Herkes Yarın İçin Ne Hazırladığına Baksın!’ - Fikret Kaplan
Suheyb-i Rumî, Mekke'ye Rum (Anadolu) diyarından geldiği için kendisine Rumî demişlerdi. O, uzak diyarlardan yürümüş, gelmiş, Efendimiz’i (sav) bulmuş ve bulduğu hakikatte sonuna kadar sadakat içinde kalmış bir sahabeydi.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine'ye hicret buyurduktan sonra, bir yolunu bulup tek başına Mekke'den Medine'ye doğru hareket etmişti. Ne var ki, Kureyş'ten bir topluluk durumu haber alır almaz peşine takılmış ve bir yerde onun yolunu kesmişlerdi. Hz. Suheyb bineğinden inmiş, ok çantasından oklarını çıkarmış ve önündeki topluluğa şöyle seslenmişti:
- Ey Kureyşliler! Bilirsiniz ki ben sizin en iyi ok atıcılarınızdanım. Allah'a and olsun ki sadağımdaki bütün okları atıp size bir ok attırmam. Oklarım bitince de sizinle kılıcımla mücadele ederim. Bundan sonra siz istediğinizi yaparsınız. Bu itibarla gelin sizinle anlaşalım. İsterseniz malımı-mülkümü, Mekke'de falan yere gömdüğüm şeylerin hepsini alın; evet, alın; bunların hepsi sizin olsun fakat beni rahat bırakın, ben Resûl-i Ekrem'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gideyim.
Kureyş topluluğu bu teklifi kabul etmiş, Suheyb-i Rumî (radıyallâhu anh) de Medine'ye doğru yeniden yola koyulmuştu. O malından mülkünden vazgeçerek yola koyuladursun kendisini Medine'de yüce bir iltifat beklemekteydi.
O (radıyallâhu anh), Medine'ye vardığında, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mescitte ayağa kalkmış ve onu istikbal etmek için ona doğru hareket etmişti. Peygamber Efendimiz şu müjdeli sözlerle Süheyb’i karşılıyordu:
- Ey Süheyb! Alışverişin ne kadar kârlıydı, bir bilsen. Allah (celle celâluhu) senin hakkında şu âyeti indirdi: "İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah’ın rızasını kazanma ve rızasının nerede yattığını bulma uğrunda hayatını ve varlığını ortaya koyar. Allah (celle celâluhu) işte böyle kullarına pek merhametlidir." (Bakara sûresi, 2/207)
Suheyb-i Rumî (radıyallâhu anh) Allah rızasını kazanmak için karlı bir ticaretle malını feda etmiş, müşriklere: "Siz benim malımı alın, fakat benimle Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) arasına girmeyin." demişti; o böyle demişti ve hakkında bu âyet nazil olmuştu. Bu bir fedakârlık tablosuydu ve bu tabloda açıktan açığa Hz. Suheyb'den bahsediliyordu...
Evet, iman ve Kur'ân yolunda bu kadar mücadele vermiş bir insan, herhâlde bugün yaşadığı zor imtihanlarla Suheyb-i Rumî'nin mücadelesinden geri kalmayacağı gibi, Suheyb-i Rumî'ye işaret eden Kur'ân'ın o âyetleri, aynı zamanda bugünkü hizmet erlerine de işaret etmektedir.
Bugünler, tıpkı Süheyb’in Allah’ın rızasını kazanma ve rızasının nerede yattığını bulma uğrunda canını ve malını ortaya döktüğü o karlı ticareti tam yakalama zamanı. Bereketli ve hayırlı bir Ramazan’ın artık son günlerindeyiz. Bu fırsatı kaçırmamak lazım. Bir daha böyle bir bereketli bir ticaret elimize geçer mi geçmez mi bilinmez. Onun için bu son bir Ramazanmış gibi gecesiyle gündüzüyle iyi değerlendirmek lazım. Zira, Allah (cc), karşılık olarak cenneti verip müminlerden canlarını ve mallarını satın almak istiyor. (Tevbe sûresi, 9/111) Karşılığını ancak Rahman’ın takdir ettiği bu mukaddes Ramazan günlerinde bu karlı ticareti bereketli kazançlara dönüştürmenin yollarına bakmalı.
Bediüzzaman, ‘O halde, şimdi bu emaneti satmaya bakacağız. Acaba o kadar ağır bir şey midir ki çokları satmaktan kaçıyor? Hayır, asla! Hiç öyle ağırlığı yoktur.’ buyuruyor Altıncı Söz’de.
