Bu dönemde yazmanın zorlukları ve üslup zabıtaları - Ramazan Faruk Güzel

Bir önceki yazımızda, alternatif medyanın ortadan kaldırıldığı ve haberleşmede tekelleşmenin yaşandığı günümüz Türkiye’sinde sosyal medyanın oynadığı role değinmiş ve bu mecrada yaşanabilecek bazı arızalara dikkat çekmiştik.
Bugün ise adeta insanların kendisini ifade etme noktasında belki de elde kalmış tek mecrada yaşanan ‘üslup dayatmalarına’ ve ‘yazmaya ya da susmaya zorlanmaya’ dair yazmak istiyorum. Zira internet ortamında ve özellikle de sosyal medyada yaşanan anlık bazı iletişim kazaları ve insan hakları ihlalleri öyle bir noktaya geldi ki iş artık uluslararası kriminal bir mesele haline bile geldi. Böyle bir ortamda da bazı izlenimlerimi ve düşüncelerimi paylaşma ihtiyacı hissettim.
ZOR ZAMANDA KONUŞMAK…
Muhalifliği geçtim, tam biat etmemiş medyanın bile neredeyse hiç kalmadığı yerde insanlar bilgilenme ve haber alma hakkını sosyal medya kanalları üzerinden gidermeye çalışıyor. Bir de neredeyse ülkenin yarısının terörist ilan edildiği, sırf “Fetö” dedikleri davalar yüzünden 500 binden fazla insanın soruşturmalar geçirdiği, işsiz kaldığı günümüzde; sosyal medya, insanlar için belki de bir can simidi, bir nefes alma menfezi…
Kısa bir zaman öncesine kadar işi, makamı, meşgalesi olan bu on binlerce insan bir anda “boşa çıktı”. Zamanı boşalan bu kadar insan, belki de doğal olarak internete ve sosyal medyaya yöneldi, bu ortamda ‘bilgilenme’ yanında başkalarına “sarma” yoluna gidenler de oldu haliyle.
Fakat böyle bir zamanda sosyal medyada insanın kendi ismiyle inisiyatif alabilmesi ve doğruları seslendirmeye çalışması zor ve riskli bir iş. Zira mevcut iktidar hiçbir alternatif söylemi, en ufak bir eleştiriyi dahi kabul etmiyor. Konvansiyonel medyayı tamaman domine ettikleri yerde, sosyal medyada da tam markaj ve engelleme içindeler.
Mesela şöyle engellemeler:
– Eleştirel yaklaşım getirebilecek herkese dava açıyorlar, mahkeme/ hakimlik  kararları ile o tür hesaplara ve yayınlara anında yayın yasakları getiriyorlar.
– O tür yayın yapan insanların üzerine paralı askerlerini/ trollerini salıyorlar. Bazı adamlarını da adeta belli kişiler üzerine zimmetliyorlar ve bu kişiler sabah akşam o kişileri ve hesapları manipüle etmek ve morallerini bozmak için sabah – akşam uğraş veriyorlar.
– Muhalif, alternatif söylem getirebilecek kimselere anında ceza davaları açılıyor. Her şeyi ile tam bir “Partili Cumhurbaşkanı” olan Erdoğan ile ilgili söylenecek muhalif her söz “Cumhurbaşkanı’na hakaret suçu”na sokulup davalar açılıyor.  (Direkt onunla ilgili olmasa da düzeni eleştirmeniz, onu da eleştirmeniz sayılıp davalar açılabiliyor. Kafka’nın Dava romanı bu düzene hafif kalır yani!)
TCK 299’da yer alan “Cumhurbaşkanı’na hakaret suçu” ile ilgili olarak TCK 125’den farklı olarak 1 ila 4 yıl arasında hapis cezaları verilebiliyor ve bu suçun –haliyle- aleniişlenmesinden dolayı da cezası 6’da 1 oranında artırılıyor.
Kendisi ülkedeki hemen herkes için en ağır ifadeleri, hakaretleri kullanan Cumhurbaşkanı Erdoğan, buna mukabil itiraz edebilecek herkese karşı da hemen davalar açtırıp cezalar yağdırabiliyor. “Silahların eşitliği” yok anlayacağınız. Halbuki bu düzenleme, “tarafsız ve partisiz” ve “devleti temsil”edecek bir cumhurbaşkanı için yapılmıştı. Yeni partili Cumhurbaşkanından sonra ise bu madde hükmünü kaybetmiştir. Buna rağmen bu madde ile ilgili olarak hemen her yıl on binlerce soruşturmalar ve davalar açılıyor. Sadece 2017’de 20 bin 539 soruşturma başlatılmış, 6 bin 33 ceza davası açılmış. Hem de öyle alıngan ki.. Eski bir öğrencisinin ihbarı üzerine hakkında dava açılan akademisyen Cenk Yiğiter’in “Eskiden reis deyince aklıma ilk Temel Reis gelirdi ama şimdi yavşağın biri geliyor” ifadesinin yer aldığı sosyal medya paylaşımı “Cumhurbaşkanına hakaret” olarak değerlendirilip 1 yıl 5 ay 15 gün hapis cezası verilmişti.
