“ALLAH BIR SAHIP GÖNDERDI!” [Ahmet Kurucan]


AKP’nin Ankara Belediye Başkan adayı Mehmet Özhaseki partisinin Çankaya’daki toplantısında  “Allah bir sahip gönderdi o da Recep Tayyip Erdoğan” demiş. Ben hiç şaşırmadım bu cümleyi duyunca. Aksine doğru söylemiş dedim.
Üç muhtemel sebebi var.
Birincisi herkesin tahmin ettiği korku. Her ne kadar Ankara Büyükşehir Belediye Başkan adayı ve dünden bugüne partisinin üst makamlarında birçok görevi yerine getirmiş olsa da son tahlilde Bülent Korucu’nun isimlendirmesi ile “Korku Cumhuriyeti”nde yaşayan bir insan o. Kadir Topbaş gibi örnekler de önünde.
İkincisi menfaat düşüncesi. Makam ve mansıp başta olmak üzere birçok maddi menfaatlerin elde edilebileceği bir konumda bulunuyor. Onu korumak ve daha ileri seviyeye taşıyıp daha büyük avantajlar elde etmek isteyebilir. Eğer bu saikle hareket ediyorsa yapacağı şey herkesin bildiği malum bir sır olarak ortada duruyor: yağcılık, yağdanlık, yalakalık, meddahlık. Başka tabirler de var Türkçemizde ama onları dillendirmeye benim nezaketim müsaade etmiyor.
Üçüncüsü; Osmanlı mirasının geride bıraktığı zihniyete sahip olan Anadolu Müslümanının din ve devlet algısı ve bunun yanı sıra devlet başkanına/liderine bakışı, kabulü hatta inancı. Ben bu yazımda bu üçüncüsü üzerinde kısaca durmak istiyorum.
Ne demektir din-devlet ve halk arasındaki ilişkilere yansıyan devlet ve lider algısı?  Ahmet Yaşar Ocak’ın “Osmanlı Toplumundan Zındıklar ve Mülhidler” kitabında isabetle belirttiği gibi Osmanlı’nın devlet zihniyetini oluşturan siyasi temel ve gelenekleri üç ana esas üzerine kuruludur. Eski Türk siyasi geleneği, klasik İslam siyasi geleneği ve Bizans siyasi geleneği. Cumhuriyet Türkiye’si bu üç dinamiği yeni kurduğu rejiminde bütünüyle taklit etmese de 6 asır devam eden o geleneğin izlerini üzerinde taşımıştır ve hala taşımaktadır. Fakat bundan daha önemlisi Anadolu Müslümanının zihninde bu izler rejime nispetle çok daha etkin bir şekilde varlığını hala devam ettirmektedir.
Bu üç geleneğin temel özelliklerine kısa kısa değinelim. Eski Türk Siyasi geleneği İslam öncesi Orta Asya siyasi geleneğidir ki bu gelenek Çin, Hind, İran ve dönemin sair siyasi kültürlerinden etkilenmiştir. Bu gelenekte hakimiyet ve iktidar ilahi ve semavi asla sahiptir, cihanşümul hakimiyet hedefi vardır ve töre denilen bir örfe dayalıdır. Hakimiyet ve iktidarın ve tabii ki buna sahip olan yönetici hanedanının semavi bir kökenden geldiği inancını Oğuz Kağan destanı başta olmak üzere birçok destanda görebiliriz. Han, Hakan ve Kağan’ları için “Tanrı gibi gökte doğmuş”. “Tanrı istediği ve güç verdiği için tahta oturmuş” söylenen sözler bunun göstergesidir. İslam sonrası bu inanç hanın/sultanın yeryüzünde Allah’ın gölgesi (Zillullah fi’l ard) ve Allah tarafından teyid edilmiş (Müeyyed min indillah) gibi argümanlarla desteklenmiştir ki bunlar söz konusu inancı meşrulaştırmak için uydurulan hadisler ve bu eksende yapılan yorumlardan ibarettir.
