ÂLİM VE İTAAT | BİR PARATONER OLARAK ÂLİM (2) | Faruk Erguvanlı


Bir önceki yazı da peygamber varisi alimlerin İslam Dini’nin doğru okunup, doğru yaşanması ve doğru temsilindeki yeri üzerinde durmuş, alimlere itaatin emredildiğini söylemiştik. Bu yazıda alimlere itaat konusunu  ele almaya çalışacağız.
Kur’an, “ulu’l-emre itaati” emretmektedir: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre de itaat edin. Eğer Allah’a ve âhirete iman ediyorsanız, hakkında ihtilâfa düştüğünüz meseleyi Allah’a ve Resulüne arz ediniz. Böyle yapmanız hem daha hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir” (Nisa, 4/59). Ayette itaat edilmesi emredilen “Ulu’l-emr” in umerâ (yöneticiler), ulema veya her ikisi olduğu yönünde yaklaşımlar olsa da mesele iyice tahkik edildiğinde ulu’l-emr’in alimler olduğu görülür.
Yöneticiler olduğunu söyleyenler, Peygamber Efendimiz’in yönetici ve ordu komutanlarına itaati emreden (Buhari, ahkam, 4; Müslim, imare, 36) hadisleri esas almışlardır. Tabii o dönemdeki komutanların pek çoğunun dini bilen kimseler oldukları ve aynı zamanda onların alim sıfatına sahip oldukları da göz önüne alınmalıdır.
Burada üzerinde dikkatle durulması gereken bir nokta vardır. O da yöneticiye itaati emreden hadislerin mutlak manada itaati  emretmediği; bilâkis bunun Allah ve Resulüllah’ın emirlerine uygun olma, muhalif olmama ve dinin çizdiği meşru dairede yer almayla kayıtlanmış olmasıdır (Buhari, cihad, 108; Müslim, imare, 43).
Bazıları, “Herhalükârda itaat etmek gerekir” diyerek Übade b. Samit’in rivayet ettiği, “Biz Allah Resulü’ne hoşlansak da hoşlanmasak da itaat etmek üzere biat ettik” hadisini delil getirmektedirler. Burada “Hoşlansak da hoşlanmasak da itaat etmekle emr olunduk.” ifadesi meşru dairede olup da nefse ağır gelen şeylerdir. Yoksa isyanda, günahta haramda itaat demek değildir. Nitekim aynı sahabiye Hudayr b. Sülemî, Peygamber Efendimiz’den bu hadisi rivayet ettiğini söyleyerek “Amirimin her söylediğini yaparsam benim durumum ne olur?” diye  sorunca Hz. Übade b. Samit şu cevabı vermiştir: “Ayaklarından tutulur cehenneme atılırsın. Hadi bakalım amirin gelsin de seni cehennemden kurtarsın da görelim” (Kurtubi, İstizkar, 5/15; Temhid, 23/277).
Üstad Bediüzzaman bu can alıcı noktayı şu şekilde ifade etmiştir:  “İstibdad, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar” (Divan-ı Harb-i Örfi, s. 15).
Nitekim Osmanlı hukuki metinlerinde bu mesele şu şekilde ifade edilmiştir: “Emr-i sultânîyle nâmeşrû olan nesne meşrû olmaz.”
Dolayısıyla yöneticilere itaati emreden hadislerin mutlak olmayıp “meşruiyet” ile kayıtlanması da dinin meşruiyet dairesini belirleyen âlimlere müracaat edilmesini gerektirir.
Nitekim, “ulu’l-emr”in kim olduğu bir başka ayette şu şekilde bildirilmiştir: “(Emniyet ve korku ile ilgili bir haber geldiğinde) onu, Peygambere ve içlerinden ulul’emr olanlara arz etselerdi elbette bu kimseler delillerden hareketle mesele hakkındaki doğru hükmü anlar ve bilirlerdi” (Nisa, 4/83). Bu zikredilen ayette “ulu’l-emr”, istinbat yani dinin temel kaynaklarından hüküm çıkarma kabiliyet ve donanımında olan insanlar olarak vasıflandırılmaktadır ki bunlar da âlimlerdir.
Diğer taraftan “ulu’l-emr”e itaati emreden (Nisa, 4/59) ayetinin devamında “Eğer Allah’a ve âhirete iman ediyorsanız, hakkında ihtilâfa düştüğünüz meseleyi Allah’a ve Resulüne arz ediniz,” buyrulmaktadır. Bu da bir problem veya anlaşmazlık halinde Kur’an ve Sünnet’e dolayısıyla da bu iki kaynağı çok iyi bilen ulemaya müracaat ile gerçekleşebilir.
Ayrıca dinin doğru anlaşılıp yaşanmasında alimleri referans gösteren Tevbe, 9/122; Nahl, 16/43; Maide, 5/62 gibi ayetler de “ulu’l-emr”in ulema olduğunu göstermektedir.
