İSLAMCILIK ÜZERİNE NOTLAR (2) [Mehmet Efe Çaman]


İslamcılığı anlamak için İslami toplumların geri kalmışlık tarihiyle ilgilenmek gerekiyor. Çünkü İslamcılık, Batı’daki modernitenin, sekülerleşmenin, özgürleşme ve bilimselleşmenin sonucu olan ilerlemelerden dolayı gerileyen İslam toplumlarına reformist-İslami yaklaşım sunmak iddiasında olan bir ideolojidir. Bu bağlamda özellikle Osmanlı kontekstinde Osmanlıcılık ve Türkçülükle aynı sorunsal temelinde doğmuştur. Çünkü Osmanlıcılık da Türkçülük de, dağılmakta olan Devlet-i Aliyye’yi kurtarmayı hedefliyordu.
Ne yazık ki problemin varlığının saptanması doğru olsa da, sebeplerin tespitindeki ölçütler konusunda hata yapıldığı için, ortaya konan ıslahatlarda gereken derinlik ve kapsam ortaya konulamamıştır. Geri kalmanın daha çok toprak kaybı ve askeri alanda Batı’yla baş edememek hususları ön planda tutulmuştur. Oysa esas sorun ekonomik ve teknolojik verimsizlik ve gerilikti. Bunların arka planında ise bilimsel ve akademik düşünce üretiminde Batı’nın çok gerisinde kalınmasıydı. İlk Avrupalı askerler Osmanlı ordusunda subay yetiştirmede görevlendirildiklerinde, doğa bilimleri ve matematikte çok geri seviyelerde bir öğrenci kitlesiyle karşılaşmışlardı. Askeri okulların imparatorluğun en başarılı eğitim kurumları oldukları gerçeği göz önüne alındığında, Osmanlı devletinin sosyolojik geri kalmışlığı konusunda bir fikir edinebiliriz sanırım.
En temel sorunların başında, özgür düşünememe gelmekteydi. Dini, geleneksel ve toplumsal sınırlamalar nedeniyle Osmanlı sosyalizasyonu görece akla-ilerlemeye ket vuran ezberci ve ilkel bir görünümdeydi. Neden görece terimini (izafi) kullanıyorum? Çünkü geri-ileri gibi kavramlar karşılaştırmalı (mukayeseli) bağlamda bir anlam ifade ederler. Kiminle karşılaştırma yapmalıyız? 19. ve 20. yüzyıl dönemlerinde yaşamış atalarımız kiminle karşılaştırma yaptılarsa, bizler de aynı toplumlarla karşılaştırmak durumundayız. Osmanlı tarihi boyunca karşılaştırma yapılan toplumlar daima Batılı toplumlar ola gelmiştir. Bunun nedeni, İslami cihat konsepti gereği dış politikasını Hristiyan memaliğin (Batı ülkelerinin – Avrupa topraklarının) fethi merkezine oturtmuş Osmanlı karar alıcılarının, başarı ölçütünü de bu toprakları ellerinde tutmak veya genişletmek olarak tespit etmiş olmalarında herhalde şaşıracak bir şey olmasa gerektir. Osmanlı ekonomisi fetih, ganimet ve geniş toprakları vergilendirmek esaslarına dayanıyordu. Başarı ölçütü bu nedenle ister istemez askeri gücün üstünlüğüydü. Oysa duraklama döneminden itibaren Osmanlı orduları ile Batılı askeri güçler arasında denklik ortaya çıktı. Sonrasında bu denklik Batılı güçler lehine bozuldu. Osmanlı devleti her zaman Batılı güçlerle askeri ve diplomatik ilişkileri paralel yürütmeye gayret etti. Kimi zaman Batılı ülkelerle askeri ve stratejik işbirliklerine girdi. Düşmanlarıyla dengelene politikasını uyguladı. Bu politikalar, duraklama ve gerileme dönemlerinde artarak devam etti. Islahat (reform) çabalarının tam da bu dönemlerde başladığını görüyoruz. Islahat çabalarında Batı’nın taklit edilmesi, sadece Osmanlı karar alıcılarının başvurdukları bir yol olmadı. Ruslar ve Japonlar gibi başka kadim medeniyetler de, Batı’nın üstünlük kurduğunu düşündükleri alanlarını Batı’dan kopyalamaya başladılar. Osmanlı devleti, bu bakımdan dünyada en uzun modernleşme (başlangıçtaki nitelemesiyle Batılılaşma) tarihine sahip olan bir-iki milletten biridir.
