MEHMET SACİD ARVASİ: Kendimle kavgalıyım, hep kavgalı… | The Circle


Engin Sezen, The Circle

Mehmet Sacit Arvasi, özel bir soyisme sahip. Arvasiler, fazilet, hikmet ve irşad ehli seyyidandan bir aile. Şair Necip Fazıl Kısakürek’in de hocası olan Seyyid Abdülhakim Arvasi, bu soy ağacının geçen asrımızdaki en meşhurlarından. Ülkücülerin de rağbet ettiği gönül sultanlarından Abdülhakim Arvasi, eserleriyle bir dönem mukaddesatçı muhafazakarların en müessir isimlerindendi.

Uzunca süredir Amerika’da mukim Mehmet Sacit Hoca işte bu aileden. Sosyal medyadaki keyifli, kitabın ortasından anlattığı sohbetleriyle dikkatleri çekiyor. Halkın kulağına göre konuşuyor. İçten ve hakperest söylemiyle, anlatımıyla geniş halk kesimlerinde ciddi bir alakaya mazhar oluyor. Arvasi Hoca, Süreç’te Hizmet Hareketi’nin içinden çıkan ilginç bir ses oldu. Bu mülakatımızda Cemaat ile olan münasebetini, iltisakını, Süreç’te neden Cemaat’in yanında yer aldığını da anlatacak…Beğeniyle okunacağını tahmin ediyorum.

Kah İngilizce kah Türkçe anlatımıyla, kah Temel fıkraları kah Sufi hikayeleriyle bezediği  kendine özgü bir üslubu var hocanın. Onu, zaman zaman fıkh’ın en çetrefilli meselelerine çağdaş bir yorum getirirken, zaman zaman da siyasetin en netameli mevzularına insaflı bir perspektif sunarken görüyoruz.

Sacit Bey’le meslektaş da sayılırız. Kendisinden, Hapishane Chaplain’liği hakkında teori ve pratiği harmanladığı, yine kendine mahsus anlatımla ve deneyimleriyle zenginleştirdiği bir kitap bekliyoruz. Böylesi bir çalışma elzem.

Arvasi hocayla gerçekleştirdiğimiz mülakatımızı 2 Bölümde yayınlayacağız. İlkinde kendisi ve hapishane deneyimleri hakkında, sonraki bölümde ise Cemaat hakkında konuşacak Arvasi Hoca.

Okurlarımıza iyi haberler alacakları, sıhhatli ve huzurlu bir hafta dileriz.

 

Bize kendinizi tanıtabilir misiniz lütfen?

Klişe bir şeyle başlayacaksam: 1973 yılında Van’ın Erciş ilçesinin eski adıyla Kanzak yeni adı Kırkdeğirmen köyünde doğdum. İlkokulu Erciş’te, Ortaokulu Kastamonu’da, liseyi de Bursa’da bitirdim. Sonra Uludağ Üniversitesi Biyoloji bölümüne başladım, ama okula devam etmedim. Ardından aynı üniversitenin İşletme bölümüne geçtim “Ruhuma uygun bir yer değil burası niye geldim?” dedim ve bu sefer aynı üniversitenin İlahiyat fakültesini kazandım ve oradan mezun oldum. 28 Şubat, İlahiyat fakültesi mezunlarının öğretmenlik hakkını kaldırdı. Öğretmen olmak için Ankara İlahiyat’a gidip en az bir sene eğitim formasyon dersleri almak gerekiyordu. Ben de boş verdim.

Amerika’da mobilya şirketi olan bir arkadaşım yanında işe başladım. Türkiye’de firmasının temsilciliğini yüklendim. Daha sonra 2006 senesinin Kasım ayında İthalat müdürü olarak Amerika’daki şirkete geldim. Rahatım iyidi, geliri tatmin ediciydi, ama bu bana göre bir iş değildi. İşi bırakıp 2010 senesinde master’a başladım. Aynı sene gönüllü olarak hapishaneye baş vurdum. Şimdi beş seneden beri Dallas Eyalet hapishanesinde kadrolu imam olarak çalışıyorum.

Başka ifadelerle kendimi tanıtacak olursam, sözü yirmi sene önceki Sacit’e bırakmak istiyorum. 30 senedir ara ara tuttuğum günlüklerimde ruhumum portresi resmedilmiş. Onlardan sadece bir tanesini kaydedeceğim. Mesela 28 Temmuz 2001’de akşam 19:31 şunlar dökülmüş kalemimden. “Halime vakıf olanlar mezar taşıma belki de yazılacak en uygun yazının şu olduğunu kabul ederler. Hayatı boyunca istikametin peşinde oldu. Nefes aldığı müddetçe büyüklüğü yakalamağa çalıştı. Hep iyi niyetli oldu. Ama o bir irade-zedeydi. İstikamette olamadı, küçüklüğün altında ezildi, niyetten öteye geçemedi. Bunları yazıyorum ama bunları kabullenemiyorum. Kabullenmeyeceğim de…Yemin olsun ömrümün sonuna kadar bu arayışlardan vazgeçmemeğe.” Şimdi yazsam kendimle alakalı malesef pek farklı şeyler yazamayacağım. Kendimle barışığım” diyen insanları zaman zaman kıskanıyorum. Çünkü ben kendimle hep kavgalıyım, hep kavgalı.

Hapishane’de kadrolu imam olduğunuzu belirttiniz. Bu konuyu biraz daha açabilir misiniz?

Hapishanede chaplain veya imam olmak esasen «Aç açabildiğin kadar sineneni, ummanlar gibi olsun. Kalmasın el uzakmadık mahsun bir gönül» fehvasınca; Yanlız ve yanlız cenab-ı Hakkın rızasını esas alıp; toplumda tutunamamış, düşmüş mücrimlere, yani katillere, hırsızlara ve suçlulara el uzatarak, onlara merhamet ederek Rahmet-i Sonsuz’un merhametine talip olmaktır.

Hapishanede chaplain veya imam olmak aynı zamanda, içerideki müslümanlara iman ve İslam’ı öğretmek ve mekarim-i ahlakı yaşayarak anlatmak suretiyle onları ehl-i sünnet anlayışı içerisinde ihsan şuuruna ulaştırmaya gayret etmektir. İçerideki gayr-i müslimlere ise İslam’ın hakikatını anlatıp imanlarına vesile olmaktır.

Durum böyle olunca hapishane imamlığı bir görev değil, bir hayat tarzıdır. Hapishane imamı da bir yolcudur, kendisine yakin, yani ölüm geleceği zaman kadar da bu yolculuğuna devam eder.

Hapishane imamı bu yolculuğunu dört esas üzerine sürekli olarak örgüler

1-Allah, Allah resulu ve İslamla alakalı bilgiyi delilleriyle öğrenir

2-Öğrendiği ile amel eder

3-İnsanları İslama davet eder

4-Bu daveti yaparken, karşılaşacağı her sıkıntıya sabreder.

Aslında bu dört şey Asr suresinde her mümine tavsiye edilen prensiplerdir. Aksi takdirde “Asra yemin olsun ki insanlar ziyanda” olurlar.

Ben de haftanın üç günü Kanada Federal Hapishanesi’nde çalışıyorum. Mahkumların çoğu müebbet. Orda, haftanın bir günü sadece Müslüman mahkumlarla, diğer günlerde ise her inançtan bayan mahkumlarla birlikte çalışıyoruz. Bireysel, grup terapi seansları ve çeşitli eğitsel programlar yürütüyoruz Chaplaincy ofis olarak. Doğrusu, yorucu bir iş. Siz, bunu bir iş olarak değil de ‘hayat tarzı’ olarak gördüğünüzü söylediniz yukarıda. Hapishanede full-time çalışmak sizi zihnen ve ruhen nasıl etkiliyor?

Hapishaneden etkilenmemek mümkün değil. Zira her konuda en uç, en dehşet örnekleri bulabileceğiniz bir yerdir. Gelip dizinizin dibinde müslüman olan insanlarla tarifsiz bir sevinç yaşarken, bir sonraki gün “beni İslami bütün programlardan sil -because I am not Muslim any more- çünkü ben artık müslüman değilim.” Şeklindeki bir mektubun sizi gark ettiği bir hüznü sırasıyla yaşıyorsunuz. Criminal mind ile yaptığı onca kötülüğe rağmen hiç bir şekilde kendisine toz kondurmayan egoist ve narsistlerle, İslam’la hayatında inkılap yapmış Ömer ruhlu insanlarla bir anda muhatap oluyorsunuz. Bir de bunların aile hikayeleri var ki duyduğum zaman “Ben ömrümde ilk defa böyle bir şey duydum.” diyorum. Bu sözü o kadar çok söylüyorum ki!