Cihanşümul hakimiyet ise herkesin bildiği gibi “Kızıl Elma” ile sembolize edilir. Türk Cihan Hakimiyeti ekseninde yazılan bazı kitaplarda Kızıl Elma’nın kuru bir saltanat değil “İ’la-yı kelimetullah” olduğu söylemleri tarihi gerçekler açısından bakıldığında bütünüyle  doğruyu yansıtmamaktadır. Bana göre Osmanlı’da gördüğümüz İ’la-yı kelimetullah denilip fethi ve hakimiyeti merkeze alan söylemler işte bu Orta Asya kökenli Kızıl Elma’nın İslami unsurlarla desteklenmesinden ibarettir. Fatih’in “Dünyada tek iman ve tek sultan” demesi; Yavuz’un “Dünya iki hükümdara çok, bir hükümdara az” sözlerini söz konusu cihanşümul devlet anlayışı ile izah edebiliriz. Yalnız hemen ilave edelim, sözünü ettiğimiz cihan hakimiyeti mefkuresi bütün han, hakan, kağan ve padişahlarda eşit derecede iktidar dönemi uygulamalarına yansımış değildir.
İkinci esas, klasik İslami daha doğru bir tabirle Müslümanların siyasi tecrübelerinden oluşan gelenek. Bunun kökeni hiç şüphesiz Emevi ve Abbasi iktidarına dayanır. Babadan oğula geçen saltanat anlayışı, devletin hikmet ve adalet temelleri üzerinde ayakta durabileceği vurgusu, şer’i hukuk vb. unsurlardır. Aslında İslami geleneğin en büyük etkisi, dinin devlet gücünü meşrulaştırma ve kutsiyet kazandırma ekseninde kendini göstermektedir.
Bizans geleneğine gelince; bu genelde inşa edilen devlet kurumları, bunların işleyiş şekline ait modeller ile güçler birliği diyebileceğimiz otoritenin tek elde toplanması gerektiği zihniyetidir. Devlet bürokrasisi ve saray teşkilatlanması, tımar sistemi ilkine örnek iken, Bizans’a ait olduğu bilinen İmparatorun “bölünmez mutlak otoriteye” sahip olması Osmanlı devlet anlayışında güçler birliği şeklinde tezahür etmiş ve her şey saray merkezli idare edilir hale gelmiştir.
Bahsini ettiğimiz ana esasları nazara alarak bugüne baktığımızda son yıllarda yaşadığımız birçok şeyin kökenini buralarda görebiliriz. Maddeler halinde birkaç örnek sunayım.
1-Güçler ayrılığı yerine güçler birliği ve her şeyin merkeze/saraya ve merkezde/sarayda tek bir şahsa/lidere bağlanması. Hem Türk hem İslam hem de Bizans siyasi geleneğinde gördüğümüz bir uygulamadır bu. Zira bu lider göklerden gelen bir kararla, Tanrı istediği için o makamda durmaktadır, O’nun te’yidine, inayetine mazhardır, yeryüzünde O’nun gölgesidir. Dolayısıyla Tanrı gibi her şeyde son sözü o söyler. Belki bu izahlardan sonra “Rahmetimiz gazabımızı geçmiştir” ya da “Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde toplayan lider” sözleri sizlere daha anlamlı gelmiş olabilir.
2-Din-devlet özdeşleşmesi. Hz. Peygamberin devlet başkanı olma ile Peygamber olma vasıflarını kendisinde cem etmesine bağlı olarak liderlerin Hz. Peygamberin bu her iki misyonuna varis olduğu inancı ve kabulü. Tarihi süreçte bu anlayış Karahanlı’ların Müslüman olmasıyla kesintiye uğramış, güçlerini yitiren Abbasi devlet başkanları yönetimi başkalarına bırakmış ama Hz. Peygamberin peygamberlik misyonunun temsilcisi olarak halife ismiyle konumunu korumuş, vazifeleri sembolik dahi olsa halifeler Peygamber sülalesine mensup kişilerden seçilmiş, imamette ise  (devlet başkanlığı) böyle bir şart aranmamıştır. Yavuz’un Mısır’ı fethi sonrası bu ikisi yeniden birleştirilmiş ve önceden halife ve emirü’l mü’minin şeklinde ikiye ayrılan ünvanlar padişahın halifeliği ile yeniden aynı kişide birleştirilmiştir. Bugün de halk muhayyilesinde lidere halife denilmesinin altında bu vardır. Zira devlet başkanı aynı zamanda halifedir!!!
