Bediüzzaman’ın Bıraktığı Eşsiz Miras - Fikret Kaplan
Bediüzzaman’ın Son Günleri’ni işlediğimiz yazı dizisinde noktayı koymadan
önce bize ve bütün insanlığa bıraktığı o eşsiz mirasına kısaca değinmek istiyorum.
Bediüzzaman, materyalist düşüncenin, fikirleri yerle bir ettiği, komünizmin en
çılgın dönemini yaşadığı, dünyanın en bunalımlı, en karanlık, en sıkıntılı günlerden
geçtiği bu ‘felaket ve helaket asrı’nda, îman ve ümit tüten eserleriyle, sarsıntı
üstüne sarsıntı yaşayan insanlığa hayat çeşmesine giden yolları gösterdi. Bu hususta
o, insanüstü bir gayret sarfetti.
Sürgünden sürgüne gönderildi. Bir kır bekçisiyle görüşmesi bile çok görüldü.
Hapishanelerde ve zindanlarda, hücrelerde yaşamaya zorlandı. Eserler ortaya
koymaması ve kimseyle görüşmemesi için çok ciddi tedbirler alındı. Fakat o büyük
mücadele insanı, bütün engellemelere rağmen tıpkı vahyin yazılmasında olduğu gibi,
eserlerini sigara kâğıtları, tahta parçaları gibi iptidaî malzemelere yazdırdı ve o
varidat, bir yolu bulunup dışarı çıkarılarak çoğaltıldı.
Bediüzzaman, kendini bekleyen sorumlulukların farkındaydı ve Kafdağından
ağır böyle bir yükün altına girerken, fevkalâde mütevâzı, mahviyet içinde ve hacâletle
iki büklümdü. Fakat, bu mahviyetinin yanında Cenâb-ı Hakkın sonsuz kudret ve
nâmütenâhî gınâsına karşı da olabildiğine bir güven içindeydi.
Radikalizmin, terörün ve inançsızlığın çağın en yaygın büyüsü haline getirildiği
o kapkara günlerde, Bediüzzaman, asrın minaresinin tepesinde bir hekim edâsıyla
içimizdeki zindanları, ruhlarımızdaki çeşit çeşit mahkûmiyetleri, kendi hatalarımızı bir
bir bize hatırlattı. Ruh dünyamızda ve vicdânî hayatımızda uyuyan insânî yanlarımızı
harekete geçirdi. Öbür alemle alâkalı derinliklerimizi aynada gösterir gibi gözlerimizin
önüne serdi.
Ve Bediüzzaman, bu fani alemden sonsuz diyara kanatlanıp giderken
Efendiler Efendisi gibi (sav) dünya namına arkada pek bir şey bırakmadı. Dikili bir
mezar taşının olmasını dahi istemedi. O bizlere yaşatılması ve korunması gereken en
değerli miras olarak Risale-i Nurları bıraktı.
Peki neydi bu mirasın Özelliği?
Üstad Bediüzzaman, Kur’ân’ı Kerim’i bütün olarak tefsir etmek niyetiyle önce
İşârâtü’l-İ’câz isimli eserini neşretmeye başlamıştı. Bu eserde, Fatiha Sûresi’ni ve
Bakara Sûresi’nin ilk 33 ayetini sırayla tefsir etmişti. Arapça tefsir olan bu eser,
Kur’ân-ı Kerim’in nazmındaki mucizeliği göstermede bir şaheserdi. Bediüzzaman, bu
şekilde Kur’ân-ı Kerim’in tamamını 60-70 cilt olarak tefsir etmeyi düşünüyordu. Fakat
ahirzamanın imansızlık hastalıkları onu Türkçe bir Kur’ân tefsiri yazmaya yöneltti.
Sürgüne gönderildiği Barla, Eskişehir, Kastamonu, Denizli, Emirdağ ve Afyon
hapishanelerinde 23 yıl boyunca Risale-i Nur tefsirini yazmaya devam etti.