Ne hikayeler var, eğer dinlemeye tahammülünüz varsa…

Evet apayrı bir dünya olan hapishaneden çok etkileniyorum. Bütün eğitimlere, uyarılara ve profesyonel tavsiyelere rağmen alt üst olduğum zamanlar hiç de az değil. Özellikle mahkumlara yakınlarının ölüm haberlerini vermek, onların çaresizce ağlamalarına şahit olmak çok kolay bir durum değil. Eğitimlerde bize “Evvela kendinizi koruyun. Yardım etmeniz için sizin yardıma muhtaç olmamanız gerekir. Oksijen maskesini evvela kendinize takın sonra yanınızdaki çocuğa. Yoksa yardımcı olamazsın.” diyorlar. Kısacası mahkumların veya teselli verdiğiniz insanların acıları içinde kaybolmayın diyorlar. Gerçi ben bu sözü tamamen doğru bulmuyorum. Karşımdaki mahkumun acısını hissetmeyeceksem nasıl teselli verebilirim ki…Kendimce buna şöyle bir izah getirdim. Karşındaki insanın acısını hissetme, ama içinde boğulup gitmeme meselesi vücut ısısı gibi olmalıdır. Normal olan 37,5 derecedir aşağısı veya yukarısı anormaldir. Ama bu her zaman mümkün değil.

Mesela annesi veya bir sevdiği gayr-i müslim olarak ölen bir müslümanın “Artık ona dua edemem değil mi, o cehenneme gidecek, sonsuza kadar orada kalacak değil mi?” sözleri duyun, size yalvarırcasına bakan zavallı gözlerine bakın, sonra da etkilenmeyin!…Mümkün mü?.

Bir gün hemen hemen bütün İslami derslerde gördüğüm müslüman bir mahkuma annesinin ölüm haberini verdim. Ağladı, ağladı, ağladı…ardından gitmek istedi “Olmaz, seni böyle göndermem lütfen biraz daha burada kal.” dedim. Kaldı ve biraz ailesinden bahsetmeğe başladı. “Babam denen adamı hiç görmedim, tanımıyorum, ben bebekken bizi terk etmiş. Kardeşlerime ve bana annem baktı.” Sesi titredi bakışları yere indi. “Annem bize bakmak için bedenini satıyordu. AİDS’e yakalandı. Hastalıktan çok acılar çekti imam ve çok gençken öldü, annem kırk yaşındaydı.” Bir şeyler söyleme ihtiyacı hissettim. Ve salak gibi “annen ez azından bundan sonra o acıları çekmeyecek” deyiverdim. Birden başını kaldırıp bana baktı, kurşun bakışlarını gözüme dikti. “Ne acı çekmemesi?…Onun için esas acı şimdi başlayacak, o müslüman değildi. O ebedi olarak cehennemde kalacak.” Neye uğradığımı bilemedim Hay ağzım kurusaydı dedim içimden. Yer yarılsaydı da içine girseydim veya bir el uzanıp ofisimin tepesinden, alıp beni uzaklara uzaklara atsaydı dedim. O gün eve geldiğimde arabanın içinden uzun bir müddet çıkamadım. O yüz ifadesi veya ruh haliyle ailemin yanına gitmek istemedim. Arabada biraz Kur’an okdum, ilahi söyledim hatta biraz komik bir Kürtçe şarkı mırıldandım sonra derin derin nefesler aldım, içeri öyle girdim ama pek kar etmedi.

Evet, bu gibi durumlarla hemen hemen her gün karşılaşıyoruz hapishane ortamında. Paylaşmanızda mahzuru olmayan, sizi derinden etkileyen bir hatıranız var mı hapishanede?

Unutamadığım o kadar hatıra var ki hangisini yazsam bilemiyorum.Yine de iki tanesini paylaşayım:

2013 senesinin Temmuz ayında şimdiki hapishanede vazifeye başladım. Normalde sisteme aldıklarını, görevlerine göre iki, üç veya dört hafta hapishane sisteminin kendi akademisinde eğitmeden işe başlatmazlar. Ama Ramazan münasebetiyle iki haftalık eğitimimi Ramazandan sonrasına ertelediler. Ramazanın son haftası Cuma günü berber salonunu aradım ve uygunsa traş olmak istediğimi ifade ettim. Sorumlu “İmam saat 10:40 olmuş, biliyorsun 11:00 herkesi koğuşlarına göndermek zorundayız.” Eğer şimdi gelmezsem eğitim için akademiye gideceğimi söyledim. Bunun üzerine adam “Pek iyi gel o zaman” dedi. Gittim berber okulunda sadece sorumlu memur, bir mahkum bir de ben vardım. Normalde on koltuğun her birinde birisi traş olur, on tane berber orada çalışır, en az on-onbeş öğrenci olur, on kişi de sırasını bekler. Yani kırk-kırk beş kişinin olduğu yerde sadece üç kişiydik. Berber traşa başlayınca muhabbete koyulduk. Adam “İslama ilgi duyuyorum ama hayat tarzın bana göre değil.” dedi. Ben “evvela bir Yaratıcı var mı ona karar vermeliyiz.” dedim. Berber “Ben tanrıya inanıyorum.” dedi. “o zaman ikinci soruyu sormak mecburiyetindeyiz “O bizi niye yarattı ve bizden ne istiyor.” Berber “Mantıklı bir soru” dedi. Bunun üzerine berbere “Gördüğün gibi İngilizcem o kadar iyi değil. Onun için ben sana bir hikaye anlatarak maksadımı ifade edeceğim.” dedim. “Olur” demesi üzerine, “Bir padişah bir hizmetkarına on altın vermiş ve ‘git bununla kendine güzel bir elbise al’ demiş. O da gidip kendisine çok güzel bir elbise almış çünkü on altın büyük bir paradır. Başka bir zaman ikinci bir hizmetkarına bin altın vermiş ve “Cebine bir liste koydum, sana verilen bu bin altınla listedekilerini al gel’ demiş. İkinci hizmetkar bin altınla pazara gelmiş ama ne için geldiğini unutmuş, cebindeki listeye de hiç bakmamış. Yemiş, içmiş, kumar oynamış sonunda ‘Ben buraya bir amaç için gönderildim ama neydi?’ diye kendine sormuş. Neticede ‘Galiba ben de birinci hizmetkar gibi elbise almaya geldim’ diyerek bir terziye gitmiş ve bütün parasını uzatarak ‘bana bir elbise ver’ demiş. Terzi de ona çok kötü bir elbise vererek göndermiş. Bu hizmetkar padişahın huzuruna geldiğinde, padişah “Listedeki her şeyi aldın mı?’ diye sormuş. Hizmetkar listeye hiç bakmamış ki. ‘hayır’ demiş. ‘Pek iyi para nerede?’ demiş. Onu da zayi etmiş. Burada berbere dönerek “sen padişah olsan bu hizmetkarı cezalandırır mıydın?” diye sordum. “evet!” cevabı üzerine, “Şimdi işin hakikatini anlamaya çalışalım. O padişah bizim yaratıcımızdır. Birinci hizmetkar hayvanlardır ikinci hizmetkar insan. Hayvanların kabiliyeti on altın değerindedir. Onlar bu kabiliyetleriyle yer içer, süt – bal yaparlar. Ama insanın kabiliyeti bin altın değerindedir. Bu kabiliyete mukabil yaratıcı bizden ne istiyor, onu listeler halinde bizim cebimize koymuş. Yani peygamberler vasıtasıyla kitaplar göndermiş. Şimdi biz bu kitaplara bakmadan, yaratıcımız bizden ne istiyor sorusuna cevap bulmadan sadece hayvan gibi yer içersek bu kabiliyetleri heba etmiş oluruz. Neticede cezaya müstehak oluruz. İşte biz müslümanlar yaratıcının en son gönderdiği kitaba göre bir hayat tarzı yaşamaya çalışarak O’nun istediklerini yerine getirmeğe çalışıyoruz.” dedim. Berber “Çok güzel bir analoji.” dedi. Traşı bitti, oradan ayrıldık. Saat 13:00 Müslüman mahkumlar Cuma namazı için çağrıldı. Cuma namazını kılıp ofisime geçtim. Cübbemin henüz bir kolunu çıkarmıştım ki içeriye müslüman bir mahkum girdi ve “İmam şahadet getirmek isteyen biri var.” dedi. Dışarıya çıktığımda bir de ne göreyim, bizim berber. Hemen büyük salonda etrafında halka oldular. İmanın altı şartı kendisine kısaca izah edildi ardında şehadet kelimesi Arapça ve İngilizce olarak getirttik. Elhamdülillah.

Ne hoş bir hidayet hikayesi.

Evet, başka bir hatıra var ki senaryoya dökülse film olur.

