıl yaradığını Öcalan şöyle anlatıyor:
'Bizim askerî zorumuzla yaptığımız ufak bir eylem, bir alanı bize açıyor. Ordunun, yani zorun Türk siyasîleri tarafından ölçüsüz kullanılması, işkenceler, tutuklamalar ise halkın akın halinde PKK'ya taraftar olmasına yol açtı. Cizre, Nusaybin bunun açık örnekleridir.' (Rafet Ballı, 'Kürt Dosyası'ndan: Akrebin Kıskacında Güneydoğu, 169-170).
Gücün ölçüsüz kullanılması gibi, bilhassa hapishanelerde ayyuka çıkan işkence olayları, faili meçhul cinayetler, yargısız infazlar, ortadan kaybolmalar ve mayın patlaması sonucu ölümler de PKK'nın ekmeğine yağ sürmüştür.
Şüpheler, sûistimaller
Bölgede her şey birbirine karışmış durumdadır. Meydana gelen terör atmosfer ve ekonomisinden çokları pay almaya çalışmakta, aydınlanamayan pek çok hadise de problemi karmakarışık hale getirmektedir.
Meselâ, PKK terörüne en büyük darbelerin vurulduğu bir dönemde 7.7.1991 günü cesedi Ergani-Mardin yolu üzerinde bulunan HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın'ın öldürülmesi, bölgede terörün azması ve PKK'nın taban oluşturmasında en önemli dönüm noktalarından birini teşkil etmiştir. Cinayetin Diyarbakır siyasî şubede görevli MİT mensubu iki polis tarafından işlendiği iddia edilmiş, hatta bu iki polisin adı bile verilmiştir. (Hatipoğlu, a.g.e., 135). Aynı şekilde, tezkere almış 33 askerimizin korumasız olarak minibüsle Erzincan'a gönderilirken 24.5.1993'te Bingöl'de katledilmesinin sır perdesi yeni yeni aralanmaktadır.
Köy koruculuğu ve daha başka vakıalar hadiseyi daha da karmaşıklaştırmaktadır. Uğur Mumcu'nun öldürülmesinden sonra kurulan ve çalışmalarını 1995 yılı Nisan ayında tamamlayabilen Meclis Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu raporunda, faili meçhul cinayetlerin 1991 yılından sonra hızla arttığı ve toplumda panik meydana getirdiği vurgulanarak, 1993 yılı sonuna kadar Türkiye genelinde kayda geçen 908 faili meçhul cinayetin 600'den fazlasının bölgede işlendiği belirtilmektedir. Rapor, ilgi çekici daha başka bilgiler de ihtiva etmektedir. Meselâ:
- Bölgede 200 kişi ile başlayan PKK hareketi, Olağanüstü Hal Kanunu'nun vermiş olduğu tüm yetkiye ve jandarma hizmetine tahsis edilen çok sayıda askerin bölgeye sevkine rağmen gelişmiş, gündemi tayin eder hale gelmiştir.
- Bölgede yeni bir yasadışı faaliyetin odak noktası olan koruculuk sistemi PKK'ya karşı mücadelede etkili olamamıştır ve lâğvedilmelidir.
- İtirafçılar, devlet lojmanlarında barındırılmakta ve bunlar devleti kullanmaktadır. Bu şekilde devlet-itirafçı ilişkisine son verilmelidir.
- Tarafımızca anlaşılamayan bir nedenden ötürü Komisyon'un çalışmalarını engelleyen, hukuka aykırı olarak Emniyet Müdürlüğü'nün bilgi ve belge akışını kesen Ankara DGM Başsavcısı Nusret Demiral ile DGM Savcısı Ülkü Coşkun'un eylem ve işlemlerinin takdiri için raporun bir örneği Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na gönderilmelidir.'