3-Din-devlet birlikteliği/özdeşliği devletsiz bir dinin olmayacağı ve ayakta durmayacağı zihniyetini ve kültürünü doğurmuştur. Dolayısıyla Müslüman muhayyilesinde devleti ele geçirme, dini korumak için vazgeçilmez bir şart gibi kabullenilmiştir. Buna göre devlet demek din, din demek devlet demektir. Din ne kadar kutsal ise devlet de o kadar kutsaldır. Devlet kutsal olunca devletin başında bulunan başkan da kutsaldır. Onun için “ona dokunmak ibadet” kabul edilir! Devletin resmi dini görüşe muhalif her türlü düşünce ve inancın heretik kabul edilmesi ve orantısız cezalarla cezalandırılmasının altında bu vardır. Çünkü yapılan şey din ü devlet’e karşı yapılmaktadır. Düşünce ve inanç özgürlüğü bu bağlamda söz konusu edilemez. Dinin hamisi/koruyucusu olan devlet buna en ağır cezayı vermekte haklıdır.
Tersi de geçerli bunun
Devletin resmi görüş ve uygulamalarına muhalif düşünce ve eylemler de “devlete isyan” kategorisine sokulur, dinin/şeyhulislam’ın vereceği meşruiyet fetvasıyla en ağır şekilde cezalandırılır. Zira bunlar Orta Asya’da kullanılan tabirle Cihan hakimiyeti, Osmanlı’daki tabiriyle “Devlet-i ebed müddet” ve “Nizam-ı alem”e en büyük engel teşkil eder. Devlet yaptıklarından sual olunmaz. Her işinde/kararında bir hikmet vardır. ‘Hikmet-i hükûmet’ deyimi bunu anlatır. Babai isyanları, Bermekiler, Şeyh Bedreddin vb. hadiselerinde rol oynayanlar işte bu zihniyetten dolayı ağır cezalarla cezalandırılmıştır. Zira onlar ‘hikmeti hükûmete’ karşı çıkarak ‘fitne’ çıkarmışlardır ve ‘fitne katilden beterdir’ yaklaşımı onların öldürülmelerini gerektirir.! Mürtedlere ölüm cezası verilmesinin dayanağı burasıdır.
Osmanlı’da beşikteki bebekler dahil şehzadelerin öldürülmesinin altında da bu zihniyeti görebiliriz. Çünkü yukarıda dediğimiz gibi devlet öyle bir konuma sahiptir ki onun varlık ve birliğine zarar verecek her unsur cezayı hak eder. Burada muhatabın padişahın evladı veya kardeşi olması neticeyi değiştirmez. Daha da ilginci sözün kendisinde bittiği yerde en üst kademede yer alan padişah eğer kendisi devletin bekasına mâni ise bu defa cezaya çarptırılan padişah olur. Şeyhülislam fetvası ile tahttan indirilir, hapis edilir, sürgüne gönderilir hatta öldürülebilir. 623 yıl hüküm süren Osmanlı’da 36 Padişah’ın 14’ü tahtan indirilmiş, onlarca şehzade nizamı alem uğruna öldürülmüştür.
Burada 14 padişahın tahttan indirilmiş olması, padişahın gücünün kısıtlılığını göstermez mi denilebilir? Tarihçilerin üzerinde kalem oynatacağı çok anlamlı bir soru bu. Zira bugün görüyoruz ki bir siyasi lider, padişahlarınkine benzer bir gücü ele geçirdiğinde, modern devletin verdiği sınırsız kontrol imkanlarıyla, padişahların sahip olduğundan çok daha fazla bir mutlakiyete sahip olabiliyor.
Din adamları ne olacak diyorsanız, değişen bir şey olmaz. Onlar da eğer devlet karşısı bir pozisyon aldıysa ya da devletin varlık ve birliğine tehdit teşkil edecek bir konuma geldiyse onlar da Kızıl Elma, Devlet-i ebed müddet ve nizamı alem için öldürülür, sürülür, hapse atılır, kırbaçlanır. “Şeriatın kestiği parmak acımaz” deyimi de aslında böylesi dini bir kimlik ve kişiliğe sahip insanlar için söylenen ve halkın muhtemel itirazların önünü almak için kullanılır.
