HZ. ALİ VE ‘YA AHİRET VARSA/YOKSA’ ÖNERMESİ | Ahmet Kurucan


Yazı bana ait değil. Aşağıda okuyacağınız makalenin yazarı yazısına “Hazreti Ali’ye atfedilen bir hikâye, Sofizm ve Felsefe’ye dair” başlığını koymuş.
Yıllarca cami kürsülerinde vaizlik yaptım ama hiçbir zaman meslektaşlarımdan onlarca defa dinlediğim Hz. Ali’nin Allah’ı, ahireti cennet ve cehennemi inkar eden ve yapılan salih amelleri boşa harcanan zaman, zayi edilen emek gibi görüp acıyan ve ‘Ya Ahiret yoksa’ diyen komşusuna  söylediği söylenen ‘Ya ahiret varsa’ önermesi üzerine kurulan iman-inkar hikayesini anlatmadım. Nedense aklıma hiç yatmadı bu hikâye. Hele Hz. Ali gibi bir insanın bunu söyleyeceğine ihtimal vermedim. Ama üzerinde de hiç düşünmedim. Derinlemesine bir araştırma yapma ihtiyacı hissetmedim.
Online bir grubumuz var. Bazı mevzuları kendi aramızda fırsat oldukça müzakere ediyoruz. O grupta bu mevzu gündeme geldi ve bir arkadaşımız -ismini vermemi istemediği için vermiyorum- aşağıda detaylıca okuyacağınız yazı ekseninde oldukça uzun sayılacak paylaşımlarda bulundu. Çok sevindim. Nihayet yıllardan beri kafamı kurcalayan ama üzerini örterek, düşünmeyerek kendimi rahatlattığım bir mevzu bana göre açıklığa kavuşmuştu. Hemen teşekkür ettim ve ardından “İzin verirsen köşeme bu yazıyı taşıyacağım, dar bir grupla sınırlı kalmamalı” dedim. Kabul etti ve yazdığı şeyleri toparlayıp bazı ilavelerle bana gönderdi.
Şimdi sizi o yazıyla baş başa bırakıyorum. İstifadeli olacağı kanaatini taşıyorum.
Hazreti Aliye atfedilen bir hikaye, Sofizm ve Felsefe’ye dair
Malumunuz, Hazreti Ali (kerremallahu vecheh) kendisi ile Allah’ın varlığını tartışan adama şöyle cevap verir: “Ya Allah varsa!”
İrfan ve hikmet literatürümüzde pek çok mesele var ki tetkik ve tahkik süzgecinden geçirmek gerekiyor. Zaman zaman Hocaefendi, bazı atasözlerini belirgin bir kontekst içine oturtarak farklı manalar verir. “Ateş düştüğü yeri yakar” sözüne daha kapsayıcı ve ahlaki sorumluluk taşıyan bir mana yükleyerek bu deyimi gelişigüzel ve olumsuz yorumlanmaktan kurtarmıştır.
Hikmet ve irfan kültürümüzdeki hikmet, felsefe dediğimiz şeyin bir yönü ile aynı manadadır. Muhakemat eserinde Bediüzzaman hazretleri felsefeyi bu yönü ile tasvip eder. İşte bu yönü ile felsefeyi daha iyi anlamak için en iyi yöntem, onun neye karşı ortaya çıktığını ve felsefeyi ilk ortaya atanların ne anlam ifade etmek istediğini bilmek ile olur. Felsefe sofizme karşı ortaya çıkmıştır. İlk ortaya çıkış macerasına kısaca baktıktan sonra başta zikredilen hikayenin teknik olarak hangi kategoriye girdiğine ve nasıl yorumlanması gerektiğine bakabiliriz.
Felsefeden önce Sofizm (bizde sofestailik denen şey) vardı. Sophia eski Yunanca bilgi demektir ve sofizm doğrudan doğruya bilgicilik, bilgiçlik yapmak, bilgi satmak demekti. Sofist, o dönemki kullanımı itibariyle, sanatında mahir, sözü zekice sevk edebilen, ikna edici, hatta kandırıcı demekti (bilerek kandırma niyetiyle değil tabi-kendi doğrularına ikna etme manasındadır. İslam felsefecileri, bilerek kandırma metodunu safsatadan ayırarak mugalata tabirini üretmişlerdir). Filozoflardan önce Atinalı akıl hocalarının mesleği ve geçim kaynağı sofizm idi. Bu tür bilgi ve düşünme tarzı her ne kadar sofistlerle bilinse de her zaman ve her yerde en yaygın olan şeydir. Hazreti İbrahim’in Harran’dan Mısır’a kadar yaptığı seyahatlerinde bu tür düşünceyle yaptığı mücadelenin örnekleri verilir Kur’an’da. Nemrut’un düşünce tarzı bir safsatadır. Hazreti İbrahim sorular ile adım adım giderek yanlışı ortaya çıkarmaya çalışır.
