DEMİRTAŞ’I İÇERİ ATAN KİM, TUTAN KİM? Ramazan Faruk Güzel
Geçtiğimiz günlerde -halen hukuksuzca içeride tutulan- HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş twitter’den bir açıklama yapmıştı. Kendisi cezaevinde olduğu için, muhtemelen onun adına yetkili birileri yaptı bu açıklamayı. Sn Demirtaş’ın bu açıklamadan ne kadar haberdar, ne kadarına katılıyor bilemiyorum ama 21 Mayıs’ta atılan twitlerin girişi şöyle: “1- Tutukluluğuma gerekçe yapılan sözde delillerin tamamının sahte olduğu, hepsinin FETÖ savcıları tarafından uydurulduğu ortaya çıktı. Ama herkes halen üç maymunu oynuyor.”
Sn Demirtaş, tweetlerinin devamında; yargılandığı mahkemece davaya esas teşkil eden “Mercek” isimli gizli tanık beyanlarının Diyarbakır’dan istendiğini ama oradan, “böyle bir beyanın olmadığına” dair cevap geldiğini, bu gizli tanığın ifadelerinin 2012 yıllarına ait olduğunu ve o dönemin savcılarının şu an FETÖ’den içeride olduğunu söylüyor. Dolayısıyla da Başkan Demirtaş, halen içeride olmasını Cemaat’e yakın olduğunu iddia ettiği bazı savcılara bağlıyor.
Ben de onun bu paylaşımlarının altına kısa 3 tweet atarak, onun dosyasına yön verenlerin şimdi nerede olduğunu izah etmeye çalışmıştım. Fakat bunla yetinmeyerek, kısa da olsa bir yazı kaleme alma ihtiyacı hissetim. Zira Sayın Demirtaş, şu an cezaevlerinde olduğu söylediği 12 savcıdan bahsediyor, kimler olduğu meçhul.. Zaten Fetö vb iddialarla Adliye teşkilatının yarısına yakını görevden alındı ve birçoğu da hapiste, cezaevinde şu an. Dolayısıyla da kimse olayın aslını ifade edebilecek, kendisini savunabilecek, cevap hakkını kullanabilecek durumda değil.
Böyle bir durumda, o dönemlerde Diyarbakır’da görev yapmış bir Ağır Ceza Hakimi olarak bildiklerimi, gördüklerimi paylaşma ihtiyacı hissettim. Bunu insani ve vicdani bir görev olarak görüyorum.
DEMİRTAŞ VE ARKADAŞLARININ TUTUKLULUĞUNA GİDEN SÜREÇ
Sayın Demirtaş, yargılanmakta olduğu Ankara 19 Ağır Ceza Mahkemesi’nde -tweetlerinde de ifade ettiği gibi-, gizli tanık beyanlarının asılsız olduğu gerekçelerini de ileri sürerek tutuksuz yargılanmasını talep etmiş ama mahkeme “tutukluluğunun devamı”na karar vermişti. Yani “gizli tanık beyanı” olsa da, olmasa da mahkeme, “tutukluluğunun devamını” istiyordu. Ki herkes de biliyor: onu içeriye alan da, içeride tutan irade de aynı idi ve onun orada kalmasını istiyordu.