Yaşından ve kendisine duyulan saygıdan dolayı herkesi kendisine şeyh dediği Mahkum benimle özel konuşmak istediğini söyledi. Odamdakilerden çıkmalarını rica ettim. Yanlız kaldığımızda: “Bir kardeşimizin ciddi bir problemi var.” dedi ve anlatmağa başladı. Duyduklarımla neredeyse küçük dilimi yutuyordum. Adamın biri eline bir silah almış ve bir kadının şey şeyini gasb etmiş, kocasına beş el ateş etmiş ama adam ölmemiş. Daha sonra hapse atılan bu mahkum Müslüman olmuş, nihayet benim hapishaneme nakletmişler. Buraya kadar suçlular için fevkaleden bir şey yok. Asıl hikaye burada, benim hapishanemde başlıyor. Meğer o kadın ile kocasının oğlu benim hapishanedeymiş. Bu mahkum şeyhe gelip şunu demiş: “Silah zoruyla annemin her şeyini alan, babama beş el ateş eden bu adam şimdi gözümün önünde dolaşıyor. Durumu bilenler sürekli beni tahrik ediyor, intikam almam gerektiğini söylüyorlar. ‘Bu bir onur meselesidir.” deyip onu şişlemem gerektiğini haykırıp duruyorlar. İman ettikten sonra Allah’ın her şeyi bağışladığını biliyorum. Hakısz yere müslüman kanı akıtmanın Hak katında ne demek olduğunu da biliyor ve Allah’tan korkuyorum. Ama kurtaramıyorum beynimi kemiren düşüncelerden, bana yardım edin.” Şeyh “Ben ona bir şeyler söyledim, ama söylediklerimden tatmin olamadım. Do you have some advice for this brother, bu kardeş için senin bir kaç nasihatın var mı?” diye sordu. İlk etapda ne diyeceğimi bilemedim. “Bu çok zor bir durum Şeyh bırak biraz düşüneyim dedim. Şeyh  “pek iyi” deyip ayrıldı.

O gittikten sonra işittiklerimle yerimde kala kaldım. Şu mahkumun yüreğinin büyüklüğü karşısında kendimdem utandım. “Allah’tan korkuyorum!” ifadesi zihnimde çınlayıp durdu. Sanki ilk defa duydum bu ifadeyi. Güya hocayım, yıllardır insanlara namaz kıldırıyor, sohbetler ediyorum. Sevgiye merhamete dair hikayeler, bu meyanda tasavvufun derin manalı ifadelerini yaldızlı sözler, makyajlı ifadelerle anlatıyorum. Konuşmak, ah konuşmak ne kadar kolay. Ben bu mahkumun yerinde olsaydım ne yapardım? Biri canımdan aziz bildiğim anama silah doğrulsaydı, sonra 20 yıl önce kaybettiğim ama çok çok çok özlediğim babama beş kere ateş etseydi, sonra gelip gözümün önünde dolaşsaydı, “affettim seni, mademki müslüman oldun, Allah için seni affettim” diyebilir miydim? Konuşmak ah konuşmak, ne kadar kolay.

Ertesi gün onu hücresinde ziyaret etmeğe karar verdim ama ben hala ne diyeceğimi bilmiyordum. “Olan olmuş, akıllı ol, burada başka ceza alıp da ömrünü çürütme, o kadar seviyorsan ananı babanı, bitir cezanı ve git onlara hizmet et” mi desem. Mahkumların neredeyse tamamı harbi konuşmayı severler. Kibar sözlerden ziyade yalın hatta sert sözler daha fazla tesir ediyor gibi görünüyor. Bilmiyorum ne diyeceğimi, emin olamıyorum. Tevekkeltü alellallah deyip odamdan ayrıldım. O mahkumun hücresine doğru ilerlerken zihnimde hala bir şey yoktu. 33 yaşından sonra öğrenmeye çalıştığım dilden ne olurdu ki. İngilizcem yetersiz, aksanım kötü, bilgim az. Nasıl teselli verecektim bu kardeşe. Of Allah’ım of! Ne kadar acizim ne kadar da zavallı. Bana samimiyet ver Allahım! Kelimelerini dilime koy, beni sen konuştur Allahım. dedim ve hücrenin önünde durdum. O da sanki beni bekliyor gibiydi. Parmaklıkların arkasında ayakta duruyordu. Çok doluydu anyı zamanda çaresiz bir hal içindeydi. Nasılsın-iyi misin faslından sonra bana açıldı. Tek kelime etmeden, gözlerimi gözlerinden kaçırmadan, beden diliyle “ben buradayım, hiç bir yere gitmeden seni dinleyeceğim” mesajını vererek dinledim. O da içindekiler boşalana kadar anlattı. Ardında “What am I ganna (going to) do? Ben ne yapacağım?” diyerek sustu. Benim sıram geldi. “Kardeş bu cok zor bir durum, senin yerinde olsaydım gerçekten ne yapardım bilmiyorum. Sana imreniyorum, sen Allah’tan korkuyor ve onun koyduğu sınırlar içinde kalmak istiyorsun. I know that it hurts, biliyorum ki bu acıtır. Bu duygu, yüreğini çok acıttığı zaman secdeye kapan ve Rabbine derdini anlat. Allah’ım çok zor durumdayım, içim acıyor, beni tahrik ediyorlar, bu intikam duygusu bir ateş gibi beni yakıyor. Ama sen bu adama hidayet verdin, biliyorum ki hidayet verdiğin insanların geçmiş günahlarını affediyorsun. Bana sabır ver. Senin affettiğin adamı, affetme gücünü bana da ver. Bu intikam duygusunu benden al. Bunun yerine bana ve aileme dünyada ve ahirette hasene ver, de!” dedim. Gayr-i ihtiyari gözlerimi kaptmışım. Gözlerimi açtığımda mahkumu bir heykel gibi durmuş, gözlerini bana dikmiş halde buldum. Zayıflık emaresidir, onun için Amerikan hapishanelerinde mahkumlar ağlamaz. Ama ağlamak sadece gözlerden iki damla gözyaşı yuvarlamak mıdır? Nice sessiz ağlayışlar vardır, ne gözlerde yaşı olur ne de boğazlarda hıçkırığı. Ama o basbayağı için için ağlamaktır. Bence bu mahkum da işte böylece gözlerinde yaş olmadan ağlıyordu. Benim berbat bir aksanla söylediğim sözler değildi elbette onu ağlatan. Başka, başka bir şeydi. Ancak duyulacak bir sesle “as selam aleyküm” diyerek bir gölge gibi hücrelerin arasında süzülerek kapıya yöneldim. O mahkum iradesini ortaya koydu, kardeşine bir zarar vermedi. Daha sonra aynı cemaatte Cuma namazlarını beraber kıldılar. Belli aralıklarla bu mahkumu her gördüğümde “Seni tebrik ediyorum, sen Allah’ın emrini nefsinin isteklerinden daha üstün tuttun.” dedim .

Benim çalıştığım hapishanede Müslüman mahkum sayısı şükür ki, genel nüfusa göre fazla değil. Sizde nasıl acaba? Bir de Müslüman mahkumlar genelde hangi suçlardan dolayı ceza almışlar?

Benim hapishanemde genellikle adam öldürme, hırsızlık, uyuştucu ticareti ve tecavizden insanlar yatıyor. %40 yakını müebbet.  600 yakın müslüman mahkum var. Biri Ürdünlü gerisi Amerikalı ve nerdeyse %90 içeride Müslüman olmuş.

Biraz da size dönelim. Amerika’da hayatınız nasıl geçiyor?

Koşuyorum, hayatı yakalamağa çalışıyorum. Her şey çok hızlı. Bir de bunun üzerine Türkiye’deki zulüm süreci işin tuzu biberi oldu. Bazen kafamın tamamı Türkiye ile meşgul oluyor. Hasbel kader sosyal medyada da biraz göründüm. Hakkı saatlerce anlatılmak olan bazı konuları iki dakika yirmi saniyeye sığdırmaya çalışıyorum. Twitter zaman olarak 2,2 dk üzerine çıkan videoları bedava yayınlamıyor. Hal böyle olunca çok uğraşıyorum. Her şeyini kendim yapıyorum. Bazen yedi-sekiz saatimi alıyor. Bazen kesiyor,biçiyor, kırpıyorum video 2,22 dakika oluyor halbuki 2,20 olması lazım. Çok zor oluyor benim için.

Amerika’da müslüman bir din bilgini olmak?

Ben alim değilim, hatta talebe bile değil ama talebe olmağa çalışanım. Sosyal medyada bazı insanları buna inandıramıyorum. Alim değilim deyince “Hocam mütevazilik de size yakışıyor.” diyorlar. Evet alim değilim, dinimi öğrenmeğe çalışıyorum, yoldayım.

Sevgili hocam, sohbetiniz, hitabetiniz çok keyifli. Zatınıza mahsus bir üslubunuz var.

Peki yazıyla aranız nasıl?

