Bir bayram ziyareti | Abdullah Aymaz

Yirmi bir sene önce (28 Mart 1997) bir bayram günü arkadaşlarla ikinci bayram günü ziyaretler yapmaya karar verdik. Sanki bir YERLİ  BAYRAM TEBRİK  PROJESİ  yapmıştık. Bir arkadaş “Bak sizin evin numarası 14 yani 7’nin iki katı” dedi. Ben de “Demek ki, buna boşuna İsmail Yediler denilmemiş. Zaten İsmail, İbranîlerin dilinde Abdullah demektir. Ben zaten bu 7 bilhassa türevi olan 17 tevafuku ile çok karşılaştım…” dedim. Oradan STV’ye gittik. Rıdvan Hoca'yı ziyaret ettik. Yolda İsmail Hekimoğlu, Ahmet Şahin ve gazetelerimizin yazarlarından bazılarını arayıp bayramlarını tebrik ettik. Bizden biraz uzaklaşan bir arkadaşımız, “Rüyamda bugün Hocaefendi'nin solunda seni görmüştüm, ama evime geleceğin hiç aklıma gelmezdi” dedi.

Oradan Hafız Ahmet Alçiçek’e gittik. O da sürpriz olarak gördü bu ziyareti…  Oradan Abdülvahid Ağabeye gittik. Çok rahatsızdı, kanser, sonda takılmış. Ona “Yedi bin ‘Yâ Vedûd’ çekip, bir haftalık içeceği suya üfürmesi’ söylendi. “İnşaallah şifa olur… Zaten Suad Hocamızın kardeşi için birkaç ay ömür biçiyorlardı. Ama ‘Yâ Vedûd’ okunup üfürülen suyu içtikten sonra hâlâ yaşıyor” diye de teselli verildi. Orada Çerkeski’deki okulumuzdan bahsedildi. Orası önemli bir yer: Rus idarecileri yaz tatillerini orada geçirirler… Keşke pek çok kolejimiz açılabilse…

Oradan Mustafa Sungur Ağabeye gittik. Orada Kütahyasporun eski futbolcularından benim de tanıdığım bir futbolcu da oradaydı. O dedi ki: “Taş ocaklarında hızla dersaneler açılıyor. Orada arkadaşlar çok uğraştı pek bir şey olmadı. Hatta bırakalım, diye düşünüyorduk. Fakat bir berber arkadaş var yenilerden birisi orada hizmet ve Üstad’la ilgili birkaç şey söyleyince bazı gençler biz de gelelim, demişler. Geldiler. Çok hoşlarına gitmiş; ‘Biz devam etmek istiyoruz. Şartınız ne?’ dediler. Biz de, ‘Bizim bir şartımız yok”  dedik. Onlar ‘Ama biz alkol, hatta eroin kullanıyoruz’ dediler. Biz de, ‘Biz, kimsenin siyasî anlayışına, ailesine şahsî hayatına karışmayız.’ dedik. Bunlar devam ettiler. Namaza başladılar. Bunlardan bir tanesi, bir gece annesini kaldırıp ellerini, ayaklarını öpmüş. Annesi de, ‘Yine bu, bir şeyler yapacak’ diye endişelenmiş. O, “Anne ben namaza başladım, hakkını helâl et.” demiş. Aileler memnun… Bize teşekkür telefonları geliyor. Bu gençlerin aslında çoğunun başı, emniyetle dertte olduğu için polisler, bir gün bu  berberi basmışlar. Bunları, Hizbullah gibi bir şey sanmışlar. Sonra orada Risale-i Nurları görünce, polisler sevinmiş ve bunları kucaklamışlar. ‘Bir ihtiyacınız olursa, hemen bizi arayın’ demişler. Güzel gelişmeler var.” dedi.

Sungur Ağabey, yeni Fas’tan gelmiş. Dedi ki: “Orada Fas Kralı İkinci Hasan’ın şeceresini gördüm. Peygamberimize (S.A.S.)  dayanıyor. Tunus’ta baş örtüsüyle sokağa çıkmak yasakmış. Ama Fas, öyle değil.  Avukat Bekir Berk Beyin bir sözünü hatırladım. Ene bahsinde ‘Kuvve-i gazabiye dalında melek gibi âdil melikler meyvesini vermiş…’ gibi ifadeler var.”

Kastamonu’da Mehmet Feyzi Ağabey, “Kur’an-ı Kerim’deki bazı âyetler için, her önüne gelenin bir şey söylemesi uygun değil. Kur’an-ı Kerim’de ‘Verrâsihûnefi’l-ilm’ buyuruluyor. İşte ilimde râsih olan ulema bu âyetler karşısında yaşadıkları günlerin ve şartların durumuna göre tevcihatta yani o vaziyete bakan veçhine göre izahatta ve tercihlerde bulunacaklardır.” demişti.

Daha sonra arkadaşlarla oradan ayrılıp kendi  aramızda  Hz. İbrahim Aleyhisselam ve üç dinin mensupları arasındaki diyaloglar üzerinde konuştuk. Birinci Şua’daki 29. Âyetin üzerine Üstad Hazretlerinin yaptığı izah ve tefsir üzerinde durduk. Hz. İbrahim Aleyhisselama gelen suhuf hakkında: “Bu (anlatılanlar), elbette önceki sayfalarda, İbrahim ile Musa’ya verilen sayfalarda da bildirilmiştir.” (Â’lâ Suresi, 87/18-19) ayetleri var. Hatta  Üstad Hazretleri, Sekizinci Söz’de  geçen kuyu temsili için fihriste de “Bunun aslı, Hz. İbrahim Aleyhisselamın suhufunda bulunmaktadır’ diyor. Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de, “De ki: ‘Ey ehl-i Kitap! Bizimle sizin aramızda birleşeceğimiz, müşterek ve âdil şu sözde karar kılalım.”  (Âl-i İmran Suresi, 3/64) buyuruluyor. Bu sözün aslı tevhiddir. Bu açıdan Risale-i Nurlarda bahsedilen Esmâ-i İlahî konuları, derinliğiyle ele alınmalı ve marifetullahta derinleşilmelidir. Risale-i Nur Hz. İbrahim Aleyhisselamın tefekkür ve şefkat meslek ve meşrebini de kendisine düstur edinmiştir. Bu çağda insanlığın şefkate muhtaç ve aç olduğu kadar bir muhtaçlık ve açlık neredeyse hiç asırda  görülmemiştir. Bireyselliğin övülüp kışkırtıldığı böyle bir çağ yok… Onun için insanların çoğu tek başına… Kendi başına bütün dertleriyle baş etmesi isteniyor. Bu da mümkün olmadığı için pek çok yalnız insan çareyi intiharda arıyor. İşte bu noktada Hizmet erlerine, muhabbet fedaîlerine çok iş düşüyor. Hemen Besmele çekip paçaları sıvıyarak hizmete başlamamız gerekiyor. Aman geç kalmayalım. Müşteriler bekliyor…  

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.