Darbe nöbeti, demokrasi tövbesi | Selahattin Sevi

15 Temmuz'dan sonra 'Darbe nöbeti'ne giden arkadaşım, 'Batı tipi bir demokrasi ve laiklik' istediğim için tövbe etmem gerektiğini söylemişti. Şaşırmıştım... Gazeteciysek görevimiz fotoğraf makinemizle şahit olduğumuz toplumsal olayları kayıt altına almaktı.



İkindi vaktiydi. Evden çıktım. Denize ve göle nazır -her nasılsa boş kalmış- toprak arsaya ulaşmam ve arabamı bırakmam çok zaman almadı. Cennet durağında sarı basın kartımı göstererek metrobüse bindim. Taksim’e ulaşmak için Mecidiyeköy’de aktarma yapmak istiyordum fakat metrobüsün seferi Topkapı’ya kadarmış. Tam iniyordum ki telefonum çaldı. O hengamede kimin aradığına bakmadan açtım.
– Gördün değil mi, Selahattin Abi? Bunların gerçek yüzünü gördün.
Arayan Skylife dergisinin fotoğraf editörü Bilal’di, Ahmet Bilal Arslan.
“Neyi gördüm mü, kimin gerçek yüzünü?” demeye kalmadan Bilal konuşmaya devam ediyordu:
– Bu adamlar her zaman Tayyip’e düşmandı Abi, sen bilmezsin…
Bilal’le daha önce siyasi konuları konuştuğumu hiç hatırlamıyordum. Fotoğrafa meraklı lise mezunu bir genç olarak Kahramanmaraş’tan İstanbul’a gelmiş, Beyoğlu Belediyesi’nde fotoğrafçı olarak iş bulmuş, daha sonra ‘partili’ büyüklerinin aracılığı ile bir zamanlar Türkiye’nin en prestijli dergilerinden Skylife’a fotoğraf editörü yapılmıştı. Bazen makine almak için danışır, bazen dergi sayfalarındaki eksik bir fotoğraf için arar, ara sıra da motosikletine bindiği gibi Yenibosna’daki Zaman binasına gelirdi. Fotoğraftan çok tutkulu olduğu yamaç paraşütü deneyimlerinden söz ederdi genellikle.
Gezi direnişi sonrası bir gün yine gazeteye gelmişti. Gururla sosyal medya hesaplarından Gezi’yi destekleyen tweet paylaşan yazar ve fotoğrafçıların listesini çıkardığını, Skylife’ın genel yayın müdürü ‘Mücahit Abi’sine verdiğini, ortık onlara iş sipariş edilmeyeceğini anlatıyordu.
Ona yaptığının yanlış olduğunu anlatmış, fakat başarılı olamamıştım son görüşmemizde.
Cevizlibağ durağında metrobüslerin biri gidip biri geliyordu. “Zaten uzun zamandır görüşemiyoruz, istersen bu konuyu yüz yüze konuşalım Bilal” diyerek her türlü darbeye karşı durduğumu, 15 Temmuz darbe girişimi gecesi sokakta olduğumu, iki gündür de Taksim’e gidip kamu kurumları tarafından organize edilen toplantı ve protestoların fotoğraflarını çektiğimi söyledim.
Tepkisi ne olsa beğenirsiniz?
“Böyle zamanlarda sokağa fotoğraf makinesi ile değil, bayrakla çıkmak gerekir. Biz arkadaşlarla Fatih’te toplanıyoruz. Vaktin olursa sen de gel” dedi.
Ahmet Bilal Arslan’a ‘Bilal’e anlatır gibi’ tane tane anlatmaya çalıştım: Bak Bilal’cim, askerlik yaparken duvarda şöyle bir söz asılıydı, “Vatanını en çok seven, görevini en iyi yapandır.” Önce gazeteciyiz, foto muhabiriyiz. Bize düşen bayrakla sokaklara çıkmak değil, fotoğraf makinemizle şahit olduğumuz bu toplumsal olayları kayıt altına almak…
Hatırlattım. Bu mesleği yaparken sevdiğim Galatasaray’ın başarılarında da, kentimin takımı Bursaspor’un şampiyonluğunda da fotoğraf makinemle sokağa çıktım. Depremde de, bayramlarda da bu değişmedi…
Telefonu kapatmadan, bana bir de ‘tövbe” çağrısı yaptığını hatırlıyorum. “Ben her yerde, her zaman darbelere de darbecilere de karşıyım. Özlemini duyduğum ve çocuklarımı büyütmek istediğim ortam çok basit: En az Yunanisitan kadar batı ölçülerinde geçek bir demokrasi ve laiklik.”
Bilal’in tepkisi, “Senin bu yönünü bilmiyordum abi, demokrasi diyorsun, laiklik diyorsun… Allah’ın nizamı varken demokrasi ne, laiklik ne… Şirk bu söylediklerin… Hemen tövbe et, öbür dünyaya imansız gidersin…” olmuştu.