Bugün, hepimiz zor bir süreçten geçsek de asıl geride kalan bazı dava arkadaşlarımız daha ağır dert çekiyor, yoklukla savaşıyor. Muavenetle onların çektiğini paylaşır, onların ızdıraplarını ruhunda duyar; yapılması gerekli olan şeyler mevzuunda bir küheylan gibi şahlanır, bir üveyk gibi kanatlanırsak Allah’ın izni inâyetiyle; işte o zaman onların derdiyle dertlenmiş, acılarını paylaşmış oluruz.
Zalimler tarafından gadre uğrayan, malı mülkü zalimlerce gasp edilen mağduriyetler sarmalında eziyet çeken ve zulümden kaçıp cebrî hicret yollarına düşen kardeşlerimize mutlaka maddî manevî yardım etmeliyiz. Bu, insanlığın gereği, İslamiyet’in gereği, îsâr ruhunun gereği, kendimiz için yaşamamanın gereği, yaşatma mülahazasıyla yaşamanın gereği, “ba’su ba’de’l-mevt erleri” olmanın gereği, adanmışlık ruhunun gereğidir.
Mazlumların, mağdurların hepsine yetecek güçte imkanlar mevcut değil bugün elimizde. Onun için bu mevzuda dünyanın değişik yerlerinde bulunan arkadaşlara daha umumî manada bir “seferberlik” düşüyor.
O mağdur insanlar mevzuunda seferber olmak lazım. Tıpkı Ensâr-ı kirâm efendilerimizin, Muhâcirîn-i fihâm efendilerimize bağırlarını açıp onlara bağ ve bahçeleriyle sahip çıktıkları gibi organizasyonlara girmek lazım. Hemen, birden bire arzu ettiğiniz ölçüde, büyük çapta bir şey olmayabilir. İlk planda, bulduğunuz üç-dört tane samimi insana, hislerinizi ifade edersiniz; mazlumiyeti, mağduriyeti anlatırsınız. Onlar ne yapıyorlarsa, onu yaparlar. Ama en evvela biz cömert duygularımızla canımızı ve malımızı Allah’a satmaya bakmalıyız.
Bir gün gelecek, Allah’ın izni ve inayetiyle, zâlimlere dedirtecek kudret-i Mevlâ “Tallahi lakad âsereke’llahu aleynâ.” Fakat o güne kadar, “mazlum”un, “mağdur”un, “mehcûr”un, “ma’zûl”ün, “mahrum”un, “mescûn”un, “mustantak”ın, “muzdarr”ın yanında bulunmak, Allah maiyyeti adına atılmış bir adımdır. Allah’a yakın olmayı düşünüyorsanız, maiyetten hissedar olmayı düşünüyorsanız, o muhtaç insanlara el uzatacaksınız.
Bize bugün Ensâr-Muhâcir kardeşliği sergilemek düşüyor; inşaallah, Allah’ın vaz’ ettiği vüdd gelecekte inkişaf edecek ve Hizmet tam bir “dünya meselesi” haline gelecektir.
Bütün bu hamiyetperverliğin yanında bir de Hadis-i şerifte, “Ve et’ımü’t-taâm- Sofranız herkese açık olsun, bolca ikram edin” (İbn-i Mâce, Et’ime, 1; Dârimî, Salât, 156) buyuruyor İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem).
Fakirleri ve açları doyurma mevzuu ayet-i kerimelerde ve hadislerde farklı şekilde ifade edilmiş; zekat, sadaka, keffaret ve fidye gibi meselelerde fakirlerin doyurulması konusu, sınırları çizilerek genişçe ele alınmıştır. Fakat, Peygamber Efendimiz bu sözüyle zengin-fakir, mü’min-müşrik ayırmamış; yemek yedirmeyi mutlak bırakmıştır. Bu açıdan, öncelikle Müslümanlara olmak üzere, Hristiyan, Yahudi, Budist ya da kim olursa olsun gayr-i müslime ikramda bulunmak da bu sözün muhtevasına dahildir.
İffetsiz ve çok günahkar bir kadının, susuzluktan dili sarkmış bir köpeğe acıdığından dolayı bir kuyuya inip ayakkabısıyla su çıkardığı ve o köpeği suladığı için Cennet’e girdiğini anlatan Peygamber Efendimiz, bir kediyi eve hapseden, ona yiyecek vermeyen, yeryüzünün haşeratından yemesine de engel olan ve onun ölümüne sebebiyet veren bir başka kadının da bu çirkin işten dolayı Cehennem’e gittiğini bildirmiştir. Evet, kendisinde hayat eseri olan her canlı bir sevap vesilesi ise, buna hayvanat dahil olduğu gibi evleviyetle insanlar da dahildir. Çünkü, her insan Cenab-ı Allah’ın özel mührünü taşımaktadır ve ahsen-i takvime mazhardır.