Hatırlarsınız, Demirtaş ve arkadaşlarının tutukluluğuna giden süreç şöyle gerçekleşmişti: Milletvekillerin dokunulmazlığın kaldırılması yasası teklifi apar topar meclise taşınmış ve “Dokunulmazlıkların kaldırılması” için TBMM’de yapılan oylama; AKP, MHP ve CHP’den gelen 376 oyla 20 Mayıs 2016 tarihinde Meclisten geçmişti.[1]
Dokunulmazlıkları kaldırıldıktan sonra, haklarında fezleke bulunan ve ifade vermeye gitmeyen HDP milletvekilleri, başta Eş Başkanlar Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ ve İdris Baluken’in aralarında bulunduğu 9 milletvekiline 4 Kasım 2016 gecesi operasyon düzenlenmişti. Bu 12 milletvekili gözaltına alınmış sonra da tutuklanmalarına karar verilmişti.[2]
Ve o gün bugündür de Demirtaş ve bazı arkadaşları halen içerideler… Daha tam olarak neyle suçlandıklarını dahi kamuoyu bilmiyor. Tutukluluğunu gerektirecek bir durum da yok. Tutuklama; “delillerin korunması, şüpheli veya sanığın kaçmasını önleme” gibi nedenlerle geçici olarak başvurulan bir koruma tedbiridir ve bu haller de CMK 100. maddede tafsilatlı olarak izah edilmiştir. Sn Demirtaş ve arkadaşları ise muhtemelen eski dönemlerde yaptıkları bazı konuşma kayıtlarından dolayı suçlanıyorlar. Artık bunların da değiştirilme, karartılma imkanı da yok. Bir de Cumhurbaşkanlığı seçimine gidecek bir Başkan adayı nereye kaçacak ki?! Fakat bu durum akla, Menderes’i içeride tutan mahkemenin şu sözlerini hatırlatıyor: “Sizi içeride tutan irade böyle istiyor.”
Türkiye’de büyük bir oy almış bir partinin lideri muğlak iddialarla ısrarla içeride tutuluyor ve bu lider seçimlere hazırlanırken halen içeride alıkonuluyor; bu da bütün kamuoyu ile birlikte benim vicdanımı çok rahatsız ediyor.
KOBANİ EYLEMLERİ VE DEMİRTAŞ’IN DAVASI
Selahattin Başkan, girişte bahsettiğim sıralı tweetlerin devamında, hakkındaki davaya esas teşkil eden hususu şöyle özetliyor: “7- Dava, Parti MYK’miz hakkında izinsiz gösteriye teşvikten dolayı açılmıştır. Olayları tahrik ettiğimiz iddiası bile yoktur. Bu gerçek de, yargılama sırasında tümüyle ortaya çıkmıştır.”
Bu iddiayı çürütmek için de: “8- Ancak o kadar fazla “Demirtaş’ın Kobani çağrısı” başlıklı yalan ve iftira atılmıştır ki, kamuoyunda benim gerçekten böyle bir çağrı yaptığım algısı yaratılmıştır. Oysa böyle bir çağrım yoktur.”demekte ve devamla, “6-8 Ekim olayları” esnasında tahrikten ziyade yatıştırıcı açıklamalarda bulunduğunu vurgulamaktadır.
Dediğim gibi, ben o dönemlerde Diyarbakır Adliyesi’nde görevli bir Ağır Ceza Hakimi idim ama o dönemde bir çok hakimin izinli, tatilde olması, bayram iznini kullanmakta olmasından dolayı nöbetçi Sulh Ceza Hakimliği de yapıyordum. Görevim itibariyle de; olaylara karışma ve suça/ şiddete bulaşma noktasında hakkında kuvvetli delil, emare bulunan birçok kimseyi de tutuklamıştım. Çok zor dönemlerdi, adliyeye zırhlı polis panzerleri ile gidip gelmek zorunda kalıyordum. Yol boyu aracımıza atılan molotof kokteyllerinin, taşların haddi hesabı yoktu. Kafamı dayadığım demir parmaklıklı cama isabet eden nesneleri çok düşünmemeye çalışıyor, gözlerimi kapatıp yapmam gereken işe ve olmam gereken hale odaklanmaya; yani adil kalmaya ve duygulara kapılmamaya çalışıyordum…
Ben de o dönemde şahidim ki Sn. Demirtaş, o olaylar gerçekleşirken yatıştırıcı bir rol oynamış, yaptığı pozitif çağrılarla da olayların daha fazla büyümesini önlemiştir. Sn Demirtaş, bu yapıcı tavrını oradaki seçimler döneminde de göstermiş ve sorumluluk sahibi bir siyasetçi ve devlet adamı portresi çizmiştir. Hatırlarsınız, Diyarbakır’da HDP’nin İstasyon Meydanı’nda düzenlediği miting sırasında patlama meydana gelmiş, patlamalardan ilki saat 17.50 sıralarında platformdan yaklaşık 60 metre uzaklıktaki çöp kutusunda meydana gelmiş ve bu patlamanın trafodan kaynaklandığı anons edilmişti. Yaklaşık 5 dakika sonra bu kez miting alanın yanındaki trafonun önünde kulakları sağır eden bir başka patlama meydana gelmiş, patlama sonrasında hastaneye kaldırılan iki kişi hayatını kaybetmişti.[3]
