Bir okurun abecesi | Can Bahadır Yüce

Okurluk serüvenini a’dan z’ye kuşatma fikrine yıllar önce Michael Dirda’nın bir yazısında rastlamıştım. Her yaşam gibi her okuma yolculuğu da biriciktir—başka bir yaşta belki başka bir liste yapardım.

A-Akşam Şiirleri. Her okurun bir aydınlanma anı vardır. Benimki bir kış akşamı, yatılı okul penceresinde Akşam Şiirleri’nin kapağını kaldırdığım andı. Türkçe şiirin yirminci yüzyıldaki son başyapıtıyla tanıştığım o mevsimden bu yana yıllar geçti. Bir okur olarak saf mutluluğu hâlâ şöyle tarif ederim: 17 yaşındayım, boğaza bakan o pencerenin içine oturmuş, yakamozları seyrederek Hilmi Yavuz’un beyaz kapaklı, Varlık baskısı kitabının sayfalarını ilk kez çeviriyorum…
B- Bolaño. Bir dörtlük: “yarıyı geçtik mi ten kafesinde / bakınca anlaşılmıyor sıyrıklarıma / o gün çimen yapraklarının ülkesinde / Arturo Belano, ben ve Ulises Lima…” İki şair roman kahramanı, Arturo Belano ve Ulises Lima, ilk okuduğum günden beri yoldaşım oldu. Ama asıl yol arkadaşım onları hayalinde (Vahşi Hafiyeler’de ve Tılsım’da) var eden yazardı. Roberto Bolaño’nun erken ölümünü çağdaş romanın en büyük kayıplarından sayarım. Tanışsaydık sıkı dost olurduk.
C-C. Aylak Adam’ın anlatıcısı, C., dünyayı güzelleştirmenin yolunu bulmuştu: Herkesi sinemaya götürmek. Yusuf Atılgan’ın romanında, “sinemadan çıkmış insan”la tanışmıştım. Gelgelelim çağımızın bu kısa ömürlü yaratığının varoluş sevinci beş-on dakika sürüyordu. Sokaklar asık yüzlü, kayıtsız, sinsi insanlarla doluydu. O sokaklarda, aklımda C., çok dolaştım. Özellikle romanın son satırları onu kahramanım yapmıştı: “Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.”
Ç-Çocuk ve Allah. Kitap Yayınları’nın o siyah-beyaz kapaklı baskısı nereden elime geçti, anımsamıyorum ama “Ağır Hasta”yı ilk okuyuşumun yağmurlu bir günde olduğuna eminim: “Anneciğim, büyüyorum ben şimdi, / Büyüyor göllerde kamış. / Fakat değnekten atım nerde / Kardeşim su versin ona, susamış.” Türkçe şiirde çocuk duyarlığının bu doruğu, okur okumaz başımı döndürüyor. Birkaç yıl sonra kitabı şairine imzalatıyorum. Üzerimde Kuleli üniformasını görünce şöyle yazıyor Dağlarca: “Askerlik dağda gezen şiirdir.”
D-Define Adası. Okuma serüvenimin belki en mutlu rastlantısı—bana dünyanın büyüklüğünü, denizlerin güzelliğini öğreten kitap. Stevenson’ın romanını okuduktan sonra günlerce denizci olmak istemiş, ilk kitabımın bir bölümünü korsanlara adamıştım. Deniz kokan esmer tayfaları, karada yaşamanın hasta ettiği yaşlı kurt denizcileri, tahta bacaklı korsan Uzun John Silver’ı ve omzundan düşürmediği papağanı Kaptan Flint’i, bütün bunların ortasında serüvenden serüvene atılan kahramanım Jim’i bazen hâlâ rüyalarımda ağırlarım.