Sokrat, bu profesyonel bilgi üreticilerine itiraz ile ortaya çıktı. Diyalog metoduyla her meseleyi tek tek karşılıklı müzakereye açtı. Kendisi felsefe yazmadı; sadece ortalıkta dolaşan fikirlerin nasıl test edileceğini öğretmeye çalıştı. Öğrencisi Eflatun’un kaleme aldığı diyaloglarda görüldüğü gibi, sofistlerin fikirleri zannedildiğinden daha farklı sonuçlara götürebiliyordu, kendi içinde çelişkili oldukları fark edilebiliyordu.
Sokrat sofizm yerine, aynı kelimeden türettiği felsefe (philo-sophia) tabirini ortaya attı. Bir insanın bilgi üreticisi-satıcısı değil, doğru bilginin sevdalısı olması gerektiğini, hakikatin bilgisini arayan bir insan olmanın daha erdemli olduğunu hayatı pahasına öğretmeye çalıştı. Zannedildiği gibi bir insanın tek başına, bir iki kelime oyunuyla veya kendi şahsi tecrübesiyle hakikatı/doğruyu hemen ortaya çıkaramayacağını anlatmaya çalıştı. Ona göre doğruya ulaşmak çok daha büyük, daha zor ve erdem gerektiren bir işti. Sokrat’ın teklif ettiği şekli ile felsefenin en büyük derdi, bilgi ve bilmek dediğimiz o değerli nesneyi ve erdemli uğraşıyı gelişigüzellikten, şahsilikten ve hissilikten kurtarmaktı.
Antrparantez şunu da söyleyip geçeyim: Bugünün düşünür ve kritikçileri sofizm çağına geri dönüldüğü kanaatindedirler. Özellikle Trump’ın en yüksek siyasi mertebede bazı şahsi/partizan fikirlerini cesurca söyleyivermesi (tweet’lemesi), son zamanlarda giderek yükselen popülist trendi meşrulaştırmış, bir politika yapma metodu olarak kalabalık kitleler nazarında geçerlilik kazandırmıştır. Politik aldatmacaların 90’lı yıllarda zirveye çıkarak dünyayı idare şekline dönüşmesi dönemine post-truth (hakikat/gerçek sonrası, gerçek ötesi) adını vermişlerdir. Gerçek ötesi dönem, objektif bilgiyi şahsi kanaatlerle rahatça göz ardı edebildiğimiz, sübjektif ve alternatif doğruları yarıştırdığımız ve bu yarışmada gücün belirleyici olduğu bir dönemdir. Soğuk Savaş dönemi Amerika ve Avrupa’nın profesyonel illüzyon dönemleri olsa da bugün bazı üçüncü dünya ülkeleri ligine geri dönmeyi başarmış bazı ülkelerde açıktan yalana dönülmüştür. Kitleler olmayan teknoloji ile, olmayan para ile, olmayan itibar ile kandırılabilmektedirler. Buna safsata sonrası mugalata dönemi de denebilir. Kısacası bilimsel (nesnel, objektif), ahlaki ve irfani hakikat hiç bu kadar örselenmemişti.
Özetlersek, sofizm şahsi duygu, his, zan, zevk ve tercihlerine göre bilgi/doğru üretmek demektir. Bizim literatürümüzde ‘indî mülahaza’ ve ‘zann’ı da içine alır. Her zaman olduğu gibi şu anda da çok yaygın bir düşünme ve inanma şeklidir. Bu noktada pek çoklarımız tarafından bilinen argümana geri dönüyorum: “Ya ahiret varsa?”
Bu argümanı seçmemin sebebi, üzerinde çalıştığım imani meseleler ile alakalı dikkatimi çekmesiydi. Çok daha güncel, sofizm tarzını daha iyi örnekleyen pek çok hikaye ve söylem seçilebilirdi. 1970’lerden sonra bazı İslami siyasetçilerin meşhur ettiği, “lafla muhatabını susturma” sanatının eski bir örneğidir. Eskiler buna “ilzam” (susmaya mecbur etmek) derlerdi ve çok makbul saymazlardı. İlzam muhatabı susturur, taraftarları ikna eder ve coşturur, ama iki tarafa da uzun vadeli faydası olmaz.