(Sonradan sis perdesi aralandıkça, öğrendim ki olayda MİT bağlantıları söylentileri vardı ve asıl hedef Demirtaş idi.) Ortaya çıkan manzara korkunçtu, bir çok yaralı insan vardı ve ortalık can pazarına dönmüştü. Oradaki anonsçu sağduyu çağrısı yapmış ve herkesin olaysız dağılmasını rica etmişti. Belli ki istenen daha farklıydı. Sonra Selahattin Demirtaş görüldü, gözyaşlarını tutamıyordu, o ortamda bile sükunet ve sağduyu çağrıları yapıyordu. O ana kadar bir seçmen olarak ben kime oy verip vermeme konusunda tereddütlüydüm, ama bu mağduriyet içerisinde onun sağduyuyu hala elden bırakmaması ve büyük ihmal ve kasıtlarla ortaya çıkarılan bu kirli, alçak kumpas ortasında bile sağduyusunu koruması beni çok derinden etkilemiş ve oy vermede kararlarımın netleşmesini sağlamıştı! (Nitekim orada bir temizlikçinin şu sözlerini hiç unutamam: “Demirtaş bize dağılın, olaylara karışmayın demeseydi var ya, taş taş üstünde bırakmazdık!”)
Özetle diyeyim, görevli olduğum dönemlerde olsun, sonrasında basında izlediklerim kadarıyla Sn Demirtaş hep terör olaylarına, şiddete karşı mesafeli olmuş ve yatıştırıcı rol oynamaya çalışmıştı. Dolayısıyla da kendisinin bu tür olaylarla ilgili suçlanmaya çalışılması ancak art niyetle açıklanabilir kanımca.. Ama kendisine duyulan öfkenin ve kinin kaynağı kamuoyunca malumdur; 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde başlattığı seçim kampanyasındaki “Seni Başkan yaptırmayacağız” sloganı, birilerini epey rahatsız etmişti. Hatta AKPli bazı kimseler de bu rahatsızlıklarını açıkça ifade etmişlerdi. Bu dönemde polülarite kazanan Demirtaş’ın bir siyasi lider olarak şahsi oyu –anketlere göre- sürekli olarak artış göstermiştir. Yeni seçimlere giderken de kendisini kontrol altında tutmak için hukuk sistemi bir kafes ve pranga olarak kullanılmaktadır.
O DÖNEMİN SAVCILAR ŞİMDİ NERELERDE?
Tekrar sözün başına gelelim; Sn Demirtaş kendisini içeriye alınmasının FETÖ kumpası olduğunu, orada bazı savcıların da bunda rol aldığını ve hatta şimdi onların da halen hapiste olduğunu ifade ettiğini aktarmıştık. Demirtaş’ın tweetlerinde de zaten davaya esas teşkil eden husus, “kendilerinin halkı eyleme çağırmaları”.
Demirtaş ayrıca, tutukluluğunda “Mercek” isimli bir gizli tanık ifadelerinden bahsetmektedir. Sonra bu Ankara’daki mahkeme, Diyarbakır’a sormuş ama onlar böyle bir tanık beyanı olmadığını söylemişler… “Gizli Tanık” kimlikleri ve onlara ait beyanlar Emniyet’te ilgili birimce korunur ve muhafaza edilir. Eğer bu tanık ve de ifadesine bir şey olursa, bir zayiat/ kayıp yaşanırsa bu Emniyet’in sorumluluğundadır. “Gizli tanıklık” müessesesi, Ceza Muhakemesi Kanunu m.58’de düzenlemiştir. Buna rağmen bazen Emninyet’e sorulduğunda “böyle bir gizli tanık ve de beyanı olmadığı”na dair sonradan yazılar gelebilmektedir. Nitekim, Diyarbakır’da görevli olduğum dönemde bir organize uyuşturucu suçu ile ilgili bir yargılamada bir gizli tanık beyanına atıf vardı. Bu tanığın mahkemece dinlenmesi için Emniyet’e mükerreren yazdık ama bir türlü bu tanığa ait bilgiler mahkemeye iletilmemişti, hatta son müzekkeremizde Emniyet’e “aksi taktirde ilgili memurlar hakkında görevi suistimalden dava açacağımız” uyarısında bile bulunmuştuk… ama yine sonuç alamamıştık.