Bunların dışında, bölgede meydana gelen ve mahiyeti aydınlatılamamış, ayrıca terör karşısında hiçbir zaman inisiyatif kullanamayan ve asla muktedir olamayan siyasî iktidarların üzerine gidemeyip kayıtsız kaldığı o kadar hadise var ki, bunları bir özet araştırma çerçevesinde zikretmemiz mümkün değildir. Tek bir misal, meseleyi anlamaya yeter: 11.6.1992 günü Bitlis'in Tatvan ilçesinden 13 kişinin kurşuna dizilerek öldürülmesi olayı ile ilgili olarak, dönemin içişleri bakanı, yani hadiseyi aydınlatması gereken en yetkili ağız İsmet Sezgin şöyle diyebiliyordu: 'Eğer bu olayı PKK yapmadıysa, bu olayı kimin yaptığını bilen biri varsa, gelip söylesin açığa çıkaralım. Kontgerilla mı yapmış diyorlar. Yakalayın bize getirin.'
Din düşmanlığı, cehalet ve fakirlik
Güneydoğu'nun halkı, her şeye rağmen dindardır. TBMM raporunda 'Bölgeye derhal, tecrübeli ve yeterli sayıda imam atanmalıdır.' denilmesi de bunu doğrulamaktadır. Tarihin ve sosyolojinin kabul ettiği bir gerçek olarak, insanları birbirine bağlayan, özellikle etnik farklılıkları aşmada en önemli bir bağ dindir. Cumhuriyet hükümetleri ise bilhassa CHP ile temsil edildiği yıllarda ve bunu temsil eden zihniyet marifetiyle açıkça İslâm'a cephe almıştır. Devletin dine karşı olması, 'faili meçhul' cinayetleri haksız yere Müslümanların üzerine yıkıp, öfkeli kalabalıklara 'Kahrolsun Şeriat!' diye bağırtmak, yetkili ağızlardan yerli yersiz din aleyhinde beyanatlar çıkması, bölge halkını devlete küstüren, en azından terör karşısında devletten uzaklaştıran en önemli faktörlerin başında gelmektedir. Cumhuriyet nesilleri, meçhul bir düşmana, geçmişe, bir döneme küfrederek ve düşmanlık psikolojisi içinde yetişmişlerdir. Yine, Cumhuriyet yönetimleri ve seçkinler, menfaatleriyle örtüştürdükleri ideolojik yönelişleri zaman zaman devlet-millet menfaat ve gerçeklerinin önünde tutmuşlardır. Bu tavırdır ki, ülkede 4 darbenin yaşanmasına sebep olmuş, demokratik gelişimin önünün kesilmesine ve ülkenin her bakımdan kalkınmasına defalarca ket vurmuştur. Bölgede inceleme yapan kuruluşların pek çoğu ise meseleyi yalnızca ekonomiye dayamaktadırlar. Oysa Türkiye'de Güneydoğu bölgemiz kadar, hattâ ondan daha da geri pek çok yer vardır ve buralarda terör hadiseleri yaşanmamaktadır.
Terörün sürmesinin ve önlenememesinin bir diğer sebebi cehalettir. Cumhuriyet döneminde eğitim sistemimizin ne kadar çarpık olduğu değişen her hükümet tarafından itiraf edilmiş olmasına rağmen uygulamaya konulan reçeteler, ideolojik ve daha başka saplantılardan kurtulamadığı ve memleket gerçekleriyle çok bağdaşmadığı için eğitim sistemimizi âdeta içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Sağlık hizmetleri de bölgede hiçbir zaman yeterince sunulamamıştır. Doğu ve Güneydoğu, Cumhuriyet dönemi boyunca hep bir sürgün yeri olmuş ve öyle görülmüştür.
Bölge ekonomisi
Bölge ekonomisi, coğrafyası ve tabiat şartları gereği öncelikle tarım ve hayvancılığa dayanmaktadır. Ne var ki, devletin planlı dönemlerde başta tarıma verdiği önem gittikçe azaldığı gibi, yem sanayii, süt ve süt ürünleri fabrikaları çok yerde durma noktasına gelmiş, bazı fabrikalar, et ve süt kombinaları arsa rantçılığına kurban gitmiş, hayvancılık % 90 nisbetinde darbe yemiştir.