Hazreti Ali’ye izafe edilmiş bu söz, çok zekice söylenmiş, kulağa da çok hoş gelen, ama İslam’ın değer verdiği iman anlayışına uymayan bir sözdür.
Bu sözü bir mihenk taşına vurursak bu mihenk ne olabilir? Sözün temel mevzusu ve hedefi Allaha iman ise ve biz Müslüman isek, öyleyse İslam’ın iman anlayışı bizim için bir ölçü olabilir. İslam’ın ‘iman’ dediği şey nedir ve bu argüman nasıl bir iman anlayışı üretmektedir? İkisi birbiri ile uygunluk arz eder mi?
‘Ya Allah varsa’yı da içine alan ‘Ya ahiret varsa!’ argümanı hikâyeye göre muhatabını imana sevk ediyor. Ancak bu iman, ‘ya varsa, ya yoksa’ hesabına dayanıyor. Yoksa ne kaybedersin, varsa ne kaybedersin hesabıdır bu. Bu hesapta ‘inanan’ kazanıyor görünüyor. Ama kazanç ihtimali yüzde elli olan bir iman bu, tabii eğer Allah varsa ve o şahsın ettiği imanın geçerli iman olup olmadığını hesaba katmamak şartıyla. Diğer yüzde elli ihtimal şu: Eğer Allah yoksa ve o da inanmış ise, bu durumda bir kazanç yok, sadece kaybetmek bir zarar vermiyor o kadar. İnanmayanın da yüzde elli kaybetme ihtimali, cehenneme veya idamı ebedi ile yokluk cezasına çarptırılma ihtimali var. Allah yoksa, o da iman etmemiş ise, yüzde elli kendi hesabına göre kârlı. En azından dünyayı istediği gibi yaşamış olacak, eğer yaşayabilirse. Böyle bir iman hesap imanıdır. “Ya varsa!” ihtimalinin imanıdır. “Evet, Allah var ve ben inanıyorum” imanı değil. Kur’an ve Sünnetin “iman” dediği imanı hasıl etmek zor bir iş olduğundan dolayıdır ki, Bediüzzaman Hazretleri bütün hayatını ona adamış, gece gündüz tefekkür etmiş, binlerce sayfa yazmıştır.
Hazreti Ali’ye bu argüman ne diye söyletilmiş? Buna cevap vermek o kadar da zor değil ancak bu durumda bazı boşlukları görmek imkânı olmazdı. Sonuç şu, belki bu söz çok sakıncalı sonuçlar doğurmayabiliyor ama Hazreti Ali’den geldiği zannıyla bütün mantık süzgeçleri açılıyor ve o süzgeçten her şey geçiyor. Ne de olsa söyleyen Hz. Ali deniyor. Yaratıcının varlığı adına da bir şey söylemediği fark edilmiyor. Bu tür argüman bir sofizmdir; ikna edici, ama genel-geçer bir bilgi üretmiyor, güvenilip peşinden gidilecek bir bilgi değil. Bu misali şerh etmekten maksadım düşüncede metotsuz ve tartısız olduğumuza dair bir misal ile tembih ve irfan külliyatımızı tenkih adına küçük bir adım idi.
Bugün çok daha büyük yanlışlarla muhatap oluyoruz. Bizim için yanlışın büyüğü küçüğü olmaması lazım. İslam’ın hikmet ve irfan literatürünü tetkik ve tahkik süzgecinden geçirmeden kullanmak, sözün manasını ve değerini anlayanlar nazarında pek makbul olmasa gerek. Tetkik ve tahkik bizler için gayr-i ihtiyari çalışan bir mekanizmaya dönüşmeli.
Aksi halde sofistlerin bilgisi her zaman alıcı bulur. Kitleler, özellikle eğitimsiz kitleler, şahsi his ve hevesleri ile bir şeylere inanmayı tercih ederler. Çok yakın zamanda inançlı olduğunu düşünen bir kitle, yıllardır kendi çocuğundan daha öte tanıdığı ve güvenilir bulduğu insanlara inanmayıp, kim olduklarını bile bilmediği bir kısım isimsiz sosyal medya iftiracılarına inanmayı tercih etmedi mi? Allah’ın Mizan’ı orada; buradaki ölçü nerde, mihenk nerde, vicdanlar nerede? Son zamanlarda sık sık Hizmet’in prensiplerinin hatırlatılması boşuna değil. O prensipleri üretenler ve hatırlatanların ilk uygulayıcıları olup olmadıkları konusu bahs-i âher.
“Allah, ‘mizan’ koymuştur, siz ölçüyü aşmayasınız diye. Siz istikametle ölçüp biçin, ölçme değerlendirme yaparken haksızlık etmeyin!”

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.