Burada en iyi niyetle, düzgün tasnif edilmemiş olmasından dolayı evrakın kaybolmasından bahsedebiliriz. Ama insanın aklına gelen; birilerinin içeriden dosyayı yok ettiği, gizli tanığa ait bütün bilgi ve belgeleri imha ettiği… Kamuoyu tarafından çok iyi bilinen, tanınmış bir siyasetçi olan Sayın Demirtaş ile ilgili bir gizli tanığın beyanlarının lakaytlıktan dolayı kaybolmuş olabileceğini kesinlikle ihtimal vermiyorum. Önce savcılık aşamasında bu gizli tanık beyanları kullanıldığı, dosyaya konulduğu halde, sonra mahkeme safhasında “böyle bir beyan yok” denilmesi, iyi niyetle izah edilemez. Ya birileri sonradan bu beyanları ortadan kaldırdı, ya da birileri bunu gizleyerek soruşturmanın seyrini değiştirmeye ve işi başka boyutlara taşımaya çalışıyorlar.
GİZLİ TANIK BEYANLARI KUMPAS MI?
Peki bu gizli tanık beyanları ya hiç yoksa, ya birileri baştan itibaren uydurduysa?.. Bu noktada tekrar Sn Demirtaş’ın beyanlarına dönelim. Sn Demirtaş, bu gizli tanık beyanlarının 2012 yıllarına dayandığını söylüyor. O dönemlerdeki özel yetkili savcılar hepsinin de, (12 savcı diyor) halen içeride olduğunu söylüyor ama yanlış bilgi. İsim isim o savcıların detaylarına girmek istemiyorum ama bir kısmı hapiste olduğu kadar, bir kısmı da (yarısına yakını) halen görevde, hükümetin göz bebeği ve önemli yerlerde başsavcılık yapıyorlar. Orada Uğurhan Kuş ismi ön plana çıkıyor. Kendisi 2012 yılında İstanbul Silivri’den gelip Diyarbakır’da görev yapmaya başlamış, özel yetkili/ terör savcısı olarak görevini yürütmüş, hatta terör soruşturmalarından sorumlu başsavcı vekilliği görevi yürütmüştür. Kuş, bu dönem içerisinde gösterdiği Hükümet’le uyumlu performansı ve de “FETÖ ile mücadelede gösterdiği kararlılığı”ndan dolayı yetkileri arttırılmış, 2015 yılında da Urfa Başsavcılığı görevi ile de taltif edilmiştir.
Hatta Başsavcı Kuş, 15 Temmuz (çakma) Darbesi’nden sonra Urfa’da cezaevlerine, hatta spor salonlarına doldurulan “FETÖ şüphelileri”ne karşı yapılan insanlık dışı muamelelerin sorumlulularından gösterilmiş, kamuoyunca tepki çekse de, bu performansı da Hükümet tarafından taktir ile karşılanmış ve kendisi “Bursa Başsavcılığı” ile taltif edilmiştir.
Malum, 2013’teki 17/25 Aralık yolsuzluk soruşturmalarından sonra bütün Emniyet ve Adliye teşkilatları baştan dizayn edilmiş, buna bağlı olarak da Hükümet tarafından Diyarbakır’daki özel yetkili bütün savcılar ile bütün ağır ceza mahkemesi başkanları değiştirilmiş, görev dağılımı yapılırken özellikle hükümetle uyumlu/ sorunsuz çalışabilecek kimleri hassas yerlere getirmeye özen gösterilmiştir. Bu bağlamda da 2014 tarihinde Diyarbakır Başsavcılığı’na Ramazan Solmaz getirilmiş, 15 Temmuz 2016 darbesine kadar bu bölgede görev yapmış, sonra da Antalya Başsavcılığı’na, kendi isteği üzerine ve bir taltif olarak gönderilmiştir.[4]
Başsavcı Ramazan Solmaz, 2014 yılında Diyarbakır’ı ziyaret eden dönemin Adalet Bakanı Bekir Bozdağ ile verdiği bu pozla gündeme gelmiş ve hükümet ile yargının halihazırdaki ilişkisi konusunda bu resim üzerinden tartışmalar olmuştu.[5]
Selahattin Demirtaş’ın soruşturması yürütülürken de o dönemin Başsavcısı Ramazan Solmaz, Terör soruşturmalarının bağlı olduğu Başsavcı vekili Uğurhan Kuş’tur. O dönemdeki seçtikleri özel yetkili savcıları da hükümetin desteklediği Yargıda Birlik Platformu’nun etkili üyeleridirler.