E-”Eskici”. Türkçenin en güzel ‘gurbet’ hikâyesi… İstanbul’dan ayrı düşmüş çocuğun bir ara nerede olduğunu unutup eskiciye anadiliyle sorduğu soru: “Çiviler ağzına batmaz mı senin?” Eskicinin başını hayretle kaldırışı: “Türk çocuğu musun be? (…) İstanbul’dan geldim…” Çocuğun hıçkıra hıçkıra ağlayışı, “bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına” ağlayışı… Bir gün hayatlarımızın o hikâyeyle kesişmesi…
F-Feride. Çoğu okurun aksine, Çalıkuşu’nu ilk okuyuşumda Feride beni pek etkilememişti. Küçük yaşta annesini kaybetmesi, “Sör Mektebi”nde geçirdiği 15 yıl, Kâmran’a karşı kayıtsızlığı… Çok sonra, romanı yakın okumayla inceleyip Reşat Nuri’yi daha iyi tanıyınca onunla bağ kurdum. Biraz da Anadolu’yla ilk kez karşılaşan Türk aydını gibiydi. Reşat Nuri’nin en güzel romanı değil belki ama en unutulmaz roman kişisi.
G-Gatsby. Ağustosun son günü, yaz biterken Muhteşem Gatsby’yi okuyorum. Can Yücel çevirisi Gatsby’nin sayfalarında ilerlerken geç kaldığım için sanki telaşlıyım. Yirminci yüzyılın en önemli romanlarından biri, daha erken yaşta okunmalıydı, diye içimden geçiriyorum. F. Scott Fitzgerald’ın başyapıtının ilkgençlikte okunacak bir roman olmadığını yıllar sonra öğreneceğim. Ardından o sesin peşinde Scott ile Zelda’nın Alabama’daki evlerine, Maryland’a yan yana yattıkları mezara kadar gideceğim.
H-Holden– “Anlatacaklarımı gerçekten dinleyecekseniz,” diye başlar söze Holden ama anlatmaya pek gönüllü değildir. Anlattıkları milyonlarca okur gibi beni de derinden etkilemişti. Hatta etki o kadar derindi ki, yaşadığı yeri hiç kimsenin bilmediği yazarının Kuzey Amerika ormanlarında izini sürmüştüm. Bir gün hikâyemi onun gibi anlatmak ister miydim? Çavdar Tarlasında Çocuklar’ın kahramanının son sözleri kulağıma küpedir: “Sakın kimseye bir şey anlatmayın. Herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra.”
I/İ-İstanbul. ‘Memleket’in tanımı kişiden kişiye değişiyor: Doğum yeri, ailenin yaşadığı yer, âşık olunan yer, ikamet adresi… Ben şairlerimi orada tanıdım, okumanın lezzetini orada tattım. Sevdiğim bir denemeci, “Istanbul”–“İstanbul” farkından söz eder, baş harf seçiminin kültür ve görgüyü yansıttığını söylerdi. Şehirden uzak kalmak “bir taşına acem mülkü fedadır” romantizminden kurtardı beni. Bazen Istanbul’u özlüyorum, İstanbul’a öfke duyuyorum.
J-Justine. “Deniz bugün yine kabardı…” diye başlar Lawrence Durrell’in romanı. Yanında birkaç kitap ve bir çocukla adaya sığınmış anlatıcının sözlerinin hayal mi gerçek mi olduğunu anlayana kadar o büyülü dünyaya girmişsinizdir. İskenderiye Dörtlemesi –ve dörtlemenin ilk kitabı Justine– benzersiz bir hayal gücü gösterisi, aynı zaman dilimini dört açıdan anlatan bir denemedir. Yorgun Pursewarden, gizemli Clea, Ortadoğulu erkek tipinin kusursuz örneği Nesim, güvenilir/güvenilmez Darley, unutulmaz Mountolive—bu roman kişilerini tanımamış okurların hayatında bir şey hep eksik kalacak.
K-Kütüphane. Kapısından girdiğim ilk halk kütüphanesi (Girne), kâğıt kokusunu tattığım okul kitaplığı (Çengelköy), gerçek bir kütüphanenin nasıl olması gerektiğini öğrendiğim, yer altında milyonlarca kitap saklayan Alderman Kütüphanesi (Charlottesville), o hüzünlü taşra kütüphaneleri (New York)… Hepsini okulum sayarım. Bir gün Asaf Hâlet Çelebi gibi kütüphaneci olmak, hatta İsmail Sâib Sencer gibi masaya döşek serip orada yatıp kalkmak isterdim. Kütüphane: Sığınak.