Modernleşme hareketleri, Osmanlıcılar ve Türkçüler tarafından daha olumlu ve kabul edilebilir olarak algılanırken, İslamcılar modernleşmeye (Batılı dinamikleri bakımından) mesafeli durdular. Osmanlıcılık, anayasal monarşi sistemi üzerinde vatandaşlık eşitliği ve Osmanlı tebaası yaratma ülküsü üzerine inşa edilmiş bir kurtuluş reçetesi olması bakımından zaten Batılı bir paradigmanın sonucuydu. Dolayısıyla Batı karşıtı olması, eşyanın tabiatına aykırı olurdu. Saray, başlangıçtan beri Batılılaşma dinamiklerine açık olmuştu zaten. Bunda Batı toplumlarından eşlerle evlenme, Batılı kurumları (mesela Bizans devlet mimarisinin bazı unsurlarını) en başından beri imparatorluğun mayasına katma, devşirme kurumu gibi dinamikler rol oynadılar. Bunun yanında, coğrafi konum gereği, bir Avrupa aktörü olan Osmanlı devleti, kaçınılmaz bir şekilde Batı’dan etkilenmek durumundaydı. Bunun dışında, topraklarının önemli bir bölümü Avrupa’da olan devlet, bu toprakların kadim halkları ve sahipleriyle kültürel alışverişlerde bulunmuştu ve bulunmaktaydı. Bu çerçevede, Saray Osmanlıcılık idealini benimsemede zorlanmadı. Zaten zorlanda ne olacaktı? Cebirle Balkanları elde tutmanın uzun soluklu başarı getirmeyeceğini kafası çalışan Osmanlı elitleri sezmekteydiler. Böylece bir Pax-Ottomana düşüncesi, anayasal devlet evrimi yolunda aydınların ve siyasi elitlerin önemli bir stratejisi oldu.
Türkçülük de aynı Osmanlıcılık gibi Avrupa merkezli bir ideolojiydi
Bu bir paradoks değil! İzah edeyim. Türkçülük, Fransız Devrimi sonrasında Avrupa’nın tamamını etkisi altına alan milliyetçilik ideolojisini benimsemesi bakımından pür Batılı bir ideolojidir. Ulus devlet düşüncesinin temeli milliyetçiliğe dayanmaktadır. Millet inşasının olabilmesi için 1648 Westfalya Anlaşması sonrası dünya tarihine armağan edilen teritoryal devletin kurulması gerekti. Bu Avrupa siyasetinin Katolik Kilisesi’nin doğrudan kontrolü dışına çıkışını beraberinde getirdi. Katolik Fransa, Protestan Alman prensliklerine destek olurken, devletin âli menfaati ve devlet aklı kavramlarını diplomaside kullanmaya başlayarak, paradigmayı değiştirdi. Böylece ulusal menfaatlerin dini üst grup (Hristiyanlık alemi veya Kilise) menfaatlerinden daha üstün ve önemli olması ideali benimsendi. Bu, hem iç hem de dış politika yapımını derinden etkiledi. Ulus devletlerin sayısı arttı ve hepsi de bu ilkeleri uygulamaya başladılar. Bunun sonucunda ulus devletin daha müreffeh ve başarılı bir devlet olduğu anlaşıldı. Fakat bu, çok uluslu imparatorluklar için (Osmanlı, Rusya, Avusturya-Macaristan vs.) çok olumsuz bir haberdi. Çünkü milliyetçilik ve ulus devlet kuruluşu, bu imparatorlukların etnik unsurlarına kendi devletlerini kurma rüyasını aşılıyordu. Böylelikle, 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğu çözülme sürecine girdi. Sonrasındaki on yıllar içerisinde de Balkanlar’daki toprakları eridi, elinden çıktı. Bunun yaşattığı psikolojik-kimliksel travma bir yana, ekonomi politik sonuçları da, devletin daha da zayıflamasına ve savunmaya çekilmesine neden oldu. Bu koşullarda Osmanlıcılık imparatorluğun bütünselliğini sağlayamazdı. Türkçüler, salt Türklerden oluşan bir imparatorlukla Osmanlı’nın kaybedilen topraklarının telafisini düşlemeye başladılar. İsmail Gasprinski (Gaspıralı), Ali