Bu dönem içerisinde de gizli tanıklıklar konusunda kafa karıştıran bazı durumlar yaşanmıştır. Hatta bir önceki Başsavcı’nın HSYK üyeliği adaylığı döneminde onu yıpratmak için de, bir miktar uyuşturucunun kaybolmasıyla ilgili de onun aleyhine gizli tanıklar ayarlanmaya çalışıldığı, bazı kimselere baskılar yapılarak gizli tanık olmaya zorlandığı da adliye içerisinde çokça konuşulmuştu. Bazı organize suçların aydınlatılmasında, tanıklı yapmak isteyenlerin can güvenliği gerekçesiyle konuşmaktan çekinmesi önlemek amacıyla tesis edilmiş olan gizli tanıklı müessesesinin yer yer suistimal edildiği, belirsiz kimselerin, muğlak ifadeleriyle itibar suikastlarının yapıldığı, insanlara iftiralar atılıp mağdur edildiği de vakidir maalesef… AİHM de bu konuda çekincelerini açıkça ortaya koymuştur.[6]
O döneme ait bir de hatırlatma yapmak istiyorum: KCK üyesi oldukları gerekçesiyle o yıllarda bazı siyasilerin ellerinin kelepçelenerek adliyeye götürülmeleri ve bir de bunun fotoğraflarının servis edilmesi, bütün kamuoyunu olduğu kadar benim de vicdanımı derinden yaralamıştı. O dönemde de kolluk güçlerine ve yetkililere “Onları kelepçeli olarak görmek istiyorum, o şekilde teşhir edin!” diyenler de aynı siyasilerdir. O operasyonlarda kimler, hangi motivasyonlarla yer almıştır, bilemiyorum. Ama onlara emirleri veren, o işleri yaptıranlar siyasilerdir. Burada siyasilerin hukuksuz, etik dışı taleplerine boyun eğen, buna alet olanlar ise –her kimler olursa olsun- hukuk karşısında olduğu kadar, tarih karşısında da ileride hesap vereceklerdir.. hiç bir şekilde kabul edilemez. Ama dediğim gibi, o dönemde operasyonları yapanlar ile, bugün Kürtlerin olduğu bölgeleri tanklarla bombalayıp dümdüz edenler, onların siyasi temsilcilerini içeri tıkanlar da yine aynı iradedir!