Yazmak çileli iş. Emek ister. Yazmanın temel taşı kelimeler, her gün ilgi isteyen nazenin çiçekler gibidir. Onlara yeterli ilgiyi gösterdiğin zaman onlar da sana saygı duyuyorlar. “Haydi!” dediğin vakit en güzel kostümlerini giyip en çarpıcı manalarla cümlelerine diziliyorlar. Ama gerekli ilgiyi göstermezsen, yani her gün bir şeyler okup yazmazsan onlar da sana olan saygısını yitiriyorlar. Bir şeyler yazacağım “Haydi bakalım” dediğin zaman seni umursamıyorlar. Türkiye’deyken onlara çok ihtimam gösteriyordum onlar da bana saygı duyuyorlardı. Şimdi Amerika’da bu saygıyı yitirdiklerini görüyorum. Nankörler! Sanki Bursa’nın mehtaplı gecelerinde sabahlara kadar onlar için zaman harcamadım? Gökdere notalara dökülmemiş şarkılarla akarken, Setbaşı’ndaki tarihi evin balkonunda onları, Fuzuli’den Necip Fazıl’a, Ümit Yaşar Oğuzcan’dan Ahmet Arif’e hatta Nazım Hikmet’e kadar besleyip tımar etmedim? Capcanlı renklerle boyayıp cilalamadım?  Onca emek verdiğim kelimeler anlayışsız çıktıYeni bir dünyada yeni bir hayat kurarken içine düştüğüm hengameyi anlamadılar. Amerika’ya ilk geldiğimde 33 yaşında bir babaydım. Ama dil bilmediğim için kendimi üç yaşındaki bir çocuk gibi hissediyordum. “Şunu ver, bunu ver, kaç para, iyi akşamlar.” Kabus gibi… Bir posta geldiği zaman, elimde mektup bana yardımcı olacak birisini arıyordum. Ne zoruma gidiyordu be… Neyse uzatmağa gerek yok. Ben bu hengamedeyken kelimeler onları eskisi gibi tımar etmemi, sabahlar kadar başlarını okşamamı istiyorlardı. Olmayınca da bana küstüler. Ama yavaş yavaş arayı buluyoruz gibi.

Eli kalem tutan biri için hapishanelerde çok hikayeler vardır.

Evet çok hikaye var. Aslında notlar tutuyordum ama malesef bilgisayarım bozuldu, hard diske de yanlışlıkla format atıldı. Yoksa tuttuğum notlar çoktan hacimli bir kitabı bulmuştu.  Amerika’ya gelmeden önce bir ara senaryo yazarlığına merak sardım. Kitaplar aldım bunun için. II. Bayezit’in gemiler gönderip Endülüs’ten Yahudileri kurtarmasını senaryolaştıracaktım. Müslüman ve Yahudileri öldüren Hıristiyanlar, Yahudileri katliamdan kurtaran Müslümanlar. Üç dini birbiriyle kıyaslayacak aynı zamanda samimi olarak dinlerini takip edenlerle, dindar görünüp bu üç dini şahsi amaçları ve hırsları için kullanan karakterleri ortaya koyağa çalışacaktım. Ama Amerika’ya gelince, yeni bir dünyada yeni bir hayat kurarken ertelemek zorunda kaldım. Hapishaneye ilk başladığım zamanlar bu kurtlar yeniden depreşti. Bir iftira ile Amerika’da hapse atılan tasavvuf ehlinden biri ve onu savunmayı üzerine almış bayan bir avukat arasında gelişen bir aşk hikayesi içerisinde aşk-mecazi ile aşk-ı hakiki işlerken bir yandan Amerikalıların İslam’a olan önyargıları ile onların bu ön yargılarını besleyenleri anlatayım dedim. Şimdi zaman zaman mahkumlar aile hikayeleriyle beraber bir hapishane dizisi olur mu acaba diye aklıma gelip gelip gidiyor.

The Circle http://thecrcl.ca/mehmet-sacid-arvasi-kendimle-kavgaliyim-hep-kavgali/


------------------------------------------------------------------------------

MEHMET SACİT ARVASİ: Cemaat’in yanında durma ısrarım yok, Hakk’ı ifade isteğim var. (2. Bölüm)



Süreç’te Cemaat’in yanında çok net bir pozisyon aldınız. AKP’nin yanlışlarını eleştiren sohbetler ve sosyal medyada çeşitli paylaşımlar yaptınız. The Circle’da mülakat yaptığımız aydınlarımıza yönelttiğim ortak bir soru var: Dünden bugüne, özellikle Süreç’te, Cemaat’in de kimi hataları olduğunu düşünüyor musunuz?

Evvela bir şeyi tespit etmek lazım. Bugün Türkiye’de el üstünde tutulan cemaatler veya tarikatlerin AKP’ye kayıtsız şartsız biat etmekten başka Hizmet’ten daha fazla ne artıları var?

Hepsi bir şekilde okul, yurt ve eğitim işleri, bazıları itibariyle de medya alanında faaliyetleri var. Bu alanların hemen hemen hepsinde Hizmet’in ya kötü bir taklidi ya da en iyisi itibariyle bir kaç sene gerisinden geliyorlar. Hiç birisinin okulları Hizmetin okullarıyla kıyas edilemez, yurtlarını derseniz Ensar hadisesi dehşetli bir örnek olarak ortada. Medya cihetiyle de hiç biri Hizmettekiler kadar başarılı olamadı.

Hem de bunca Devlet desteğine rağmen. 

Yurt dışında hizmet etmekle alakalı onca devlet yardımlarına rağmen hizmetin topuğuna yetişemiyorlar. İnsan cihetiyle kıyasladığınız zaman genel toplamda  hizmettekiler bir kaç gömlek üste görülüyor. Hocalarını kıyasladığınızda Fethullah Gülen ilmiyle, ahlakıyla, zühd ve takvasıyla, nezaket ve zerafetleriyle fark atıyor. Kadınların saygı görme, İslami kimliklerinden taviz vermeden hayata katılma cihetiyle Hizmet yine en önde. Dini açıdan baktığında Hizmettekiler itikatta Maturidi ve Eşari, yani ehl-i sünnet kelamı, amelde Hanefi ve Şafii mezhebini takip ediyorlar. Namazlara hassasiyet –ilk vakitte kılmak hariç- Hizmette tanıdıklarım diğer cemaatlerden tanıdıklarımda daha iyiydiler. Nafile ve teheccüdlerde ise Hizmettekiler bariz fark atıyorlardı hem bana hem de diğer cemaatlerden tanıdıklarıma. Buna herkes katılmayabilir ben sadece kendi tecrübelerimi ve gözlemlerimi söylüyorum.

“Bütün insanlar ziyandadır ancak…” Asr suresine göre Hizmet ziyanda değil.

Bugün itibariyle Türkiye’de Hizmet Hareketi bütün müesseselerini kaybetti, binlerce insan demir parmaklıkların arkasına konuldu. Bu kayıplara bakarak bazıları bunu bir başarısızlık olarak görebilir. Söz konusu dini cemaatler olunca ben ilk bakılması gereken kriterin eldeki müessese, sayılar rakamlardan ziyade Asr suresindeki ölçüler olması gerektiğini düşünüyorum. İmam Şafii’nin “Allah cc Kur’an’ın tamamı yerine sadece bu suresiyi indirseydi insanlara yeterdi dediği Asr suresinde Allah cc yemin ederek bütün insanların ziyanda olduğunu ifade ediyor ancak dört şeyi kendinde toplayanları sadece bu kayıptan istisna ediyor. Nedir onlar?

1-İman etmek

2- Salih amel işlemek

3-Birbirine hakkı tavsiye etmek,

4- Sabretmek.

Hizmet Hareketi onca maddi kayıplarına rağmen bu kriterlerin hepsine haizdir, bu cihetle ziyanda değildir. Bu cihetle ziyana uğramaması esas maksat olmalıdır. İyi niyetle Hizmeti eleştiren veya yeni çıkış yolları bulmaya çalışanlar bu kriterlerin sapasağlam ayakta tutmaları icap eder. Burada şunu söylemeden geçemeyeğim:  Bazı Hizmet mensuplarının bazı eleştiri, öneri veya sosyal medya paylaşımlarını görünce, İslam’la alakalı bilgilerin tazelenmeyi veya sağlam kaynaklardan bir kere daha okunması gerektiği hissine kapılıyorum. Bazıları haklı olarak kendilerine “gavur”un bile yapmadığı zulmü ve gadri yapan “the müslüman”lara tepki göstereyim derken haksız olarak İslam’ın sınırlarını biraz zorluyorlar. 

Esasen neden bütün cemaatleri konuşmuyoruz ki?…Sadece Hizmet için değil, bütün cemaatler için bir şeyler söyleyeceksem o da şudur.

1-Cemaatler artık eskisi gibi değil, okulları, yurtları, medyaları var. Makamlar, amirler, memurlar, tayinler var. Bu kadar insanın, makam ve tayinin olduğu yerde mutlaka bazı adaletsizlikler ve adli vakalar olur. Bu da normaldir çünkü insanın olduğu yerde mutlaka problemler de vardır. Cemaatler böyle durumlarda mahkemelere gitmezler. “Kol kırılır yen içinde kalır.” anlayışı tedavi etmez aksine kangrene çevirebilir. Pek iyi cemaatler bu haksızlıkları nasıl giderecekler? Buna Hizmet hareketi dahil bütün cemaatlerin bir çözüm yolu bulmaları gerekiyor.

2- Her cemaat ve tarikatta askeriyeden emniyete, amirden memura, işçiden esnafa kadar müntesipler var. Özellikle devlet kademelerinde çalışanların itaatleri, bağlılıkları nereden başlayıp nereden bittiğini meselesine cemaatle bir ölçü getirmeli mi? cevap evetse bu ölçüler ne olmalıdır? Kamuya, yani her kesime hizmet etmek üzere devlet tarafından istihdam edilen ve bunun için maaş alanların kendi cemaatlerini kayırma suretiyle günaha girmelerinin önüne nasıl geçecekler? İslam’ın “Emanet ehline verilir.” ilkesini nasıl realize edecekler?