Bediüzzaman Hazretlerinin yaklaşımıyla insanları hak yola irşad eden  mürşitlerin ruhu ve kalbi Allah’tan gelen feyzin kendilerini takip edenlere yansıdığı bir ayna gibidir. Bu aynanın kırılmaması muhafaza edilmesi gerekir (17. Lem’a, 13. Nota).
Ulu’l-emre itaati emreden ayetin zahiri, idarecilere ve alimlere itaati emretse de yöneticilere itaatin de  onların Kur’an ve Sünnet’e uygun icraatlarda bulunmaları şartına bağlanmasından ötürü esas “ulu’l-emr”in ulema olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim müfessirlerin kahir ekseriyeti “ulu’l-emr”den muradın ulema olduğunu ifade etmişlerdir.
Peygamber vârisi bu alimler, Kur’an, Sünnet ve sahabî anlayış ve temsilini sistematize ederek herkesin rahat gidebileceği bir yol güzergâhına kavuşturmuşlardır. Tarihe bakıldığında kendilerine itaat edilmesi emredilen bu alimleri, dünyevi imkanlar, makam, mevki gibi  en cazip teklifler; sürgün, zindan, işkence ve hayatına son verme gibi en korkunç bela ve musibetler hak ve hakikati seslendirmeden, temsilden alıkoyamamıştır. Onlar hayatlarını, Allah’ın mesajı ile insanların tanışmasına, buluşmasına ve yaşayarak derinleşmesine adamışlardır.
Dünyada ahirette hesap verme şuuru ile ve rıza-yı ilahî eksenli yaşayan bu alimler, zaman zaman gücü, kuvveti temsil edenlerin mezalimine de maruz kalmışlardır. Bunun sebebi de yöneticilerin dinin ruhuna, özüne uymayan icraatlarına karşı alimlerin sessiz kalmasını veya desteklemesini veya meşruiyet elbisesi giydirmelerini talep etmelerine karşılık, ulemanın kabul etmeyerek dinin onur ve haysiyetini koruyan bir duruş ortaya koymalarıdır. Bu yönüyle de gerçek alimler din ve toplum için hem bir sigorta hem de bir paratoner vazifesi görmektedirler.
Kur’an’ın itaat edilmesini emrettiği bu insanlar en zor şartlarda bile çizgilerini değiştirmemişlerdir. Bundan ötürü Ebû Hanife, saygısızca hırpalanmış, zindanlara atılmış ve inim inim inletilmiştir. Ahmet bin Hanbel, dinin bir meselesinin hakkaniyetini korumak için dik durmuş ve yıllarca âdi bir insan gibi tartaklanmış ve bayağılardan bayağı işkencelere maruz bırakılmıştır. Yöneticinin tahakkümünü kabul etmeyen İmam Buharî sürgünde ölmüş. Serahsî, koca kâmûsunu hapsedildiği kuyu dibinde telif etmek zorunda kalmıştır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri zindanlarda, sürgünlerde dayanılması zor meşakkatlere maruz kalmıştır. “Yolsuzlukları, hukuksuzlukları ve hırsızlıkları onaylarsak ahiretimizi berbad ederiz” inancıyla hareket eden bu insanlar, Müslümanlığı temsil ettiğini iddia eden yöneticilerden bile çok korkunç zulümler görmüşlerdir. Görmüşler ama dinin tahrip edilmesinin, genetik yapısıyla oynanmasının önünde çok güçlü bir bariyer oluşturmuşlardır.
İslam’da ilmin fazileti, onun, Allah’a kurbet kazanmak, sevap elde etmek, O’nun haşyeti ile dolu bir hayat yaşamak, marifetullaha ulaşmak, gönderdiği mesajın ruhunu kavramak ve ona göre hayatını disipline etmek,  Yüce Yaratıcı ile insanları buluşturmak, yanlış yolda gidenleri hak yola irşat etmek gibi dinin hedef gösterdiği hedefe götürmesi yönünde değerlendirilmesine bağlıdır. Dinin gösterdiği hedeflere götürmeyen ilim faziletli olmadığı gibi onun dinin ruhuna uymayan bir hayata alet edilmesi de fazilet kazandırması bir yana pek korkunç bir vebali sırtına yükletmektedir. Zira böyle birisi sadece kendisine zarar vermekle kalmamakta pek çok insanın ifsat edilmesine de sebebiyet vermektedir.
Dünden bugüne sahip oldukları ilimleri dünyevi makam, mevki menfaat elde etmek için hukuksuzluklara, zulümlere alet ederek heder edenler de olmuştur. Bunlar kendilerine, yakınlarına değişik imkânlar temin edebilmek için değişik demagojilerle gayrimeşru icraatlara meşruîyet kazandırmaya çalışmışlardır.

Sonraki yazı: İlmin suiistimali

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.