SİSTEM BÖYLE İŞLİYOR İŞTE
Kameraların gözü önünde Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi 28 Kasım 2015 tarihinde öldürülmüştü. Diyarbakır’ın Sur bölgesindeki tarihi Dörtayaklı Minare’nin önünde bu tarihi eserin korunmasına dair basın açıklaması yaparken, bütün kameraların karşısında, göstere göstere kendisini infaz ettiler. (Odamı basıp hakimlik kimliğime el koydukları, adeta yargısız infaz yaptıkları 11 Eylül 2015 tarihinden yaklaşık 2,5 ay sonra.) Hala failleri bulunamadı. Nedense olayı aydınlatabilecek bazı kamera kayıtları ve mermi çekirdekleri kayıp! Gizli tanıkların ve beyanlarının bir anda ortaya çıkması ve yeri geldiğinde de bir anda ortadan kaybolması gibi! Tahir Elçi’yi, ölümünde de yakasını bırakmadılar.. onun resmini paylaştı diye bir genç hakkında “terör propagandası yapmak”tan soruşturma açılmıştı. Buna dair tepkimi ortaya koyduğum bir blog yazısında olayların nasıl işlediğini izah etmiştim.[7]
Bazı detayları vererek; yeri geldiğinde nasıl bazı yargı mensuplarını suçlu, bazıları da bir anda masuma çıkarıldığını, sistemin nasıl işlediğini şahsi tecrübem üzerinden açmak istiyorum: – 06 Eylül 2015- Beraat kararı verdiğim Hollandalı gazeteci 6 Eylül’de Yüksekova’da gözaltına alındı,[8]
Aynı gece “Beraat kararı verenlere de gereğinin yapılacağı” şeklinde bir tehdit mesajı aldım, – 9 Eylül’de Geerdink hakkında “sınırdışı edilme” kararı alındı ve de aynı gün benim için ihraç süreci başlatıldı. – 10 Eylül 2015 Perşembe- Tahir Elçi ve Diyarbakır Barosu Yönetiminin yargılandığı davanın son celsesinde Beraat kararı verdim,[9]
Nihayet 11 Eylül Cuma günü mesai bitimine yarım saat kala (Elçi kararımdan 1 gün sonra yani) odam basıldı, hakimlik kimliğime/ bilgisayarıma/ ‘e-imza’ma el konuldu ve ihraç oldum. Onun infazından önce ben yurt dışına çıkmak zorunda kaldım, çünkü mahkememe gelen bir yazıyla da infaz edileceğim bana tebliğ olunmuştu. Kalsaydım, muhtemelen akıbetim Rahmetli Elçi gibi olacaktı… Evet, Elçi’yi öldürdüler, beni sürdüler, o gazeteciyi de sınır dışı ettiler. Dümen sularına gitmeyeceği düşünülen 4 binden fazla yargı mensubu da ihraç ve çoğu da hapiste… Ve şimdi meydan onların. Ellerinizde boya küpü, istediğinize kara çalabilirler artık, kim dur diyebilir ki?!
Mekanizmanın nasıl işlediğini ortaya koyması adına ibretliktir: Hollandalı gazeteci Frederika Geerdink, tam da Hollanda Dışişleri Bakanı’nın Ankara ziyareti esnasında tutuklanmıştı, evinde aramalar yapılmıştı. Soruşturmanın başlaması ise BİMER’e gelen şöyle bir ihbar: Böyle bir gazeteci kadının olduğu, ajan mıdır terörist midir ne olduğunun bilinmediği –dönemin başbakanı- Erdoğan’ın eşi Emine hanım hakkında bazı tweetler attığı… Tabii ki durumdan vazife çıkaran Diyarbakır Emniyeti hemen harekete geçiyor, sonra terör savcısının talebiyle ve görevli Sulh Ceza Hakiminin kararıyla işlemler başlatılıyor; gözaltılar, ev aramaları vs.. Bu yaşananlar üzerine de Hollanda Devleti olayla ilgili Türkiye’ye tarihte ilk defa nota vermiş ve gazetecinin akıbetini sorarak, kendisinin derhal salıverilmesini talep etmişti.
Bunun üzerine Türk Dışileri Bakanlığı, Hollanda’ya yazılı bir açıklama yapmış ve olayın kendileriyle bir ilgileri olmadığını, “Gülenist bazı yargı mensuplarınca bunun tezgahlandığını” ileri sürmüştü. Bu açıklama da ertesi gün televizyonların ana haberlerine konu olmuştu.. Halbuki Geerdink ile ilgili işlemlerde imzası olan hakim ve savcılar hükümete yakın bilinen, Yargıda Birlik’in üyesi yargı mensupları idi. Bunlar, halen görevde ve istekleri üzerine önemli ve güzel yerlere tayin oldular.
Kaderin cilvesi, bu Hollandalı gazetecinin dosyası benim mahkememe düşmüş, yargılamasını yapmış, bir duruşmasının da başkanlığını yapmıştım. Yaşanan bazı gerilimler ve tartışmalardan sonra nihayet beraat kararı vermiştik. Bu beraat kararına itiraz edip cezalandırılmasını talep eden ve o karara bu yönde muhalefet şerhi koyduran hakim ise halen görevde ve Ankara’da bir ağır ceza mahkemesinin başkanı. O gazetecinin beraati yönünde mütalaa veren, bundan dolayı da Başsavcı odasına çağrılıp kararından dönmesi için kendisine baskılar yapılmış ama kararından dönmemiş olan savcı ise şu an Silivri’de.. O ilkeli savcı 2 yıla yakın zamandır hapiste, mektup hakkı bile yenilerde verildi kendisine.