Demek ki, “Ve et’ımü’t-taâm” ifadesini çok geniş olarak değerlendirmemiz gerekmektedir. Soframızı herkese açık tutmamız, misafirimiz kim olursa olsun yemek yedirmemiz mü’mince bir davranıştır. Evet, Allah rızası için yemek yedirmek salih bir ameldir ve her ikramın bir sevabı vardır. Fakat, soframıza oturan insana göre o sevabın artması da söz konusudur. Hak dostlarından birine yedirdiğimiz yemek, Allah nezdinde öyle büyüktür ki, onun bizim için yedi veren, hatta yetmiş veren başak gibi olması ve evimizi bereketle doldurması kuvvetle muhtemeldir.
Mü’minler, Allah’ın lutfettiklerinden infakta bulunmakla rıza-yı ilahiyi tahsile çalışırlar. Mü’minler ikramın keyfiyetine değil, onu ortaya koydukları andaki niyetlerine önem verirler. “Yarım hurmayla bile olsa kendinizi ateşten koruyun” ve “Ey Müslüman kadınlar, bir koyun paçası da olsa hayır hesabına hiçbir iyiliği küçük görmeyin” buyuran İnsanlığın İftihar Tablosu’nun irşadına kulak verir; ellerinde ne varsa, güçleri yettiğince yedirir içirirler. Ayrıca, Hazreti Hatice, Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Osman gibi sahabe efendilerimizin, insanları dine davet için düzenledikleri ziyafet sofralarında ya da fakirlere-muhtaçlara yardım yolunda servetlerini tükettiklerini (değerlendirdiklerini demek daha doğru olsa gerek) hatırdan çıkarmaz ve onlara benzemeye gayret ederler.
Ramazan ayının bereketinden istifade etmek niyetiyle verilen fıtır sadakası da Müslümanlar için önemli bir uhrevî kazançtır.
‘Gücü yeten her Müslümanın, Ramazan ayı içinde, ailesinde bulunan fertler sayısınca vermekle mükellef olduğu sadakaya “fıtır sadakası” denir. Halk arasında buna “fitre” de denilmektedir.
Resûlullah Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sadaka ve infakın mânevi bereketini anlatırken şöyle buyurmuştur:
“Allah, bir lokma ekmek, bir avuç hurma ve yoksulun faydalanacağı buna benzer basit bir şey vesilesiyle üç kişiyi Cennet’ine koyar: Sadakanın verilmesini emreden ev reisini, verilecek şeyi hazırlayan evin hanımını ve sadakayı yoksulun eline veren hizmetçiyi.”( et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 5/278; el-Hâkim, el-Müstedrek 4/149..)
Fıtır sadakasının hikmetleriyle alâkalı olarak İbn Abbâs (radıyallâhu anhümâ) şöyle der:
“Allah Resûlü, fıtır sadakasını, oruç tutanı anlamsız ve çirkin davranışlardan temizlesin, fakirlere de yiyecek bir lokma olsun diye emretmiştir.”( Ebû Dâvûd, zekât 17; İbn Mâce, zekât 21.)
İbn Abbâs hazretlerinin bu değerlendirmesine göre fıtır sadakası, âdeta namazdaki sehiv secdesi gibidir; Ramazan ayı boyunca bilhassa oruç tutarken yapılan hata ve kusurların bağışlanmasına vesiledir.
Fıtır sadakası aynı zamanda sosyal dayanışmayı da temin eder. Muhtaç durumda olanlara, en azından bayram günlerinde ihtiyaçlarını karşılamaları ve bayramın neşesini çocuklarına da hissettirmelerini sağlaması açısından önemlidir.’
(Gufranla Tüllenen İbadet)
Ve son olarak Cerîr bin Abdullah’ın (radıyallâhu anh) şâhid olduğu bir hâdiseyi aktararak mevzumuzu bağlayalım:
“Bir gün erken vakitlerde Rasûlullah (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz’in huzûrunda idik. O esnâda Mudar Kabîlesi’nden, kılıçlarını kuşanmış, perişan bir topluluk çıkageldi. Gelenlerin üzerinde kaplan derisine benzeyen, alaca çizgili, basit bir aba vardı. Bu abayı delerek başlarından geçirmişlerdi. Fakat yoksulluktan, neredeyse çıplak vaziyetteydiler.
