Kurtuluş Allah'ın kitabı Kuran'da | Abdullah Aymaz

temp

Tirmizî’deki bir Hadis-i Şerifte Kur’an-ı Kerim’in muhtevasını ve önemini yansıtan şöyle bir rivayet var:
Hâris el-A’ver  anlatıyor: “Mescide uğradığımda gördüm ki, halk, zikri terkedip mâlâyânî konularla meşgul oluyor. Çıkıp durumdan Hz. Ali’yi (R.A.) haberdar ettim. Bana: ‘Doğru mu söylüyorsun, öyle mi yapıyorlar?’ dedi. Ben ‘Evet’ deyince, o da, ‘Ben, Resulullah’ın (S.A.S.) şöyle ferman ettiğini işitmiştim: ‘Haberiniz olsun, bir fitne zuhur edecek!’ buyurdu. Ben hemen, ‘Ondan kurtuluş yolu nedir Ey Allah’ın Resûlü?’ diye sordum. Buyurdular ki: ‘Allah’ın Kitabı… O’nda, hem sizden öncekilerin haberi, hem de sizde sonra (kıyamete kadar) gelecek fitneler ve kıyamet halleri ile ilgili haberler… Ayrıca sizin aranızda cereyan edecek durumlarla alâkalı hükümler var. O, hak ile batılı ayırdeden ölçüdür ve O’nda her şey ciddidir. Kim bir zâlimden korkarak, ondan kopar ve onunla amel etmezse, işte o zaman Allah da onu helâk eder. Kim O’nun dışında bir hidayet ararsa Allah o kimseyi saptırır. O, Allah’ın en sağlam ipi (hablü’l-metindir.) O, hikmetli bir beyan ve Hakk’a ulaştırılan bir yoldur. O, kendisine uyanları (değişik arzulara takılıp) kaymaktan, kendisini (kıraat eden) dilleri de iltibastan korur. Alimler hiçbir zaman ona doyamaz… O’nu tekrar tekrar okuyana usanç vermez ve tadını eksiltmez. O’nun insanlarda hayret uyaran yanlarının sonu gelmez. O öyle bir kitaptır ki, cinler işittikleri zaman, şöyle demekten kendilerini alamamışlardır: ‘Biz doğru yolu gösteren acib bir Kur’an dinledik, ona (Allah kelâmı olduğuna) iman ettik.’ (Cin Suresi, 72/1-2) O’nun uslûbuyla konuşan doğruyu konuşmuş olur. Onunla amel eden mutlaka mükafat görür. Kim onunla hüküm verirse, adaletle hükmeder. Kim ona çağırsa, doğru yola çağırmış olur.”
Kur’an-ı Kerim bütün zaman ve mekanlara, fert fert herkese ve her topluma hitap eder. Sınırlı harfler ve kelimelerle sonsuz mânâlar ifade eder. O, her zaman taze nâzil oluyor gibi yepyeni mânalarla arz-ı endam eder. 
Evet, Kur’an’ın çağımızı aydınlatan bir tefsiri olan Risale-i Nurlar bile bugün yazılmış gibi taze… Elbette onların asıl kaynağı olan Kur’an her an ve her zaman ter u taze ve taptaze olacaktır… Kur’an muhataplarını günü gününe takip eder. Onu elinden bırakmayan âşık dostları günlük ve anlık mesajlarını alırlar… O an ki, problemlerine ışık tutacak, ya sarih bir ifade veya imâ, işaret, telmih ve remiz cinsinden bir mânâyı hissettirmekle  uyarıda bulunur. Mesela, Tanzanya’nın başşehrine tayini çıkan adanmış bir ruhun, biraz âheste-revlik yapmasına karşı Kur’an-ı Kerimi açınca, karşısına “Allah, dârü’s-selâma davet ediyor.” (Yunus Suresi, 10/25) meâlindeki âyet karşısına çıkar. Hemen başşehir Dârü’s-Selâm’ın yolunu tutar. Böyle çok tevâfuklar vardır.
Muhammed Esed’in (1900-1992)  Müslüman olmasına vesile olan da yine Kur’an’ın onu takip etmesidir. 