Agayev (Ağaoğlu), Hüseyinzade Ali Bey gibi Türkî aydınlar (ya da Rusya dış Türkleri), Türkçülüğü Konstantiniye’ye taşıdılar. Osmanlı aydınları ve yönetici elitleri bu yeni fikri çok sevdiler ve benimsediler. Bunların içlerinde Genç Osmanlılar, Jön Türkler, İttihatçılar ve Kemalistler de vardı. Her biri kendi tarihsel etkinlik dönemlerinde, Türkçü oldular, Türkleştiler. Evet Türkleştiler, çünkü Türk olduklarını öğrendiler. Oysa Osmanlı’da Türk, “Etrak-ı bi idrak” (anlayış yetisinden uzak Türkler) denerek aşağılanan bir etnik gruptu. Çarıklılar, göçebeler, Yörükler diye çoğu devşirme Osmanlı elitlerince hor görülürler, oturmasını-kalkmasını bilmeyen, kaba-saba, fevri bir topluluk olarak algılanırlardı. 20. asra dek resmi Osmanlı tarihi İslam tarihi olarak okutulmaktaydı. Osmanlı familyası hiçbir zaman bu tarihe dek kendisini Türk olarak ön plana çıkartmadı. Osmanlı tarihinin Türk tarihine bağlanması, geç modern bir proje olarak imparatorluğun yıkılış döneminde kurgulandı ve inşa edildi. Böylelikle, Türkleştirilirken Avrupalılaşan bir Osmanlı elit kitlesi görülüyor tarihte. Türkiye ulus devleti, işte bu anlayışın ürünü olan Avrupalılaştırıcı ve Türkleştirici bir projedir. Batılılaştırıcı dinamiklerini Osmanlı köklerinden almaktadır. Kızlarına piyano dersi aldıran, Fransızca konuşan, roman yazan ve resim yapan, tek eşliliğe evrilen, kılık kıyafetini tümüyle Batılılaştıran Osmanlı yüksek sınıfları, tıpkı Japonya’dakine benzer şekilde, gelenekle modernitenin savaşımını başlatacaklardı.
Bu savaşın “ötekisi” İslamcılar oldu. Çünkü tüm bu değişimlerin dine aykırı olduğunu düşünmekteydiler. Batılıların bilim ve tekniği, askeri eğitimi, tıbbiyesi, matbaası, bürokrasisi ve devlet mimarisi, ideolojisi, dünyaya bakışı gibi sosyolojik (toplumsa / içtimai) dinamikleri, tümü bir bütün paketti. Paketin birkaç unsurunu alalım diye yola çıkılsa bile, “spill-over” (bir unsurun diğer unsurlara sirayet etmesi) kaçınılmaz olmaktaydı. İslamcılık, dindarların bu modernistlere duyduğu bir tepkinin yansımasıydı.
Cumhuriyet Türkiye’sine miras kaldı
Böylelikle, “tekniğini-bilimini alalım, gerisini değiştirmeyelim” diyen ve İslami devlet teorisinden hukuk sistemine, kadının konumundan üretim dinamiklerine, modernleşme etkilerinden sakınmak isteyen bir İslamcılık ideolojisi, Osmanlı toplumunda doğdu. Sonrasında da cumhuriyet Türkiye’sine miras kaldı. Her ne kadar moderniteden etkilense de, modernitenin getirdiği siyasal sistemin içerisinden güçlenerek iktidarı elde etmeye çalışan, hatta bazen devrimci bir İslamcılık ideolojisi, sistemi İslamileştirerek toplumu dönüştürmek ülküsüyle yola çıktı. Çok partili sisteme geçildikten sonra, tüm sağ partiler bu kesime kucak açtılar. Oysa Demokrat Parti’nin Bayar’ı veya Menderes’i, tasnif edilecek olursa, mutlak surette Batıcı kampa dâhil edilmesi gereken “özgeçmişlere” sahiptiler. Ancak İslamcı bir taban oluşmuş, dindarlar dinin elden gittiğine inandırılmıştı. Esasında Cumhuriyet döneminde izlenen radikal laik politikalar, bu gelişmeye çanak tutmuştu. Böylece ikili bir toplumsal yapı türedi: sistem yanlısı olanlar ve sistem karşıtı olanlar. İslamcılar (Kürtlerle beraber) cumhuriyetin sistem karşıtı tarafı oldular.
(Devam edeceğiz)

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.