3- “Kale şeyhuna yani şeyhimiz şöyle buyurdu, hocamız şunu söyledi” meselesine bir çözüm bulmalılar. Şeyhlerinin veya hocalarının bunu söylediklerinden nasıl emin olacaklar? Burada Adem Yavuz Arslan’ın “15 Temmuz’la alakalı olarak bazı abiler devşirildi.” İfadesine baktığımızda ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. O devşirilen abiler “Hoca efendi destek verin, dedi.” kabilinden ifadelerle, tamamen iktidara ve onun ortağı olan derin yapılara yarayan bu çok bileşenli kontrollü kalkışmaya, bazılarını dahil etmişlerse bu meselenin ehemmiyeti daha iyi anlaşılır. Muhtemelen 15 Temmuz’la alakalı başka soru saracaksınız. Orada devam etmek istiyorum bu konuya.

Daha özel olarak Cemaat’le ilgili konuşmanız gerekirse?

Cemaat’in kendi içindeki problemlere gelince, ben cemaatin karar mekanizmalarında hiç olmadım. Onun için tam olarak nasıl bir işleyiş var ona tam anlamıyla vakıf değilim. Hal böyle olunca tam olarak vakıf olmadığım bir şey hakkında konuşmak istemem, en azından şimdilik.

Hizmet’e yöneltilen ciddi eleştirilerden biri halktan kopuk olmalarıdır. Doğrusu bu şaşılacak bir durum. Zira Hizmet’ten tanıdıklarımın büyük çoğunluğu işçi, memur çocuğu yani Anadolu’nun orta sınıfından. Neredeyse 11 senedir Amerika’da yaşıyorum. Bu 11 senede Türkiye’de ne değişti bilmiyorum. Ama kopukluk meselesine dair buradaki müşahedelerimi söyleyebilirim.

Evet doğrusu Amerika’daki müslümanlardan kopukluk meselesinde bir haklılık payı var. Ancak hemen şunu da tespit etmem gerekiyor. Hizmet’e mensup olmayan diğer Türkler de mesela Arapların, Pakistanlıların camilerine gitmiyorlar. Araplar ve diğer Müslüman toplulukların da Türk camilerine gidelim kardeşlerimizle iç içe olalım diye özel bir çabaları yok. Buradaki müslümanları bir araya getiren şey mescitler ve camilerdir. Hizmettekiler camilerin olduğu yerlerde bile genellikle kendi müesseselerinde cumayı kılmayı tercih ediyorlar.

Aynı durum Kanada için de geçerli.

Evet, çok azı müstesna diğer müslüman toplulukların camilerine ise neredeyse hiç gitmiyorlar. Yurtdışında yaşayanlar bunu son derece normal olarak görebilir ama bu kopukluğa sebep oluyor işte. Gitmemenin en büyük sebebini güvenlik problemi olarak görüyorlar. “Bu camilere IŞİT’ten veya diğer radikal gruplardan birleri gelir de onlarla aynı karede görülürsek yapacağımız hizmetlere zarar gelir.” korkusu var. Bu çok gereksiz ve yersiz bir korkudur. Amerikadaki diğer müslüman milletler Araplar, Pakistanlılar ve Hintliler, Türklerden çok daha fazla yerleşik hayatın içindeler, Amerikan sisteminin içine girmişler.

Dilleri ve eğitimleri yönünde Türklerden çok daha ilerdeler çünkü burada üçüncü veya dördüncü nesillerini büyütüyorlar. Dolayısıyla bunların açtığı camiler, büyük oranda devlet tarafından çok daha saygın olarak kabul ediliyorlar. Yersiz korkularla hizmetteki insanlar bu camilerden uzak kalınca müslümanlardan da kopuk hale geliyorlar. Gerçi son zamanlarda buna dair bazı faliyetler var. Hatta yaklaşık bir sene önce bir toplantı oldu. Ben de davet edildim. Konu diğer müslüman milletlerle nasıl irtibata geçer ve onlarla nasıl kaynaşabiliriz idi. Hepsi bu faliyetleri için “intrafaith” kelimesini kullanıyordu. İnterfaith dinler arası, intrafaith aynı din mensupları arasındaki diyalog, konuşma için kullanılıyor. O toplantıda bana söz geldiğinde “Rica ederim bu garip kelimeyi kullanmayın.

Diğer müslüman milletlerle kaynaşalım diyorsunuz ama daha bu ilk adımda bu kelime ile “biz” ve “onlar” mesafesi koyuyorsunuz. Niyetiniz güzel ama bu intrafaith kelimesinin ben de oluşturduğu duygu bu. Sizin en güzel adınız Hizmet, misyonunuzda öyle. Diğer müslüman milletlerle kaynaşmak mı istiyorsunuz? Çok basit. Camilere gidin özellikle vakit namazlarına. Sabah ve yatsıya gidip, sadece insanlarla tanışın, hiç bir şey anlatmayın. Vakit namazlarına istikrarlı gittiğinizde bir müddet sonra kendinizi müezzinlik yaparken bulacaksanız. “Bugün namazı bize sen kıldır.” teklifleri alacakksınız. Onların verdiği bazı yemekli programlara katılın. Sizin güzel karakterleriniz kısa sürede bir sürü saygın dostu etrafınızda halkalandıracaktır.” dedim. İntrafaith kelimesini kullanmakla alakalı dediğim kale alınacağını zannetmiyorum. O gün edindiğim hava buydu. Olsun, benim açımdan bir problem yok. Teklif var ısrar yok.

Cemaat’e sunabileceğiniz bir reçete var mı? 

Yıllar önce bir kitapta okumuştum. Kitabın yazarı araba yarışlarına merak sardığını ve bu konuda eğitim aldığını yazmıştı. İlk dersinde similasyonda yaşadıklarını anlatmıştı. Yazdığına göre similasyonda hızlanıyor birden arabası spin atmaya başlıyor, bir türlü arabayı düzeltip yoluna devam edemeğini gören hocası eliyle kafasını tutup yola çeviriyor ve bu iş için en ömenli kuralı söylüyor. “Yola devam etmek istiyorsan, arabanın spin attığı tarafa değil asıl gitmek istediğin istikamete bakacaksın. Yoldan gözlerini asla ayırmayacaksın.” Hizmetin yapacağı da bu olacak. Atılmağa çalıştıkları istikamete değil gitmek istedikleri asıl hedefe fokus olacaklar. Nefsini ve neslini ıslah etmekle Allah’ın rızasına ulaşmak gayesi daha bir canla başla sarılacaklar. Her tarafta Nur-u Muhammediyi şehbal açtırmak düşüncesi niyetlerden fiiliyat dönmeli. Bunu biraz açacak olursam, hizmettekiler “İslam’ı güzel ahlakımız ve iyi bir temsille anlatmalıyız.” diyorlar. Bunun ehemmiyeti ve gerekliliği her türlü tartışmanın üzerindedir. Ancak iyi bir temsilin yanında doyurucu bir bilgiyle hakikatı anlatmak da gerekiyor. Amerikadaki Türk toplumu özellikle Hizmet hareketindeki insanların bir resmini çekecek olursak: büyük çoğunlukla dil bilenin dini bilgi itibariyle eksiği var. Dini bilgisi olanın da dil problemi var. Biraz da bu sebepten “Güzel bir temsille anlatalım.” hakikati bazıları itibariyle bir öğrenme gayretsizliğine bile sebep olabiliyor. O kadar ki İmanın altı şartını bile İngilizce olarak tatmin edici bir şekilde ifade edememe söz konusu.

Amerika’daki kültür merkezleri sayısız programlar yapıyor, insanları davet ediyor. Gelen insanların büyük çoğunlukta İslam’a bakış açılarını pozitif yönde değiştirdiklerinden de eminim hatta şahidim. Ama bu kültür merkezlerinin, mesela İman esaslarına dair dört beş haftalık bir ders serisi yaptıklarını hiç duymadım. Belki evlerde yaptıkları sohbetlerden dolayı buna gerek duymuyor olabilirler. Ama on bir yıllık tecrübelerimin bana öğrettiği bir şey varsa o da şudur. Türkiye’deki gibi bir sohbet tarzı Amerikalılara pek fazla gitmiyor. Amerikalılara beşer veya altışar haftalık dersler konulmalı. Bu derslerin haftalık müfredatı, hangi kitapların veya metinlerin okunacağı belirtilmeli. Hatta belki dersin sonunda bu derse katıldığına dair bir sertifika verilmelidir. Amerikan tarzına uygun yapılacaksa 20 veya 25 usd katılım parası ilave edilmeli. Kültür merkezleri böyle pragramlar yapmağı için Kültür merkezlerine gelip yiyip içenler, bakış açısı pozitif yönde değişip İslam’a ilgi duyanlar bir camiye gitme ihtiyacı duyuyorlar.