“Cumhurbaşkanı’na hakaret”i düzenleyen madde nedeniyle sadece 2014-2017 arasında 68 bin 827 kişi hakkında soruşturma açılmış, 3 bini aşkın kişiye ise hapis cezası verilmiş durumda. 2018 yılında ise bu rakam katlanmış vaziyette!
Ayrıca söylenen her söz bir şekilde “mevcut hükümeti yıkma”ya, “devlet aleyhine suç”a sokuluyor ve insanlar hakkında sürekli olarak bunaltıcı, taciz edici davalar açılıyor. Böylesine zor bir ortamda kendi adıyla, resmi kimliği ile paylaşımda bulunanlar, haber yapanlar büyük bir cesaret örneği gösteriyorlar.
Bu baskı konusunda o kadar pervasızlaştılar ki, geçenlerde İçişleri Bakanı S.Soylu, miting meydanlarında açıkça Erdoğan’ı ve iktidarını eleştirenlerin Türkiye’ye gelir gelmez havaalanında “paketleneceğini” pişkin pişkin anlatmıştı da… Haliyle bu ifadeler Times gibi yayınlara konu olmuş ve Almanya’dan da tepkiler gelmişti.
Yurt dışında olup da muhalif beyanlarda bulunanların riski sadece “ülkeye gelmeye kalktığında paketlenmesi” değil. Zira bu insanlar sürekli olarak dışarıda risk altında yaşıyorlar. Erdoğan’ın devletinin elinin ulaşabildiği yerlerde bu insanlar her an kaçırılabilir, Türkiye’ye getirilebilir, işkencelere maruz bırakılabilinir.
Hatta bu insanlara suikastler düzenlenmesi de ihtimaller dahilinde.  Nitekim “havuz medyası”ndaki kalemşörler sürekli olarak bu meseleyi gündemde tutuyor ve bu muhaliflere suikastler düzenlenmesi çağrısı yapıp duruyorlar. Hatta geçenlerde kan donduran bir haber yapılmıştı Yeni Şafak gibi kağıt parçalarında; bu tür muhaliflerin kaçırılması, suikasti için ihbar vb yardımda bulunanlara şimdiye kadar 18 milyon TL civarında ödüller dağıtılmış… Yani bildiğiniz, kelle avcılığı yapılıyor şu an!
SOSYAL MEDYA FAŞİZANLIKLARI
Bu “zor zamanda konuşma”nın zorluğu, sadece mevcut iktidarın tehditi değil. Çevrede de üslubunuzdan ve içeriğinizden dolayı sürekli baskılanmanız söz konusu.
Roland Barthes’in meşhur sözüne daha önce de referans vermiştim: “La fascisme ce n’est pas l’inderdiction de dire c’est l’obligation de dire”. Yani: “Faşizm, susma memnuîyeti değil, söyleme mecburiyetidir.” Bu sözün içeriğini şu an bütün yönleri ile yaşamaktayız. Bir tarafta insanlar susturulmak için uğraşılırken, bir taraftan da birileri konuşmaya, destek vermeye zorlanmaktadır.
Faşizanlık şu an sadece mevcut iktidara özgü değil. Şu anki iktidar, bütün gücü eline geçirdiği için içindeki bastırılmış faşizanlıkları dolu dolu, sonuna kadar kullanabilmekte sadece… Neticede diğer gruplar, cemaatler, tarikatler, siyasi yapılar vs de hep bu toprakların ürünü. Bu faşizmden nasipli.
Konuşmaya kalkanlara her yerden herkesten müdahaleler söz konusu dolayısıyla da.. (Ne solcular, ne diğer muhalifler, ne de Cemaat üyeleri bundan ari!..)
Yaşadıklarımdan kısa kesitlerle meseleyi örneklendirmek isterim. (Başkalarının deneyimlerini burada aktarmayı uygun görmedim, zira herkesin tek tek onayını almam gerekecekti, bu kısa vakitte buna gerek görmedim.)