Ben Taksim’e ulaşmak için Mecidiyeköy metrobüsüne binerken muhtemelen Bilal Fatih’teki ‘Müslüman gençlik’le birlikte nöbete gitti.
Darbe girişimi gecesi durum farklı mıydı? ‘Sokağa çıkın’ emri gelene kadar herkes hanesine sinmişti.
15 Temmuz günü erken olmayan bir saatte eve girdiğimde, komşumuzun küçük oğlunun doğum günü partisinden gelen kızım, “Baba darbe ne?” diye soruyordu. Televizyon ekranlarındaki altyazıya baktığımda gözlerime inanamamıştım. Bir grup asker köprünün bir ucunu tutmuş, Atatürk havalimanına tanklarla ve araçlarla asker sevkiyatı yapılmıştı.
Bir yandan, “Darbe çok kötü bir şey kızım, çok kötü” derken gazeteci, foto muhabiri dostlarımı arıyordum. “Neler oluyor, köprüye, havalimanına gidelim mi?” diye soruyordum. 12 Eylül fotoğrafının ikon fotoğrafını çekmiş meslek büyüğümüzden gelen mesajı görünce iyice kanaat getirdim. Darbe oluyordu…
Kapatılan ve el konulan Zaman’dan sonra birkaç haftadır mesaiye gelip gittiğim Yeni Hayat’taki yöneticiler de, diğer gazetelerdeki foto muhabiri arkadaşlar da aynı şeyi söylüyordu: Sokağa çıkma, tehlikeli, ne olduğu belli değil, evde seni bekleyen ailen var…
25 yıl boyunca gazetecilik yapmış biri olarak kararımı verdim: “Belki de görev yaptığın yıllar boyunca şahit olacağın en önemli siyasi ve toplumsal olay, durma çık!”
Eşim ve çocuklarım ağlayarak yalvarıyordu arkamdan gitmemem için. Merdivenlerden inerken apartmana yeni taşınan bir komşuyu gördüm. “Çağırıyorlar, partiye gidiyorum” diyordu.
Arabayı mahalle arasında bırakıp taksiyle devam etmek istediysem de taksiler müşteri almıyordu. Atatürk Havalimanı’na ulaşmam bomboş yollarda 15 dakikamı bile almadı. Ana girişteki kavşağın yanına arabayı parkettim ve alana doğru koştum.
Sadece Doğan Haber Ajansı’nın havalimanı muhabiri ve ben vardım gazeteci olarak. Birkaç tank ve etrafına kümelenen insanlar vardı. Bir kişinin tişörtünü çıkararak tankın önüne yattığını gördüm. Tankın üstünden protestocu gence seslenen asker, “Yanlış emir, aldatıldık, çekilin önümüzden geri kışlamıza dönüyoruz” diyordu.
Saat 23:00 sularında ulaştığım alanda yarım saatten biraz fazla fotoğraf çektim. Bir anda alana çıkan bütün yollar otomobil ve motorsikletlerle dolmuştu. Şalvarlı cübbeli sakallı kişiler tankların üzerine çıkmış, askerlerin ellerindeki silahları almaya çalışıyordu. Hızla ve asfaltı delerek manevra yapan tanklar gidiş yönüne dönmüştü ama insanlar gitmelerine izin vermiyordu.
Elimdeki fotoğrafların çok değerli olduğunu düşünüp bir an önce çalıştığım gazeteye ve uluslararası ajanslara göndermem gerektiğini düşündüm. Aracımla trafiğin ters yönünde ve kaldırımdan, refüjlerden Yenibosna kavşağına kadar ilerledim. Ondan sonra eve ulaşmam daha kolay oldu.
Oturup hemen bir seçki yaptım. Sanıyorum 15 kare kadar fotoğraf belirleyip önce Yeni Hayat’a gönderdim. Ardından merkezi Fransa’da bulunan uluslararası ajans SİPA’ya… En son da geniş bir dağıtım ağı olan Anadolu Ajansı eski fotoğraf editörü Abdurrahman Antakyalı’nın Depo Photos’una…
Fotoğraflarımı sosyal medyada gören bazı Avrupalı gazete ve dergiler ‘kullanabilir miyiz’ diye sordular. Tamam deyince de banka hesap numaramı istediler. “Ne münasebet” dedim, “öncelikle bu fotoğrafların insanlara ulaşması ve Türkiye’deki darbeye karşı genel bir kamuoyunun oluşması önemli…”
Tekrar sokağa çıkmak istedim ama Küçükçekmece dahil İstanbul’un üzerinden savaş uçakları uçuyordu. Ölüm haberleri birbirini izliyordu. Evet, doğrudur, ikinci kez cesaret edemedim. Fakat sabahın ilk ışıklarıyla tekrar sokaktaydım. Sonra da birkaç gün boyunca hiç eve girmedim desem yeridir.