Bir başka konu Hizmet Hareketinin yurt dışında muhatap olduğu kitle –yabancılar itibariyle söylüyorum-hep orta yaş ve üstü insanlardır, gençlere yönelik çok ciddi bir çabadan henüz bahsedemeyiz. Bunun için evvela ciddi bir insan kaynağına, sonra maddi kaynağa ihtiyaç var. En azından Gençlerin gelip helal dairede eğlenebilecekleri gençlik merkezlerine ihtiyaç var. Bu başlı başına uzun bir tahlil gerektirir, şimdilik bu kadarıyla kalsın.

Bu toplu çıkış yepyeni bir misyona ve fırsata dönebilir.

   

Tarih bize gösteriyorki tarihin seyrini değiştirenler genellikle göçebelerdir. Ve böylesi toplumsal fırtınalar, arkasından baharlar getirmiştir. Kayı boyu şartların zorlamasıyla Anadolu’ya geldiler. Bu göçleri sırasında ne kadar mutluydular?

Özellikle ilk nesle sormak lazım çektikleri çileleri. Ama çocukları ve nesilleri Osmanlı İmparatorluğunu kurdular. Mevlana’nın ailesi yurtlarını terk ederken kim bilir nasıl sarsılmış, nasıl ümitsizlikler yaşamışlardır ama Mevlana Anadolu’dan bütün dünyaya ışık olmuştur. Bugün bütün dünyayı bir şekilde etkileyen Amrika yine vaktiyle kendi ülkelerinde tutunamamış veya duramamış insanların eseridir. Hasılı nice mücevherler varki başka memleklerin madenlerinden çıkar, diğer memleklerin krallarının taçlarına süs olurlar. Hizmetin bu toplu çıkışı ve coğrafyalara yayılışı bütün zorluklarına, acılarına ve travmalarına rağmen bana hep bunları hatırlatıyor. Eğer bu ağır travmadan bir an evvel kurtulup yeniden Hzimetlerine hız verirlerse, bu, Hizmet hareketine yepyeni bir misyon, onur ve muvafakiyetin fırsatı olabilir. Bu çoğrafyalara yayılış, şimdi Hizmet’e yeni bir vazife daha yükledi diye düşünüyorum.

Hizmet Türkiye’de sadece kafası ve kalbi aydınlanmış mühendisler, doktorlar, öğretmenler yetiştirmekle meşgul oluyordu. Kur’an kursları açmak, hafız yetiştirmek, camilere imam bulmak bunların çok fazla tasasını çekmiyordu. Nasıl olsa bunu yapanlar vardı. Ama şimdi buralarda özellikle Amerika ve Avrupa’da İslamın geleceği ve müslümanların ihtiyacı için imam, vaiz, hafız ve dailer de yetiştirmeyi gündemine almalıdır. Hizmet Türkiye’de kolejlerde fen, matematik, fizik, biyoloji öğretirken rehberlikle, okul saatleri dışındaki sohbet ve derslerle de öğrencilere iman, İslam, namaz ve ahlak öğretiyordu.  Ama aynı anlayışın burada başarılı olması çok kolay görülmüyor. Şu an faklı hizmet alanlarına da bakmak gerekiyor. Kanaatimce Hizmet hareketi mevcut hizmetlerine dört alanı daha ilave etmelidir.

  • Ana sınıfından liseye kadar dini eğitimin de verildiği okullar açmak. Yurt dışında müslümanların ihtiyaç duyduğu okullar bunlardır. Türkiyedeki kolej tarzı okullar değildir. Şu an çocuklara dini eğitim vermek için Türk kültür merkezlerinde haftasonu okulları yapılmaktadır. Elbette hiç yoktan iyidir ama asla yeterli değildir. Haftada 45 dakika Kur’an-ı Kerim, Türkçe ve Din kültürü dersiyle buradaki nesilleri yetiştirmek mümkün değil. Onun için dini eğitimin haftanın diğer günlerine yayılacak şekilde müfredatında olduğu okulları açmak elzemdir. Bu okullarda iki farklı program uygulanmalıdır. Bir tanesi seküler eğitimin ağırlıklı olduğu program. Bununla dinini öğrenmiş ahlaklı mühendisler, doktorlar, avukatlar vs yetiştirmek suretiyle Fethullah Gülen’in ifade ettiği gibi asimile olmadan gittikleri ülkelerin sitemlerine entegre olabilen nesiller yetiştirmek hedeflenmelidir. İkinci program geleceğin din adamlarını yetiştirmeğe matuf olmalıdır. Bunlar ilkokuldan hemen sonra hafızlık programına alınarak Kur’an ezberletililmeli bu arada ya home school tarzında ya da hafifletilmiş şekilde seküler dersler verilmelidir. Ortaokulun sonunda hafızlığını bitirmiş olanlar Arapça konuşulan bir ülkede lise ve üniversite eğitimleri aldıktan sonra bulundukları ülkelere geri gelmelidirler. O ülkelerin üniversitelerinde en azından master yapmaları teşvik edilmelidir. Hafız olmaları çok önemli zira buralarda bilgisi ne kadar fazla olursa olsun hafız olmayanı alim olarak kabul etmiyorlar. Arapçayı konuşuyor olmaları da son derece mühimdir.

Böyle okullar açabilirse Hizmet Arabı, Pakistanlısı ve Afrikalısıyla bütün Müslümanların ihtiyacını giderecek bir zemin oluşturmuş olur. Aynı zamanda her kesimden Müslümanların buluşabileceği bir platfom oluşturur.

  • İslam klasiklerini halkın anlayabileceği bir lisan gittikleri ülkelerin dillerine tercüme yapacak bir yayın evi kurmak. İslam klasikleri derken hadis, tefsir, kelam, fıkıh ve tasavvuf gibi İslami ilimlerin en önemlilerinden başlayarak tercümeyi kast ediyorum. Şu an bu işte zirveyi tutanlar selefilerdir. Kendi anlayışları dışındaki bütün anlayışları sapıklık hatta kafirlikle itham ediyorlar. Maturidiler, Eşariler hepsi sapık tek doğru anlayış Selefilerindir, ehl-i sünnet vel cemaat yanlız Selefilerdir diyorlar. İşlerine gelen kitapları tercüme ediyor, diğer kitapları ademe mahkum ediyorlar.

  • Master ve doktora bazında İslami ilimlerim öğretildiği üniversiteler kurmak. Bu üniversitelerin bünyesinde düşünce kuruluşları bulunmalıdır. Hatta belki bu düşünce kuruluşu ile işe başlamak daha kolay olabilir. Dünyanın her tarafındaki akademisyenleri artık internet ortamında buluşturmak bile mümkündür. Bu düşünce kuruluşları dünyanın her tarafındaki müslümanlara açık, sadece müslümanların dertlerine değil dünyanın geri kalanına da bir şeyler söyleyebilen, çözümler sunabilen kuruluşlar olmalıdır. Mesela İslam dünyasında hali hazırda bir bilgi ve düşünce krizi var, ahlak krizi var, devlet ve yönetim krizi var . Gücü elden eden bir şekilde diktatörlüğe dönüşüyor. Bunu yaparken din, pozitif veye negatif olarak en fazla kullandıkları argümanlardan birisi oluyor. Acaba çağın gerisinde kalmadan, İslamın özünden kopmadan islami bir yönetim olabilir mi? Bugün İslam ülkelerinin hemen hemen hepsinde az-çok İslami bir yönetim talebi var ama modern unsurları da içinde bulunduracak bir şekilde İslami bir model yok. Öyle olunca ortalık bu talepleri dile getiren radikal gruplara kalıyor. Daha somut bir örnek verecek olursam mesela Fethullah Gülen yıllar önce “Demokrasiden dönüş yok.” dedi ve çok enteresan bir şey daha ilave etti buna “Laisizmi sekülerizm olarak anlayan kimseler tamamen meseleye dünyevilik şeklinde yaklaşıyor. Öyle olunca idaremizin içinde hiç bir uhrevilik olmasın, hiç bir ukba olmasın diyorlar. Oysaki bana göre -mümkündür veya değildir- Demokrasi, insanların bütün ihtiyaçlarını karşılamaya cami’ bir sistem şeklinde dizayn edilirse şayet, ben, kabre kadar benim hayatımı yaşamaya yaradığı gibi, kabirden öte benim problemlerime cevap vermesini de çok arzu ederim.” Bu düşüncelere mukabil gittikçe yayılan Selefi anlayış “Demokrasi küfürdür, oy kullanan kafirdir.” diyor ve buna işte şu ayet, falan hadis delildir diyebiliyor. Hizmetteki ilahiyatçılar “Demokrasiden geriye dönüş yok.”un altını veya şeklini ayet ve hadislerle doldurabiliyorlar mı? hizmetteki akademisyenlerin “Kabre kadar benim hayatımı yaşamaya yaradığı gibi, kabirden öte benim problemlerime cevap verecek” bir demokrasi anlayışı üzerinde kalem oynatıyorlar mı? Ben böyle düşünce kuruluşlarında bunlara cevap aramasının ciddi faydalar getireceiğini düşünüyorum. Bu düşünme ameliyesini yapmanın zemini İslam ülkelerinde yoktur. Dolayısıyla yurt dışında yaşayan müslüman entellektüellere düşüyor bu iş. Amerika’da hizmetten pek çok akademisyen olduğunu biliyorum. Daha bir kaç gün önce Florida’da on dokuz yaşındaki bir genç bir liseyi basıp on yedi öğrenciyi öldürdü. Geçen sene on sekiz tane bu şekilde okul basıp ateş etme hadisesi var. Bu düşünce kuruluşları bunlar için bir çözüm öresi de getirebilmeli. Amerika’daki Afrikan Amerikanların durumuna Avrupa’da gettolardaki Müslüman gençlerin gerek kendilerine gerekse içinde bulunduğu ülkelere verdiği veya vereceği zararların önüne nasıl geçilebilir, bunlara da eğilmeli.