Her şeye rağmen beraat kararı vermiş olan şahsımın yaşadıklarını kısaca özetledim. Ama sonra, benimle İngilizce röportaj yapan bir gazeteciden öğreniyorum ki, meğer beraat diyen biz savcı ve hakimlerin başına bunlar gelirken, ihracımdan 1,5 ay sonra Türkiye hükümeti, 11 sayfa kadar tutan gerekçeli beraat kararımı Avrupa Parlamentosu’na sunarak “biz böyle de özgürlükçü kararlar veririz, sizin iddia ettiğiniz gibi Türkiye’de gazetecilere baskı ya da hapis yok” diye de rapor olarak vermişler. Bütün bunları niye anlattım: Türkiye’de şu an yargıyı ele geçiren Hükümet’in, kendi adamları üzerinden yargıyı nasıl yönlendirdiklerini, yeri geldiğinde nasıl da birileri biçerken, olayları kendi lehinde kullanmaya çalıştığını, tecrübelerden yola çıkarak göstermek istedim.
UMARIM BUNLARI DEMİRTAŞ DA OKUR
Umarım bu dediklerimi Selahattin Başkan da, onun adına işlerini takip edenler ve Tweetlerini atanlar da okur… Onlara bir hususu da hatırlatmak istiyorum; bu bahsi kapatmadan. Demirtaş’ın yargılanmasına esas teşkil eden “6-8 Ekim Olayları/ Kobani Eylemleri” ile ilgili de öğrendiğim kadarıyla ben de o içerideki hakim savcılar da suçlanmaya çalışılıyormuşuz. Size ve partinize yanlı, yumuşak davrandığımız, olaylarla ilgili yeterince tavır almadığımızdan dolayı! (Hatta seçimlerde o dönem sizlere oy verdikleri iddiasıyla da o dönemde bile adliyede tavır almalar vardı.) Şunu da diyelim: Sayın Demirtaş’ın bahsettiği hapiste dediği o savcıların hemen hepsi halen hapiste ve 2 yıldır gün yüzü görmediler. Yani sizin şu yaşadıklarınızdan haberleri bile yok. Dolayısıyla da kendilerini savunabilecek durumda da değiller. Çünkü bu insanlar, diğer 5 bine yakın hakim savcı ile birlikte “Darbe yaptıkları” gerekçesiyle suçlanıyorlar. Demirtaş’a dedikleri gibi, bu iddiaları da yersiz ve adice! Biliyorum çünkü ben de aynı şekilde suçlanıyorum ve yargılanıyorum, Diyarbakır’daki o savcı ve hakimlerle birlikte… Darbeden 1 yıl kadar önce yurt dışına çıkmış olmama, darbeden haberim bile olmamasına rağmen ben de suçlanıyorum. Diyeceğim odur ki, “at izinin it izine karıştığı” bu dönemde, güç sahiplerinin her dediğine itibar etmeyiniz.
SÖZÜ BİTİRİRKEN, FAŞİZM
Roland Barthes’in meşhur bir sözü var: “La fascisme ce n’est pas l’inderdiction de dire c’est l’obligation de dire”. Yani: “Faşizm, susma memnuîyeti değil, söyleme mecburiyetidir.” Bu söz, ilk olarak Yağmur Atsız’ın 80’lerin sonunda basılmış olan bloknot adlı kitabının dibacesinde göze çarpar ülkede.. Ama bu günlere gelince ancak gerçek anlamını ve mahiyetini anlamış olduk.