Muhammed Esed  bir gün Berlin metrosunda seyahat ederken gördüğü yüzlerin istisnasız hepsinin derin ve gizli bir acıyla kasılı olduğunu müşahede etti. Duyduğu sarsıntıyla bunu yanındaki Elsa'ya açtı. Elsa şaşkınlıkla "Bir cehennem azabı çekiyorlar sanki... Acaba kendileri bunun farkındalar mı?" cevabıyla onu tasdik etti. Esed bu acıları ve ıstırapları insanların gerçeksiz, inançsız ve fasılasızca refah peşinde olmalarına bağlar. Eve döndüklerinde masada açık kalmış Mushafı gördü. Kapatıp kaldırmak için uzandığında gözü Tekâsür suresine ilişti. Birden surenin o gün metroda yaşadıklarının tam bir yankısı olduğunu hissetti ve şunları düşündü: "Bütün çağlarda insanlar tamahı, açgözlülüğü tanımışlardır: ama tamah ve açgözlülük başka hiçbir çağda bugün olduğu kadar,  ciğer sökücü bir hırs halinde kendini açığa vurmamıştı. ... İnsanların boyunlarına binmişti ifrit; kamçısını tam yüreklerinin başına indiriyor ve uzaklarda alayla göz kırpan yalancı hedeflere doğru dehliyordu onları. ... Ne kadar hikmetli olursa olsun bir insan, yirminci yüzyıla özgü bu acılı koşuyu kendiliğinden bilemez. Böylesine hakim bir perdeden, böylesine apaçık bir üslupla dile getiremezdi. Hayır Kur'an'da konuşan, Muhammed (S.A.V.)'in sesinden daha güçlü, daha yüksek bir sesli ve bütün zamanları aşarak ulaşıyordu insan kulağına..."
Esed, bu olaydan kısa bir süre sonra Elsa ile birlikte müslüman olduğunu açıkladı. Böylece on dokuz yaşlarındayken görüp çoktan unutmuş olduğu bir rüya tecelli etmişti: Bu rüyada Esed, içinde bulunduğu bir metro treninin yeraltından çıktıktan sonra saplandığı sonsuz ufuklu bir batakta, az ötede çökmüş duran ve kendisini beklediğini hissettiği, yüzü örtülü kısa kollu harmanili binicisi olan bir devenin terkisine binerek, saat, gün, ay, kısaca zaman kavramını yitirecek kadar uzun bir yolculuk sonunda, yakmayan fakat kör edici parlaklıktaki bir beyaz ışığa vardığını görmüş ve tasvir edilemez ahenkteki bir sesin 'Burası Batının en uç şehri' dediğini işitmişti. Yıllar sonra, rüyasındaki binicinin Hz. Peygamber, ışığın kavuştuğu, işittiği sözlerin ise Batıdaki hayatının sona ereceğinin habercisi olduğu tefsiriyle karşılaşacaktır.
Esed, 1927 Ocak'ında bir kez daha, ama bu sefer Elsa ve onun altı yaşındaki oğlu ile beraber yola çıktı. Daha o günden bunun dönüşü olmayan bir yolculuk olduğunu hissetmişti. Deniz yoluyla Cidde'ye oradan da Mekke'ye hacca gittiler. Vardıktan dokuz gün sonra Elsa, bilinmeyen bir hastalıktan öldü ve Mekke mezarlığına gömüldü. Aynı yıl Kral Abdülaziz ile tanıştı. Bir müddet sonra Zeyd'i yanına çağırdı. Bu arada yeniden evlendi ve Medine'ye yerleşip, tarih ve tefsir çalıştı. Fakat hiçbir zaman evde sürekli kalmadı, Zeyd'le Arabistan'da pek çok seyahatler yaptı. Şeyh Sunusî ile tanıştı, Libya bağımsızlık savaşına katılmak için yola çıktı, fakat Ömer el-Muhtar'a yetişemedi. 1932 yılı Arabistan'daki hayatının sonu oldu. 1942 yılında babası ve kız kardeşi Yahudi oldukları için  toplama kampında öldüler.  
Pakistan'a gitti, Cinnah ve İkbal'le tanıştı; 1947'de Pakistan Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu Dairesi başkanı ve İslamî Tecdit Kurumu üyesi oldu, çalışmalarda ve araştırmalarda bulundu.
1952 yılı başlarında yirmi beş yıllık ayrılıktan sonra Pakistan'ı Birleşmiş Milletler'de temsil etmek üzere New York'a gitti. Kısa süre sonra bu vazifesinden ayrıldı ve Mekke'ye Giden Yol adlı hatıratını ve seyahatnamesini yazdı ve neşretti. Daha sonraki yıllarını elinizdeki bu meali hazırlamaya hasretti. 1992 yılında İspanya’da  vefat etti. 

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.