  • İslamın 1000 yıllık müesseselerini ıslah ederek Amerika ve Avrupa’da yeniden tesis etmek. Medreselerin kapatılmasını hep eleştirdik. Kapatmak yerine ıslah etmek gerekiyordu deyip duruyoruz. Öyle de olmalıydı. Buralarda onları yeniden ihya etmek mümkündür.

Burada bir kaç nesil büyüttüğümüz zaman muhtemelen Türkçe okuyup yazanları azalacak belki de bazıları kendileri Türk, Arap veya Pakistanlıdan ziyade Amerikan olmaya daha yakın görecek. En fazla “ben Türk-Amerika’nım, Arap-Amerikanım” diyecekler. Bu anlaşılır bir durum olabilir ama “Ben Müslüman değilim.” Hatta “ben Katolikim, Protestanım.” İşte bu kabul edilemez. İslamın 1000 senelik ilim aşkını, mayasını ve asaletini taşıyan o medreselerin burada canlandırılması bu cihetle çok çok önemlidir. Bu yapacağım tespit bencileyin olabilir yani subjektif, akademik müesseseler ile halk arasında sanki biraz resmi, biraz soğuk bir mesafe var. Normal halka nufus edemiyorlar. Bu teklifim Hizmetteki bazı insanlara çok uçuk hatta gereksiz gelebilir ama ben yetmiş sene sonra Fethullah Gülen’in şu an talebeleriyle ders okuduğu mekanların çok saygın bir İslam medresesi –daha güzel bir isim bulunabilir-olmasını çok arzu ederim. Bugün Filedelfiya, Kaliforniya veya Amerikanın başka eyaletlerinden Yemen, Batı Arfika ve Arabistandaki medreselerine gidip icazet alan ve buralarda çok saygı duyulan insanların ilim irfan için bu müesseseye şeddi rihal etmelerini çok arzuluyorum. Keşke bu iş şimdilerde başlasa. Fethullah Gülen hoca efendinin mevcut talebelerinin yanında en az on tane ilk okulu bitirmiş kabiliyetli çocuk hafızlığa başlasa, hafızlıklarını bitirdikten sonra kendisinin feyz ikliminde ulum u arabiyeyi alsalar. Aksansız İngilizce konuşabilen, İslamın 1400 yıllık mirasının yoğrulmuş müesseselrin ruhunu alan geleceğin hadis, tefsir alimleri olacak bu mübarek oluşumun ilk taşının kendisi tarafından konulması Allah’tan ümit ederim.

Süreç’te Cemaat’in yanında yer almanız konusu?

Cemaat’in yanında durma ısrarım yok, Hakk’ı ifade isteğim var.

Gittikçe hayat felsefem olmaya başlayan bir sözü prensip edinmeye çalışıyorum: “Basit olma ama basit yaşa, sıradan olma ama sıradan yaşa.” Abartmadan, fantazilere girmeden basitçe değerlendirmeler benim için daha anlamlı. Defalarca söyledim, yine söylüyorum hangi cemaatten, partiden, hizipten veya gruptan suça kim bulaştıysa adil yargılanıp cezalandırılmalıdır. Ama suç şahsidir. Kuran’da bunu söylüyor, evrensel hukuk da. Bir aileden birisi bir suç işlese ailenin tamamı bundan sorumlu olmaz, ailenin akrabaları hiç olmaz, varsa ailenin aşireti hiç hiç olmaz. İlk başladığında bir “paralel yapı” uydurdular. Hükümet memurlarımız amirlerini değil, “imamlar”ını dinliyor dediler. Benim tavrım, böyle bir şey varsa kabul edilemez, disiplin mekanizmalarını mı işleteceksiniz yoksa mahkemeleri mi? Adil yargılayın gereğini yapın dedim. Bir hukuk devletinde başka ne denilebilir? Ama çok kısa bir süre içinde işin renginin farklı olduğu ortaya çıktı. Yurt dışı gezileri yapıp para verip “okulları kapatın!” demeğe başladılar. Olacak iş mi bu? Benim ülkemde memur amiri dinlemiyor diyor ama başka ülkelerdeki okulları kapatıyor, siz de bunun yanlışlığına dikkat çekince hakkı ifade etmiş oluyorsunuz. Cemaatin yanında durmak değil bu.

Rıza Zerrap’ın Amerika’da yargılandı ve her şeyi itiraf etti. Arkasından bir zamanlar milli kahraman ilan ettikleri bu adama İran, CİA ajanı deyip mallarına el koydular. Bunlar gösterdi ki 17-25 Aralık tam anlamıyla gerçek bir yolsuzluk operasyonuydu, öyle “darbe ihtilal” değildi. Ben, görevini yapan bu adamları alkışladım. Tabi bu cemaatin yanında durmak gibi oldu. Hayret edilecek bir şey! AKP’ye muhalif olanlar Zarrap’tan rüşvet almayan bir memur Teoman’ı göklere çıkarıyorlar ama bu adamı ve çetesini delilleriyle ortaya çıkarıp Türk yargısına teslim eden o kahraman polisleri yokluğa mahkum ediyorlar. Bu iki yüzlülük değil mi?

Bu olaylardan sonra suç unsuru olarak hiç bir şey bulamayan AKP, dizi senaryolarıyla cemaat şeytanlaştırılmaya başladı. Bunlardan en etkili olanı “Peygamberin kamyon kasasına bindirilme sahnesi idi.” Meydanlarda “Bunlar peygamberi Miraçtan indirip kamyon kasasına bindirdileeeer.” dedikçe birileri, kalabalık adeta çılgına dönüyordu. Sosyal medyada kiyamet kopuyordu. Benim için olay basitti. Sahne kötüydü. Ama Rüyada Peygamberi görmenin hükmü nedir? Caizidir. Kamyona konulmuş yaralı bir askerin rüyada peygamberi görmesi mümkün müdür? Mümkündür. Kamyona binmek Peygamber için hakaret midir? Niye olsun ki efendimiz eşeğe bile binmiştir. Hatta eşeğinin adı Ya’fur’dur. Peygamberin miraçtan indirilip kamyona bindirilmesi iddiası ise hem yalandır hem eğer buna inanlıyorsa, bu itikadi bir bozukluktur. Diyanetin buna mudahele etmesi icap ederdi. Böyle düşünmek ve bunu ifade etmek cemaatin yanında durmak değil, doğruyu ifade etmektir.

Bu şeytanlaştırmaların en acımasız yapıldığı bir konu da Suriye dinlmesi idi. Başbakan miting miting geziyor, etkili cümlelerin arkasına “ulusal güvenliğimizi tehlikeye attılar.” diyordu. Zaten yükseltilmiş olan milliyetçilik dalgasıyla insanlarda bununla adeta kendilerinden geçiyorlardı “vay hainler, vay ajanlar” diyorlardı. Benim için -şimdilerin moda tabiriyle- yine yükselmeğe gerek duymadan sakince düşünmek esastı. Biraz da kahve ağzıyla “Yahu kardeşim seni CİA dinlemek ister mi? İster, MOSSAD ister mi? İstemez olur mu? Almanya, Yunanistan, Rusya, İran, Suriye dinlemek ister mi? Tabiki ister hem de en son teknolojilerle. Hatta bu Suriye dinlemsini de onlardan biri yaptı. Sen dinletmemelisin. Senin görevin bu. Hal böyleyken nasıl oluyordu da karanlık odalarda, en mahrem meseleleri konuşan en yetkili insanların, en gizli toplantısı youtube düşüyor? Ülkenin ulusal güvenliğini en başta koruyamamış olan kişi başbakandı sonra üstünden astına alt kademe. Onların istifa etmeleri gerekiyordu. Ne istifa ettiler ne de bu dinlemenin kaynağını ortaya koyabildiler.