15 Temmuz’dan beş gün sonra doğum günümdü. Erken uyanmıştım. Uzak ve yakın arkadaşlarım iyi dilek mesajlarını okuyordum. Saygı duyduğum bir meslektaşımdan telefon geldi. “Sen ve Zaman’ın eski foto muhabirleri sosyal medyada hedef gösteriliyorsunuz. Sokağa çıkma. Hatta bir süre kendi evinde olma,” dedi.
Eşimi ve çocuklarımı sevdiğim ve güvendiğim bir arkadaşıma gönderdikten sonra yine çok güvendiğim bir arkadaşımla buluştum. “Ne yapalım?” diye sordum.
Öte yandan bütün Türkiye’de “olağanüstü hal” ilan edilmişti.
Avrupa’dan Kürt bir dostum, “Abi, siz yenisiniz, bak OHAL ilan edildi. Bizim doğuda en küçüğünden güngörmüş dedeye kadar bunun anlamını bilir, bir saat bile durma, hemen buralara gelmenin yolunu bul,” tavsiyesinde bulundu.
Viyana’da bulunan başka bir gazeteci arkadaşım, “Hâlâ neyi bekliyorsun, ne oldu bilmiyoruz, ama adamlar suçluyu buldular. Bu saatten sonra Zaman’da iki gün bile çalışmış olmak suçlanmak için yeter” diyerek ülkeden çıkmamı tavsiye etti.
Biraz da o yıl Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nden ‘Araştırma Ödülü’ kazandıran mülteciler ile ilgili çalışmamın kitap safhası için eksik parçaların tamamlanmasını da vesile yaparak kararımı verdim. Fakat, yeteri kadar param yoktu. Arkadaşımdan iki bin Euro ve iki yüz dolar borç aldım. İstanbul çok karışıktı. Ertesi günün ilk uçağı ile Antalya’ya uçtum. Charter seferlerine baktım, bir kişilik yer vardı ve sadece 90 Euro’ydu.
Öğleden itibaren saat 20.00’deki uçağı beklemek adeta bir işkenceydi. Sanıyorum saat 17.00’ydi, cep telefonuma bir mesaj geldi. Sarı basın kartımın iptal edildiğini duyuruyordu. Kararımın doğru olduğuna bir kez daha inandım.
Çıkış platformlarına gelmeden GBT kontrolü yapılan bir masa kurulmuştu hava limanına. Çekinmedim desem yalan olur. Kısa saçlı, kirli sakallı bir polis memuru vardı masanın başında. Kimliğimi uzattım, ne iş yaptığımı sordu. “Gazeteciyim” dedim, Zaman adına düzenlenmiş basın kartımı bile gösterdim. Şaşırdı. Fakat ekrana bakınca, “Buyurun, hakkınızda herhangi bir sakıncalı durum yok” dedi.
Pasaport kontrolünde heyecandan yurt dışı çıkıp pulunu almadığımı farkettim. İzin isteyip geriye dönerek aynı kontrol noktalarını bir kez daha geçtim. Vize kontrolü ve çıkış mühürü vurulduktan sonra ise genç bir polis geldi. “Sizi içeri almamız gerekiyor, başka bir kontrol noktası var” dedi. Meğer daha çok çıkan kişinin memur olup olmadığı ile ilgili bir bölümmüş. O kapıdan da geçtikten sonra son yolcu çıkış salonuna varmıştım.
Nedendir bilmiyorum, birden kendimi tutamayacak kadar duygusal hissettim. Geride ülkem, ailem, çocuklarım kalacaktı ve ben meçhule doğru uçacaktım. Gidip buz gibi suyla bir abdest aldım. İkindi namazını eda ettikten sonra iki rekat da dua niyetine namaz kıldım. Mescitte benden başka kimse olmadığı için bazı sureleri ağır ağır ve sesli okuduğumu hatırlıyorum gözyaşları eşliğinde. Sanıyorum o namaz yıllar önce Kabe’deki namazdan sonra hissederek kıldığım en anlamlı namazdı.
Geç saatlerde ulaştığım bir Avrupa kentinde kendimi boşlukta ve yalnız hissediyordum. Küçük bir otel odasında uyandığımda iki yıl büyük meşakkatlerden sonra tekrar buluşacağımız eşimi ve çocuklarımı aradım.
İki yıl sonra tekrar buluşmak güzel.
Fakat aklımız da gönlümüz de ülkemizde, içerideki ve dışarıdaki arkadaşlarımızda, dostlarımızda…
Çünkü o meşum darbe bazıları için ‘Allah’ın lütfu’ ve ‘hayırlara vesile’ bir girişim olarak ortada dururken, yüz binler için ölüm, yıkım ve felaket oldu.

Kaynak: https://kronos1.news/tr/darbe-nobeti-demokrasi-tovbesi/

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.