L-Lili Marlen. Kalın parkalarımızın içinde bile ısınamadığımız o uzun kış içtimalarında cebimde bir kitap var. Sanki cebe uygun hazırlanmış: Bilgi Yayınevi baskısı Duvar. Attilâ İlhan’ın ilk kitabı. Yıllar içinde Attilâ İlhan kitaplarının lirik bölümlerini neredeyse ezberlesem de o destansı, ulusalcı, uzun şiirlerini sevemiyorum. Ama o ilk kitaptaki “Lili Marlen” aklımdan çıkmıyor. Üzerimde asker parkası, şairin Döne’sine seslendiği o şiiri, savaşı bitiren o şarkıyı düşünüyorum. Kulağımda Marlene Dietrich’in sesi yat borusunun sesine karışıyor.
M-Mürekkep. Yazı masamın zulasında bir düzine mürekkep şişesinin durduğunu bilmek bana güven verir. Gerçi dolmakalemin rengiyle mürekkebin uyumu saplantısından kurtulalı çok oluyor, yine de Pelikan’ımdan yeşil mürekkebi eksik etmem. Son yıllarda gözde rengim kahverenginin tonları (Diamine Ancient Copper, Montblanc Toffee Brown). Mürekkep şişelerini görüş mesafesinde tutmak Necatigil’in ‘mürekkebe su katmama’ ilkesini de hatırlatır. Mürekkebe bazen de kan karışır—yayımlanamayan kitabımın adıydı: Mürekkep ve Kan.
N-Nilüfer. “Ben oraya koymuştum, almışlar, / Arasına sıkışık saatlerin. / Çıkarır bakardım kimseler yokken / Beni bana gösterecek aynamdı, almışlar.” Söyleyiş ustalığıyla, kırıklığıyla “Nilüfer” şairi Behçet Necatigil’in poetikasını özetler. Herkesin kaderi gibi bir ya da birkaç şairi olmalı demişti Necatigil. Nihayetinde her ömrün tortusu bir avuç şiir. Benimkilerden biri bu. Nilüfer’in N’si, Necatigil’in N’si.
O-On Yedinci Söz. Çarpışma sarı yapraklı, kırmızı ciltli kitabın sayfalarında gerçekleşmişti. Neden her bahar mevsiminde yeryüzünü kusursuzca donatan bunca sanatlı, baş döndürücü güzellikteki varlık kısa bir süre göründükten sonra yok olup gidiyor? Nasıl oluyor da zemin yüzünü “bir resmî geçit tarzında” süsleyip donatan sayısız “mahlukat ve masnuat, firak ve mevt perdesi”ne saklanıp kayboluyor? Belki bu soruya cevap verdiği, belki üslup olarak külliyatın en parlak bazı satırlarını (“Yıldızları Konuşturan Bir Yıldızname”) içerdiği için bana külliyatın kilidini açan metindi. Ne zaman daralsam ruhuma iyi gelir.
Ö-Örümcek Ağı. On sekiz yaşında, odamın duvarında, bir çerçeve içinde iki dörtlük asılı: “Duvara, bir titiz örümcek gibi / İnce dertlerimle işledim bir ağ / Ruhum gün boyunca sönecek gibi / Şimdiden ediyor hayata veda // Kalbim, yırtılıyor her nefesinde / Kulağım, ruhumun kanat sesinde / Eserim duvarın bir köşesinde / Çıkamaz göğsümden başka bir seda.” En güçlü Necip Fazıl şiiri değil, hatta belki sıradan bir şiir ama son iki dize bana büyülü geliyor. Haşim’in genç Necip Fazıl’a o soruyu niçin sorduğunu anlıyorum: “Çocuk, bu sesi nereden buldun sen?”