Bölge, Kalkınmada Öncelikli Yöreler illerinin büyük çoğunluğunu barındırmasına rağmen kamu yatırımlarından ve Türkiye Kalkınma Bankası'na kullandırılan fon kredilerinden asgarî ölçülerde faydalanabilmektedir. Kamu ve özel sektör, bilhassa 1990'lı yıllarda bölgeye yatırım yapmakta çok cimri davranmıştır.
Gerçi Özal'lı yıllarda bölge, bilhassa GAP kanalıyla kalkınmadan belli bir pay almıştır. Köylerin tamamına yakınına elektrik ve telefon gitmiş ve ortalama % 70'inde de içme suyu akmaktadır. Fakat refah seviyesinin ölçülmesinde tüketim miktarı ve onu doğuran gelir yapısının yanı sıra doktor başına düşen hasta sayısı, okullaşma nisbeti, il nüfusuna göre yüksekokul mezunu, istihdam, şehirleşme nisbeti, tarım kredileri, 100 km2'ye düşen asfalt yol uzunluğu, nüfus başına sınaî katma değer payı, nüfus başına ileri sanayi (yatırım malı) katma değer payı gibi farklı sektör imkânları da dikkate alınır. Bütün bu noktalardan gelişmişlik seviyesine baktığımızda, 1985 DPT envanterlerine göre, bölgenin en gelişmiş ili olan Elazığ, Türkiye sıralamasında ancak 37. gelebilmektedir. 67 ile göre yapılan sıralamada Hakkari sonuncu, sonra Muş, Bingöl, Ağrı, Bitlis derken, Van 60., Erzurum 54.dür. 1990'lar, bilhassa Doğu ve Güneydoğu'muz için kayıp yıllardır.
Bölge, esasen Türkiye'ye dert değil, gelir kaynağı bir bölge olma pozisyon ve imkânına sahiptir. Yer-altı, yer-üstü kaynakları bakımından zengin, tarım ve hayvancılığa hayli elverişlidir. Türkiye toplam göl alanının % 43,5'ine ve Türkiye'nin en geniş nemli alanına sahiptir. Nemin doğurduğu yayla florası, küçükbaş hayvancılık sektörünün geliştirilmesini gerekli kılmaktadır. Ne var ki, bölgenin zenginlik potansiyeli kullanılamamaktadır. Petrol örneğinde görüldüğü üzere, bölgede sadece ilk üretim gerçekleştirilmektedir.
Bölge şehirleri, sanayi kültürüne yabancıdır ve sanayi tecrübesinden mahrumdur. İşsizlik, % 20'lerde seyretmektedir. İşsizlerin yarısından fazlası genellikle mevsimlik işçi olmaktadırlar. Nüfusun üretken sektör olabilme vasfı elinden alınmış veya bu vasıf nüfusa kazandırılamamıştır. (Rıfat Dağ, 1800'lerden Günümüze Doğu Ekonomisi, Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası, Ankara 1995)
Mahallî geçimsizlikler ve kavgalar
Bölgede fakirlik dışındaki bir diğer olumsuz faktör, mahallî geçimsizlikler ve kavgalardır. Cehaletten, yer yer süren aşiret düzeninden ve daha başka faktörlerden dolayı kavgalar ve kan davaları tam olarak giderilememiştir. Ağaların, şeyhlerin, beylerin ve devletin zulmü halkı inisiyatif kullanmaktan yoksun hale getirdiği gibi, tabasbus, riya, kıskançlık ve aşiretler ve fertler arası rekabeti ön plana çıkarmakta ve önünde korkudan ve ihtiyaçtan dolayı boyun büktüğü ağanın PKK karşısında boyun büktüğünü gören bazı insanlarda PKK'lı olmak, yer yer kurtuluş ve kahramanlık gibi görülebilmektedir.
Zaman
Bu Yayına Yorum Yapın