Onları bu derece fakir görünce Allah Rasûlü’nün üzüntüden yüzünün rengi değişti. Yorgun, aç ve susuz olan bu fakir insanlar karşısında Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in gözleri doldu. Onları öyle ızdırap içinde gördüğü için neredeyse ağlayacaktı. Hemen evine girdi. Sonra da çıkıp Bilâl’e ezan okumasını emretti, o da okudu. Sonra Bilâl kamet getirdi ve Efendimiz namaz kıldırdı. Akabinde bir hutbe îrâd ederek önce şu âyet-i kerîmeyi okudu:
‘Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan zevcesini var eden ve ikisinden pek çok kadın ve erkek meydana getiren Rabbinize hürmetsizlikten sakının!.. Şüphesiz ki Allah, hepinizi görüp gözetmektedir.’ (Nisâ Suresi, 1)
Sonra da şu âyet-i kerîmeyi okudu:
‘Ey îmân edenler! Allah’tan korkun, herkes yarın için ne hazırladığına baksın!..’ (Haşr Suresi, 18)
Daha sonra:
‘Her bir fert, altınından, gümüşünden, elbisesinden, bir ölçek bile olsa buğdayından, hurmasından sadaka versin. Hattâ yarım hurma bile olsa sadaka versin!’ buyurdu.
(Rasûlullâh’ın üzüntüden yüzünün sararması, ashâba o kadar tesir etti ki) Ensâr’dan bir adam, ağırlığından dolayı neredeyse kaldırmaktan âciz kaldığı, hattâ kaldıramadığı bir torba getirdi. Ahâlî birbiri peşine sökün edip, sadaka vermek için sıraya girmişti. Sonunda yiyecek ve giyecekten iki yığın oluştuğunu gördüm. Baktım ki Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in yüzü gülüyor, sanki altın gibi parlıyordu…” (Müslim, Zekât, 69)
Yüzündeki hüzün bulutları birer birer sıyrılan Şefkat Peygamberi (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ashabına tebessüm etmiş ve şöyle buyurmuştu:
“Bir işe delâlet edip o hususta yol gösteren onu yapmış gibidir.” Evet, Ashab efendilerimiz o gün verme kapısını açmış ve zamanla da sahip oldukları her şeyi vermeye âmâde hale gelmişlerdi. Onlardan kimisi malının tamamını, bazısı servetinin üçte ikisini, bir başkası bir anda yedi yüz deveyi ve bir diğeri de en çok sevdiği bahçeyi Allah yolunda tasadduk edecek kadar cömertleşmişlerdi.
Kıymetli Büyüğümüz, o gün başlayan bu hayır yarışının günümüze yansımasını şöyle bir hatırayla anlatıyor:
‘Sonraki dönemlerde de dini gayret, himmet ve infakın ziyadesiyle değer kazandığı zaman dilimlerinden bahsedilebilir mi? Bu noktada bir ölçü olması adına bugünkü gibi hatırladığım bir hatıramı nakletmek istiyorum: İzmir Bozyaka’da insanların yardımına başvurulmuştu. Orada meselenin ehemmiyetiyle ilgili bir konuşma yaptıktan sonra emaneten yatıp kalktığım odama doğru yönelmiştim. Utanıyordum da.. kendime istemiyordum.. alan başkası, yazan başkası, hesap eden başkası.. ama yine de utanıyordum. Ben odaya girerken birisi merdivenlerden hızlı hızlı yukarıya doğru çıkarak yanıma geldi. Astsubaylıktan emekli olmuş o zatı tanıyordum. Elinde şangır şangır anahtarlar, “Orada herkes himmet etti, benim verecek bir şeyim yoktu, evimin anahtarlarını getirdim!” dedi. Emeklilik parasıyla satın almış olduğu evinin anahtarlarını elime attı. Bu göz yaşartıcı tablo karşısında ben ona dinde böyle bir mükellefiyet olmadığını söyleyip anahtarları iade ettim. Daha sonra da “Git, çoluk çocuğunla evinde otur. Rabbim sana verdikçe, sen de infakta bulunursun.” dedim.
Ben bugün de bu coşkun duygu ve heyecanın yaşandığı ve bundan sonra da yaşanacağı kanaatini taşıyorum.’
http://www.shaber3.com/yazar/fikret-kaplan/herkes-yarin-icin-ne-hazirladigina-baksin/1325156/
Bu Yayına Yorum Yapın