P-Philip Marlowe. İlk kez ortaokulda, The Long Goodbye’ın kısaltılmış bir versiyonuyla tanıdığım, özel dedektiflerin en edebisi, en karizmatiği, en yakışıklısı… Yıllar içinde Dupin’den Sherlock Holmes’a, Poirot’dan Wallander’a kurmaca dedektiflerin tutkunu oldum ama Philip Marlowe’un yeri hep ayrıydı. Şavkar Altınel’in şiirini de en az kahramanı kadar severim: “tanrının belası sırılsıklam bir gece / karanlık çöreklenmiş yazıhanesine / başında şapkası, oturuyor masasında / tabancasını sokmuş koltuğunun altına / önünde yarılanmış bir viski şişesi / yüzünde bir bıçak izi gülümsemesi / derken bir ayak sesi dışarıdan…
R-Raif Efendi. Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali’nin en iyi romanı değil, hatta rastlantıların örselediği, yer yer sıradanlaşan bir roman… Ama baş kişisi Raif Efendi romanı okumuş herkesin içinde –belki Maria Puder’den daha çok– yer etmiştir. Tıpkı Naim Efendi gibi, Muhsin Bey gibi kaybolan bir dönemin simgesi olan kahramanlardan. Raif Efendi’nin şu sözü belki en kısa, ne hüzünlü yaşam öyküsüdür: “Seninle şöyle bir oturup konuşamadık.”
S-Sürgün. Sürgünün sadece bir insanlık durumu değil bir estetik durum da olduğunu Edward Said’den öğrenmiştim. Sürgün sadece yurdu terk ediş midir? Sürgün aileyi mi yitirmektir, dostları mı, kitapları mı? Galiba gerçek sürgün, bir ülkeyi sevme duygusunu yitirmektir. Milosz’tan Auden’a, gözde şairlerimin bazıları sürgünler oldu. Bir gün aynı kaderi paylaşacağımızı henüz bilmiyordum.
Ş-Şehrazad. Onun anlattığı masalları ilk okuduğumuzda aslında onu okuduğumuzu bilmeyiz. Sinbad’ın, Ali Baba’nın öykülerini ilkokul ders kitaplarında tanımıştım, anlatıcısı Şehrazad’ı ise yıllar sonra tanıdım. Poe’nun, Stevenson’un, Borges’in masallara ilgisi de merakımı kışkırttı, Galland ile Burton çevirilerini karşılaştırmalı okuduğumuz bir ders bile aldım. Şehrazad’ın edebiyat tarihinin en usta anlatıcısı olduğunu böyle öğrendim. Hâlâ 10 yaşında, Morgiana’nın küplere kızgın yağ döktüğü sahneyi okurken yaşadığım heyecanı özlüyorum.
T-The Secret History. İnsan roman kahramanlarını özler mi? Bir cinayetin bir araya getirdiği altı arkadaşın hikâyesini anlatan romanın kahramanlarını bazen özlüyorum. Vermont’ta küçük bir üniversitede, karlı kampüste dolaşan Richard’ı, o bilgiç Henry’yi, Charles ve Camille kardeşleri, ölüme giden Bunny’yi, Francis’i… Belleğin oyunu mu, gerçek hayatta onların benzerleriyle karşılaştım. Donna Tartt’ın romanı güzellik–ölüm arasındaki ilişkiye dair en zekice yazılmış kitaplardan biri.
U-Usta ile Margarita. Old Cabel Hall’da, Rus edebiyatı dersindeyim. Bir bahar sabahı, en arkada oturmuş Profesör Ryan’ı dinliyorum. Bulgakov’un romanının sırları yavaşça önümde açılıyor. Yazılışı on iki yıl süren, yazıldıktan yaklaşık otuz yıl sonra başka bir ülkede basılabilen roman sadece kurgusuyla değil yayımlanış öyküsüyle de beni şaşırtıyor. Kara komedi, hiciv romanlarına mesafeli durmama karşın Bulgakov’un romanı bana o büyük Rus klasikleriyle aynı hazzı veriyor. Woland’ın sözü hiç aklımdan çıkmıyor: “Bilmiyor musun, elyazmaları yanmaz.”