F… kelimesini dört sebepten kullanmayı redediyorum

F… kelimesini kullanmayı ret ettim. Türkiye’deki dindarlar yaklaşık yüz elli sene “irtica” ve “mürteci” kelimesi ile dövüldü, engellendi hakları yenildi ve perişan edildi. İslam’a ve müslüman’a açıktan saldıramayanlar takiyye yaparak bu kelimelerin ardından bu kötülükleri yaptılar. Onun için “irtica” küfrün takiyyesidir. “F…” kelimesi de nifakın takiyyesidir ve Türkiyedeki bütün cemaatlerin boynuna geçirilmiş bir ilmiktir. İstedikleri zaman alttaki tabureye tekmeyi vuracak bir posizyonda bekletiyorlar. Ben en az dört sebepten dolayı bu kelimeyi kullanmayı ret ediyorum. 1- her şeyden önce koskoca bir yalan olduğu için. 2- AKP’nin elinde bütün muhaliflerini susturan bir zulüm aracına döndüğü için 3- CHP zihniyeti-şeçmenleri demiyorum- tarafından bir zamanların “irtica” kelimesi gibi kullanması ve bütün dindarlara saldırma aleti olduğu için. 4- Hucurat suresinin 11. Ayetine göre lakap takmak olduğundan haram olduğuna inandığım için

E “15 Temmuz ne oluyor?” belki diyebilirsiniz. Benim için tam da zurnanın zırt dediği yer burasıdır. Cevapsız binlerce soruya rağmen net olan şu gerçek var. Saatler öncesinden biliniyordu. Engellenmedi, kontrollü bir şekilde dünyanın en salak ve acayıp darbesi sadece iki şehirde sahne aldı. NATO’nu ikinci büyük ordusuna ve neredeyse sayı itibariyle bir o kadar polise sahip olan ülkemde güvenlik güçleri yerine halk meydanlara davet edildi ve 250 yakın şehit verildi. Bu arada siyah transportırlardan halka açılan ateşler, asker kafası kesen tipler, o gece dağıtılan ve sayısı bilinmeyen silahlar vs..vs… hemen ertesi sabah tutuklanan binlerce hakim, savcı, öğretmen vs… vs… Neticede bugün askerden daha fazla darbeden tutuklanan öğretmen, doktor, akademisyen, esnaf, memur, ev kadını ve emekli var. Ne 15 Temmuz’dan önce ne de sonrasında hiç birisinde bir çakı dahi bulunmamış insanlara yapılan bütün haksızlıklara gerekçe olarak sadece 15 Temmuz gösteriliyor. Bu da 15 Temmuz’un en büyük aktörünün AKP olduğu gerçeğini ortaya koymaktan başka bir anlama gelmez. Bununla beraber cemaaten bazı insanların buna dahil olduğu görülüyor. Fethullah Gülen onları yıllardan beri anlattığı değerlere ihanetle suçladı. Geçen Adem Yavuz Arslan’ın röportajında “Bazı abiler AKP tarafından devşirildi ve alttaki insanlar buna dahil edildi.” dedi. Bu benim de düşündüğüm bir ihtimaldir. Ancak ben sadece bu “devşirilmiş abi”lerle bu çok bileşenli ve salakça darbeye katıldıklarını zannetmiyorum. Zira cemaat mensuplarının darbe yapması kesinlikle mantıklı değil. Başarılı olsalardı bile bu onlar için intihar olurdu. Çünkü dünyanın 170 ülkesine yayılmış, hep sevgi ve barış mesajları vermiş ve oraya gittikleri günden beri de fiilen bunu ortaya koymuş bir hareket kendi ülkesinde böyle bir şey yaparsa kendi ülkelerinde korkunç bir nefret diğer ülkelerde de dediğim gibi intihar etmiş olurlardı. Onun için Hizmet hareketinin böyle bir intihara girişmesi asla mantıklı değil. Bırakın tek başına böyle bir darbeye teşebbüs, planlanmış bir darbeye katılmaları dahi mantıklı değil. Bu yüzden Erdoğan’ı marmaris’te koruyan polis, dalamandan İstanbul’a getiren pilot, darbenin merkez üssü Akıncı’yı vuran beş pilot, o gece vurulan ve madalya verilen Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Güler’in koruma müdürü Yüzbaşı Burak Akın ve o gece sokaklarda darbecilerle çarpışan binlerce polis sonradan F… suçlaması işten atıldı veya hapsedildi. İzahı var mı bunun? En kuvvetli izah Hakan Fidan ve Hulusi Akar’ın marifetiyle bütün ordunun beraber planladığı bir darbe olarak göstererek bu “devşirilmiş abiler”le bazıları tuzağa çekildi. Bu tuzağa çekilmiş olanların işin arkasında Akar’ı görmeselerdi sırf “devşirilmiş abiler”le dahil olacaklarına ben ihtimal vermiyorum. Şayet böyle bir şey varsa bu ciddi bir problem anlamına gelir. Bu işin karanlıkta kalmasının vebali iktidarın boynunadır. Çünkü hiç bir şekilde işin aydınlatılmasını istemiyor.

Diyanet raporu tam bir faciaydı. Diyanetin bir utancıdır. Ben dayanamayıp sosyal medyada yaptığım canlı yayında yaktım o saçmalıkları. Bir din adamı olarak yapılandan utanç duydum. Bakın ilk defa size bir şey söyleyeyim. Hatırlar mısnız bilmem Hayreddin Karaman köşesinde cemaatin yolda çıkma tarihi olarak 2013 verdi. Ama bu diyanet raporuyla firak-ı dalle dediği raporun ilk 39 sayfasında fetullah Gülen’den 58 alıntı yapmışlar ama sadece 3 tamesi 2013 ten sonra gerisi 1978, 80,90 vaazlarından alınmış. Şimdi 2013’ten önce yayınlanmış kaset ve kitaplardan fırakı dalle olduklarına hükmediyorsanız neden 2013 senesine kadar hiç bir şey söylemediniz? Hanginiz yalan söylüyorsunuz, Hayreddin Karaman mı Diyanet mi? Hayreddin Karaman ve Diyaneti yalan kelimesiyle yanyana getirmek çok rahatsız ediyor beni ama malesef şunu söylemek zorundayım ikisi de yalan söylüyor. Bu kadar yalan dolan karşısında fevkalde üzgünüm. Bunları dile getirince cemaatin yanında durmak gibi oldu ama bemim öyle bir ısrarım yok.

 Bir de Prof. Suad Yıldırım’ın meali üzerinden cemaati vuruyorlar ki Allah u Tealaya –haşa- yalan isnad ettiklerinin farkında bile değiller. Allah u Teala “Şüphesiz o Zikr’i (Kur’an’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.” (Hicr:9) buyururken, başta Türkiye gazetesi camiası olarak algı yapanlar “Bunlar Kur’an’a 600 ayet ekledi.” dediler. Bunlar ya Kur’an ile Kur’an mealinin ne demek olduğunu bilmiyorlar yada bile bile algı için yalan konuşuyorlar. Bir örnekle bunu açıklayayım. Mesela Bakara suresi 124. Ayete bakarsanız 124 – Şunu da hatırda tutun ki: Bir vakit Rabbi İbrâhim‟i birtakım emirlerle sınamıştı.O da onları hakkıyla yerine getirdiğinden Rabbi kendisine: “Seni insanlara başkan (İmam) yapacağım” dedi. İbrâhim: “Ya Rabbî, neslimden de başkanlar çıkar” deyince, Allah: “Zalimler ahdime (nübüvvete) nail olamazlar” buyurdu. [6,161; 16,120-123; 3,67-68; 37,113; 14,40; 22,78] {KM, Tekvin 12,1; 17,11; 22,1-10; Matta 3,9; Luka 1,73} Suad Yıldırım hocanın parantez içinde kırmızı yazılarla bazı rakamlar verdiğini görürsünüz. Demek istiyor ki Suad hoca bu konu aynı zamanda 6. Surenin yani Enam suresinin 161. Ayetinde de geçiyor. Sonra KM yani Kitab-ı Mukaddes deyip Tekvin kitabının 12. Babının 1.ayetin,17.babın 11. Ayetinde, 22. Babın 1 den 10 kadar ayetlerinde buna benzer bilgiler var demektedir. Bu iyi bir ilmi çalışmadır. Meal Kur’an değil. Aynı yaeyin dinayet tefsirine (Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir. Hayreddin Karaman, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kafi Dönmez, Sadrettin Gümüş)bakın hem ayet numaralarını veriyor kitab-ı mukaddesten hem de bizzat meallerini veriyor. Suad hoca İncilden sadece numaralar veriyor. Şimdi sırf bunu yaptı diye dinler arası diyaloğu da katarak “Bunlar Kur’an’a 600 ayet ekledi. Kur’an’ı tafrif etti.” diye algı yapıyorlar. Gidin diyanete bakın eğer bu tahrifse esas Diaynet tahrif yapıyor demektir. Bu bir bozmaysa Diyanetin İslam ansiklopedisinin arş maddesine bakın. Allah’ın arş gibi haberi bir sıfatı izah ederken ilk Kitab-ı Mukaddes’ten aldıkları ayetlerle başlıyorlar izaha. Hasılı kelam bu kadar yalan, aldatma ve algı karşısında gerçekten midem bulanıyor bunları dile getirmeğe çalışıyorum. Cemaatin yanında ısrarla durma niyetinden değil bunlar. Kaldı ki 25 senedir tanıdığım, okuduğum bu insanların yanında durmakta hiç bir sakınca görmüyorum.


Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.