4-Günümüz Türkiye’sinde gördüğümüz ve bu üç geleneğin uzantısı sayılacak daha birçok şey söyleyebilirim ama Özhaseki’ye geri döneyim. Osmanlı siyaset geleneğinde devlet ve tabii olarak devlet başkanı olan padişah hakimiyeti altında tuttuğu toprakların sahibi olduğu gibi onun üzerinde yaşayan insanların da sahibidir. Orta Asya’da Han’ların vefatı öncesi ülkesinin topraklarını veliaht olan evlatları arasında dağıtmasını hatırlayın. Yalnız Osmanlı’da bir fark vardır, onlar gerek Selçuklu’nun beyliklere bölünmesi gerekse Yıldırım sonrası yaşanan şehzadeler arasındaki taht kavgalarının tecrübesine dayanarak toprak dağıtımının/paylaşılmasının devletin bütünlüğüne zarar verdiği görmüş ve tam aksi bir uygulamaya gitmiştir. Şehzade katlinin ardında yatan budur.
Toprağın devlete ve devlet başkanına ait olmasının bir başka göstergesi arazi düzenlemesidir. Osmanlı’da arazi en genel tasnifle ikiye ayrılır; devletin sahip olduğu arazi (arazi-yi miriyye) ve halkın sahip olduğu arazi (araziyi memluke). Ama devlet arazileri özel mülkiyete nispetle kıyaslanmayacak kadar büyüktür.
Kaldı ki devletin özel mülkiyeti teorik olarak haksız kazanç kategorisinde gördüğünde ama pratikte istediği zaman müsadere etme hakkı vardır. Nitekim bu müsadere Osmanlı’nın belli dönemlerinde muhalifleri susturan bir kılıç gibi kullanılmıştır. Devlete muhalif olanların malları hiçbir gerekçe gösterilmeden müsadere edilmiştir. Tahmini bütçelerde müsadere fonu oluşturulmuş, ihdas edilen müsadere birimlerinde işi sırf müsadere olan memurlar çalıştırılmıştır.  Böyle olunca bütçenin açık vermemesi için hak ve adaletten ayrılıp sudan sebeplerle müsaderenin gerçekleştiğini tahmin etmek bizler için zor olmasa gerek.
Yanlış okumadınız…
İnsanlara gelince, kişilik haklarının batılı standartlarda gelişmemesinin sebeplerinden bir olan bu zihniyete göre yönetilen kitle yani tebaa/reaya (tabii olan ve güdülen sürü) padişahların kulu ve kölesidir. Yanlış okumadınız, ahitname ve fermanlardaki hitaplara kadar yansıyan bir zihniyetten ve tarihi gerçeklikten söz ediyorum. Mesela padişahların kullandığı ünvanlar, kazıttıkları mühürlere yazmış olduğu vasıflara bakın. Hem Orta Asya Türk hem de İslam geleneğinin birleştirildiği imajı veren “İki karanın sultanı, iki denizin hakanı” anlamına gelen şu unvan: “Sultanu’l Berreyn ve Hakanu’l Bahreyn.” Ya da şu ahitname veya emannameye: “Hak Teala’nın inayeti ve Yüce peygamberimizin mucizatı berekatıyla ben iki dünya hakanlarına taç giydiren sultanu’s selatin ve zillullah  fi’l alem…..Süleyman Han b. Selim Han b. Beyazıt Han’ım?” Veya yüzlerce-binlerce kaynakta göreceğiniz gibi padişahın tebasına/reayasına “kullarım” demesi.
Haksızlık etmeyelim ve anokratik bir yaklaşım sergileyip bugünden dünü okumayalım. O dönemim kuralları içinde belki başka devlet başkanları da benzeri hitapları kullanıyordu. Zaten “kullarım” sözcüğü “vatandaşlarım” manasına gelen bir beyandı. Ama şunu unutmamalı, bu beyanlar günümüz Türkiye’sinde öyle anlaşılmıyor. Taban akademik camianın verdiği bu manaları vermiyor. Kullarım sözcüğünden kul olduğu çıkarımını yapıyor.
Sonuç itibariyle Özhaseki’nin “Allah bize sahip gönderdi” demesi eğer korku ve menfaat saikasıyla söylenmediyse, haddi ve maksadı aşan, kelamın şehvetiyle, belagat düşüncesiyle dile getirilmediyse izah etmeye çalıştığımız siyasi geleneğin tabii ve zaruri sonuçlarından biri olabilir. Yeni değil eskidir bu tarz-ı siyaset. Sadece bugünün değil dünün de sorunudur. Zihniyet değişmediği müddetçe yarının da sorunu olmaya devam edecektir. Aksi halde Özhaseki misali Erdoğan’ı Efendi ve sahip kendisini de kul ve köle gören daha niceleri çıkar ve çıkacaktır. Hele seçim arefelerinde!

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.