İZLENİMLER…
Bundan 2 yıl kadar önce Perinçek “Yargı, hukuk siyasetin köpeğidir” demiş ve bu, kamuoyunda çok tartışılmıştı. Ama yargı camiasından bir tek itiraz gelmemişti! Eski bir yargı mensubu olarak ben de sosyal medya hesabımda, “ Siz beni mesleğimden ettiniz, sıkıntılar oldu. Ama ben de sizin köpeğiniz olmadım ya, bu da size dert olsun!” şeklinde bir paylaşımda bulunmuştum. Bunun üzerine youtube üzerinde kanalı olan ve kendisi de halen yurtdışında “sürgün” olan bir gazeteci benimle irtibata geçmiş ve benimle bir yayın, bir röportaj yapmak istediğini söylemişti.
O noktada biraz tereddüt yaşamıştım açıkçası. Zira bulunduğum yerde polis koruması altında idim ve kendimi tehdit altında hissediyordum. Polisin tavsiyesi ise “low profile” içinde olmam idi. Ama sonunda yayına çıkmaya karar vermiştim ve akabinde de yine havuz medyasının ve yurtdışındaki uzantılarının saldırılarına maruz kalmıştım. “Talimatla hareket ettiğim, algı sorumlusu olduğum” vs bir sürü zırvalar, ithamlar sıralanmıştı; kavgada gözü dönmüş bir kimsenin yerde bulduğu her şeyi karşısındakinin kafasına fırlatması gibi…
Bu yayınlardan kendi ailem bile etkilenmişti, kendisi de sadık bir AKP seçmeni olan babam beni arayarak kızmış ve “talimatlarla işler” mi yaptığımı sormuştu. Sadece gülerek şunu demiştim:
“Hayatım boyunca hiç talimatla hareket etmedim ki! Hakimlik yaparken de vicdanım, aklım neyi emrediyorsa onun gereğini yaptığım gibi, şimdi de verdiğim kararlarımı tamamen kendi irademle verdim. Dinlesem senin talimatını dinler, en baştan tıbbı seçer, doktor olurdum. Orda bile kendi istediğimi yapmıştım.”
Sonra bulunduğum ülkede -özellikle bu yayından sonra- yolumu kesip yakama yapışanlar oldu. Hele bir akademisyenin tavrı çok enteresan idi. “Talimat alıp almadığımı, almadıysam da neden almadığımı, böyle bir yayına çıkarken birisine danışıp danışmadığımı” soruyordu ısrarla! (“Yayında neden saçlarım taralı imiş”, “kıyafetim neden düzgünmüş” gibi daha bir sürü tuhaf hesap sormalar… es geçiyorum.)
Bu Prof’a sözlerim de babama söylediklerimden farklı değildi. Bu hesap soranların maksatları neydi, bilemiyorum; Belki gerçekten hesap sorma, belki nabız yoklama… Fakat karar vermemde spesifik bir faktörün rol olduğunu söyleyebilirim. Yayına çıkmadan önce sabah rüyamda tarihi bir camideydim. (Sultanahmet gibi gelmişti bana.) Bu dönemde mağdur olmuş bazı yargı mensubu arkadaşlar çevremi sarmış ve bana “Lütfen bir şeyler söyle, bizler için, mevcut hukuki yapıya dair!” diyorlardı. Ben ise, “Ne söyleyeyim ki?” diyordum, onlar ise beni sırtımdan ileriye itip: “Söyle de ne söylersen söyle!” demişlerdi o rüyada… Ve o sabah gazeteci beni tekrar arayıp kararımı sorduğunda kendisine; her türlü yayına hazır olduğumu, “her konuda/ istediğini sorabileceği açık çekini” vermiştim. Ve o yayın gerçekleşmişti.
SOSYAL MEDYADAKİ ZABITALAR
Yine kendi gözlemlerime devam edecek olursak… Açık kimliğimle bazı meseleleri dillendirmeye başladıktan sonra ok yaydan çıkmıştı artık ve sosyal medyada içimden geldiği gibi konuşmaya ve yazmaya başlamıştım. Bunu da bir bakıma “Haksızlık karşısında susup da dilsiz şeytan olmama” saiki ile gerçekleştirmeye çalışıyordum.
Özelden genelden gelen art niyetli mesajları saymıyorum. Zira onlar zaten vazifelerinin, aldıkları paranın gereğini yapıyorlardı. Fakat bunlar haricinde üslup hesabı yapanları da yakinen görmüş oldum orada. Faşizmin her türlüsü işliyordu bu sosyal medya ortamında!
Bazıları “niye belli konuları yazmadığımın” hesabını soruyorlardı. O konuda yazdıklarımı sıralıyordum, bu sefer de, “Niye daha fazla yazmadığımı” sorguluyordu. Daha başka yazdıklarımı söyleyince, “Niye daha daha yazmadığımı” soruyordu. Geriye, böylelerini engellemek kalıyordu.