Hükümet, tarihte yaşanmış ve hayali sandığımız bir çok olayda olduğu gibi, faşizm konusunda denilmiş olan sözlerin, yapılmış fiillerin hepsinin uygulamasını ve yansımalarını gösterdi bize. Yakın zamanda tutuklanan ve vakfı ile birlikte hükümetin hışmına uğrayan Furkan Vakfı Başkanı Alparslan Kuytul’un, tutuklanmadan önce söylediği bazı sözler gündeme geldi.[10]
Konuşmasında özetle Kuytul, hükümetin adamlarınca kendisine “Bütün bunları FETÖ yaptı demesi halinde yakasını bırakacakları” mesajının iletildiğini, buna karşı ise kendisinin “Ben şerefsiz miyim?!” tepkisini verdiğini anlatıyordu. Demek ki şu ara sistem bir de böyle işliyor. Halen hukuksuzca içeride tutulan Selahattin Demirtaş’a da neler dayatılıyor, şimdilik tam bilemiyoruz. Ama şunu gördük ki, faşizm insana susma hakkını bile vermiyor. Bu dönemin iki ağır mağduru var gördüğüm kadarıyla: Cemaatçiler ve Kürtler.
Bu dönemde o kadar ağır baskılar var ki, bir mağdur grubu diğer mağdur gruba karşı bir şeyler demeye zorlandığı vaki! Selahattin Başkan ile aramızda 1 yaş var… Ondan tam 1 yıl 8 gün önce doğmuşum. Ankara Hukuk Fakültesine de ondan 1 yıl önce girmiştim, aynı dönemlerde okuduk ve sonrasında farklı kulvarlarda hayat mücadelesi verdik. Ben mesleğinden edilmiş bir hukukçu olarak şimdi uzaklarda sil baştan bir kariyer oluşturma mücadelesindeyim. O ise, nitelikli bir hukukçu olarak yaptığı siyasetçiliğinin zirvesinde iken özgürlüğünden ve vazifesinden edildi, haklarından/ mücadelesinden edildi. Hapiste resim yapmaya başlamış, hatta çok güzel bir at resmi basına yansımıştı.
Kaderin cilvesi onunla aynı dönemde resme başlamışken, onunla aynı zamanda bir at resmi çizmiştim. Ve bunu 15 Eylül 2017 tarihinde sosyal medyada paylaşırken[11] aynen şöyle demiştim: “Yakın zamanda @hdpgenelmerkezi eşbaşkanı @hdpdemirtas in hapishanede çizdiği özgürlüğe özlem dolu at resmini görmüş ve içimi bir hüzün kaplamış, ben de bir şeyler çizmeye başlamıştım.. bu ikinci at çizimi denemem.. Son şekillerini verirken de Aysel Tuğluk’un annesinin cenazesine yapılan çirkin saldırı ile sarsıldım! İnsanımız hep mi böyleydi, sonradan mı insanlığını unuttu, bilemiyorum..
Ama şundan eminim ki: Zulüm ve haksızlık kimden kime gelirse gelsin ses vermeli.. Bu, şucu-bucu yapmaz onu, insan eder insan! Ve ne zaman ki sadece kendimizin ve kendimizden olanın değil de, bütün mağdurların acısına ortak olursak o zaman var oluruz ve ülke o zaman düze çıkar. Yoksa, bu nefretimizde ve kendi kanımızda boğuluruz!.. Evet Sn. Demirtaş; buradaki çizdiğim at da süvarisiz kalmış.. dönüp bakıyor geride kalanına.. umarım sen ve diğer yüz binlerce insan, işinin, görevinin başına döner ve yol alır, tam demokrasi düzleminde..”
Sözümün arkasındayım ve aynen tekrarlıyorum Selahattin Başkan! Ve senin de arkadaşlarının da sağduyu ile, gerçekleri araştırarak, diğer mazlumlara da empati yaparak hareket edeceğinizi, bu baskı döneminden bütün ezilmişlerin ortak tepkisi ile çıkma noktasında öncü olacağınızı umuyorum. Ve kitabından bir alıntı ile bitiriyorum: “Kararlı ve cesur bir şekilde yürürsen, bazen arabadan daha hızlı yol alabiliyorsun.”
[4]http://www.haber380.com/haber-eski-duzce-bassavcIsI-ramazan-solmaz-antalya-tayini-cIktI-10851.html
Kaynak:
Ramazan Faruk Güzel | Eski Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi Hakimi | @rfguzel
Bu Yayına Yorum Yapın