Ü-Üç İstanbul. Adnan’ın hikâyesi biraz da bizim hikâyemizdi. Gazetede edebiyat yazıları yazan, “Yıkılan Vatan” adlı bir romanı bitirmeye çalışan kahramanın iç dünyası da ülke kadar karmakarışıktı, şehirle beraber onun da durumu değişiyordu. İstanbul ne kadar değişse de çürümenin, yozluğun değişmediğini anlatır roman. Fethi Naci haklı: “Mithat Cemal Kuntay’ın romanından sürekli olarak bir leş kokusu gelir burnunuza.” “Bu arabalar halkın arasından geçerken halka bir hatıra kadar uzaktılar” gibi unutulmaz cümleleri yıllar önce defterime yazmışım. Yozlaşmanın, görgüsüzlüğün, güç ve para hırsının bu topraklarda hiç değişmediğini yaşayarak öğrendik. Şimdi kaç İstanbul oldu?
W-Wuthering Heights. Loş sınıfta, karatahtanın önünde duruyorum. Cathy sesleniyor: Heathcliff, Heathcliff… Öğretmen soruyor: “Who is Heathcliff?” Kendimden yaşça büyük çocuklarla aynı sınıfta sıkılgan, ezik İngilizce öğrenmeye çalışıyorum. Soruya cevap veremesem de o seslenişin büyüsü aklımdan çıkmıyor. Liverpool sokaklarında bulunup evlat edinilmiş o ‘çingene kılıklı’ oğlan ile başka bir zaman yakınlık kuracağım. Emily, en sevdiğim Brönte olacak. Romana yıllar sonra dönünce aynı heyecanı duyacağım.
V-Varlık. Varlık’ın sayfalarını taramadan Türk edebiyatı tanınamaz, derdi Cemal Süreya. Gerçekten bir dönem Varlık okumak edebiyatımızı tanımanın yoluydu. Her sayının farklı bir renk kapakla çıktığı, Nezihe Meriç’in, Tahsin Yücel’in, Füsun Akatlı’nın dergide düzenli yazdığı, Attilâ İlhan’ın hâlâ şiir yayımladığı yıllara yetiştim. Varlık’ta şiir yayımlatmak ulaşılmaz görünürdü. Varlık şiire başladığım yer—hem yuva hem okul oldu. Dergiyi zaman zaman hantal buldum, eleştirdim ama Varlık’ın varlığı çağdaş edebiyatımız için devamlılık ölçütüdür.
Y-Yazı Masası. Dirseğini koyduğu yeri masa belleyenlerden (örneğin Halid Ziya gibi) değilim, öyle iddialı masalarım da olmadı. Göçebe yaşam, bana küçük ve işlevsel masalarla (çoğu ikinci el) yetinmeyi öğretti. Masa söküp takma konusunda neredeyse uzmanlaştım. İlk kitabımı yatılı okul masamda (bir derslik sırasında), doktora tezimi mutfak masasında yazdım. Gazete yazılarını kafe masalarında, otel sehpalarında yetiştirdiğim çok oldu. Yeri, boyutu, malzemesi fark etmez. Masa: mutlu olduğum yer.
Z-Ziya’ya Mektuplar. Cahit Sıtkı’nın yatılı okul arkadaşı Ziya Osman Saba’ya 16 yıl boyunca yazdığı mektuplar imrenilesi bir dostluğun kâğıda dökülüşüdür. Aynı zamanda edebiyat tarihine tanıklık, şiiri dünyanın merkezine koyma cesareti ve hayata iştahla sarılmanın coşkusu… Genç şairlere çok yakışan o hayata dört elle sarılış… (“Ziyacığım, hayatı sevmekle geçiyor ömrüm.”) Dil sevgisi… (“Türkçe bizden hoşnut olsun. Gerisi kolaydır.”) Bence Türkçenin en güzel mektup kitabı. Her Cahit’in bir Ziya’sı olmalı.


CAN BAHADIR YÜCE
Kaynak: https://kronos17.news/tr/bir-okurun-abecesi/

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.