Bazısı, niye sadece belli konularla sınırlı olarak yazmadığımı sorguluyordu. “Bir hukukçu olduğum için sadece hukuki, yargı ile ilgili mevzuları yazacakmışım”. Hukuk, hayatın neresinde başlıyor ve neresinde bitiyor ki?!
Birisi niye daha çok yazmadığımı, bir başkası niye daha az yazmadığımı sorguluyordu.
Misalen “Bir kedi sahibi olma”yı yazmışız. Burada 80’lerde yurtdışına çıkmak zorunda kalmış olan Kemal Burkay gibi aydınlarla yaşadığımız hatıralar ışığında bir ülkenin 40 yıllık sür-gitini bir kedi metaforunda anlatmaya çalışmışız. Her yazmaya başladığımızda gözyaşlarına boğulmuşuz, yazıyı zor bela bitirebilmişiz. (Ki halen bitmiş bile sayılmaz ama yürek o kadarına el vermişti.) Sonra gelen bazı tepkilere bakıyorsun; “insanlar sıkıntıda iken kediden mi bahsedilirmiş”, “Bu kadar sıkıntı varken bir kediyi almak için o kadar yol mu gidilirmiş” vs, akla hayale gelmedik tuhaf ve empatiden, hatta insanilikten uzak mesajlar…
Bütün bu yersiz sözlere söylenecek olan (en kibar ifadesi ile): “Sana ne?!”
Evet, “Sana ne?!” deyip geçmek lazım belki de. Çoğu zaman susmayı tercih ediyor insan. Bunda da iki saik var:
1- Karşı taraf bu kadar pervasız, düşüncesiz yaklaşsa da siz o şahsa kıyamıyorsunuz. Söyleyeceğiniz bir ters söz ile karşı tarafın sıkıntıya girebileceğini düşünüyorsunuz. Çünkü şu an mağdur olmuş on binlerce insan var ve her tarafa saçılmış vaziyetteler. Onlardan birisine denk gelip de onun bu kızgın halinde onun kırgınlığını, kızgınlığını daha da arttırabileceğiniz kaygısı ile sadece susuyorsunuz.
2- Size bu kadar teklifsizce müdahale eden, ırgalayan kimseyi tanımıyorsunuz. Belki altında daha nice kötü sözler var! Ve siz bir mukabelede bulunmaya kalksanız daha size kim bilir ne kadar yakışıksız sözler sarf edebilir! Bu ihtimali de göz önünde bulundurup susuyorsunuz.
Bu iki ihtimalin ötesinde, dünyada ne kadar güzel insanlar olduğunu görüp, hayat da buluyorsunuz! En başta da “hayırhah” kimseler. Bir yanlışınız, bir eksiğiniz olduğunda bunu size bir şekilde dostane ileten “halil”ler! Sağolsunlar. Sizinle empati yapan, sevinçlerinizi, kaygılarınızı, üzüntülerinizi paylaşan niceler.. Bunları da görüp yalnız olmadığınızı hissedip mutlu oluyorsunuz, şükrediyorsunuz.
Seyyit Mir Hamza Nigari’ye ait güzel bir söz var:
“Cânân dileyen dağdağa-yı câna düşer mi, 
Cân isteyen endişe-i cânâna düşer mi;
Girdik reh-i sevdaya cünûnuz… 
Bize namus lâzım değil,
Ey dil ki bu iş şâne düşer mi!..”
Evet bazen Nigari gibi, bazen de Yunus gibi:
“Dövene elsiz gerek 
Sövene dilsiz gerek
Sen derviş olamazsın..
Derviş gönülsüz gerek..”
Ama neticede insanız ve derviş de değiliz, etkileniyoruz bu sosyal ortamda yazanlar olarak. Bazen ölçüsüzce “üslup, içerik zabıtalığı yapanlar” ve hatta “karakter suikasti yapanlar” olduğunda kırılabiliyoruz. Ama ülkenin daha demokratik ve hukuk çerçevesinde, evrensel ilkeler etrafında yerini alması için kırılmadan, dökülmeden ayakta kalmak ve yola devam etmek ve de mücadele etmek gerekiyor.
Her şeyin başı insan olmak/ insan olarak kalabilmek ve kalp kırmamak.
“Niye hemen kırılıyorsun, kırılmayacaksın!” deyip de yıkıcı sözlerine devam eden “Molla Kasımları” da yine Yunus’a havale ediyorum:
“Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil 
Yetmiş iki millet dahi 
Elin yüzün yumaz değil.”

KAYNAK: http://www.tr724.com/bu-donemde-yazmanin-zorluklari-ve-uslup-zabitalari/

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.