Risale-i Nurlar, Kur’ân-ı Kerim’in baştan sona bütün ayetlerini değil, özellikle
imana ve hakikate dayanan bin civarında ayetini açıklar. Risale-i Nur’da üzerinde
durulan ayetler genellikle din düşmanlarının eleştirdiği, felsefe bataklığına
saplananların bir çıkış yolu aradığı, inanan insanların sırat-ı müstakim üzerinde
yürümelerini temin edici ayetlerdir. Açıklanan bu ayetler, okuyana aynı zamanda
diğer ayetleri de yorumlayabilecek bir erdem kazandırır.
Önceki devirlerde genellikle teslimiyete dayalı bir inanç hakimdi toplumda. Akıl
ve kalbi bulandıracak cereyanlar fazla olmadığından büyük zatların sözleri delilsiz
olsa bile kabul ediliyordu. Asrımızda ise önceki devirlerin hepsine denk bir küfür
hâdisesi söz konusuydu. Materyalist fikirlerin her tarafa yayılmasıyla, imanı tehdit
eden şüpheler artmış, insanı şirke götüren yollar çoğalmış, küfür manevi bir şirket
halini almıştı. İnsanın tek başına ve şahsi füyuzatlarının peşinde koşarak bu belalara
karşı koyması mümkün değildi.
“Eski mübarek zâtların ekser divanları ve ulemanın bir kısım risaleleri imanın
ve marifetin neticelerinden ve meyvelerinden ve feyizlerinden bahsederler. Onların
zamanlarında imanın esaslarına ve köklerine hücum yoktu ve erkân-ı iman
sarsılmıyordu. Şimdi ise köklerine ve erkânına şiddetli ve cemaatli bir surette taarruz
var. O divanlar ve risalelerin çoğu has mü’minlere ve ferdlere hitab ederler, bu
zamanın dehşetli taarruzunu def’edemiyorlar.
Risaletü’n-Nur ise, Kur’ân’ın bir manevî mu’cizesi olarak imanın esasatını
kurtarıyor ve mevcud imandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak
burhanlar ile imanın ispatına ve tahkikine ve muhafazasına ve şüphelerden
kurtarmasına hizmet ettiğinden; herkese bu zamanda ekmek gibi, ilâç gibi lüzumu var
olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar.
O divanlar derler ki: “Veli ol, gör; makamata çık, bak; nurları, feyizleri al.”
Risalet-ün Nur ise der: “Her kim olursan ol; bak, gör, yalnız gözünü aç,
hakikatı müşahede et, saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanını kurtar.”
“Hem Risalet-ün Nur, diğer ulemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve
nazarıyla ders vermez ve evliya misillü yalnız kalbin keşf ü zevkiyle hareket etmiyor;
belki akıl ve kalbin birlik ve uyumu ve ruh ve diğer latifelerin yardım ayağıyla hareket
ederek en yüksek noktaya uçar; taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü
yetişmediği yerlere çıkar; iman hakikatlerini kör gözüne de gösterir.”
“Lillahilhamd Risaletü’n-Nur, bu asrı belki gelen istikbali aydınlatabilir bir
mu’cize-i Kur’âniye olduğunu çok tecrübeler ve vakıalar ile körlere de göstermiş. Ona
ait medh ü senanız tam yerindedir; fakat bana verdiğinizden, binden birine de
kendimi lâyık göremem. Yalnız, pek büyük bir nimete ve muvaffakıyete sizin gibi
hakikatli talebelerin iştirak ve sa’y ü gayretleriyle mazhariyetim noktasında, Risale-i
Nur hesabına ebede kadar iftihar ederim.”
“Ehl-i hakikatin bir kısmı, nasıl ki İsm-i Vedûd’a mazhardırlar ve âzamî bir
mertebede o ismin cilveleriyle, mevcudatın pencereleriyle Vâcibü’I-Vücûd’a
bakıyorlar; öyle de şu hiç-ender hiç olan kardeşinize yalnız hizmet-i Kur’ân’a
istihdamı hengâmında ve o sonsuz hazinenin davetçisi olduğu bir vakitte, İsm-i
Rahîm ve İsm-i Hakîm mazhariyetine medar bir vaziyet verilmiş. Bütün Sözler, o
mazhariyetin cilveleridir. İnşaallah, o Sözler “Kime hikmet nasip edilmişse
doğrusu, büyük bir hayra mazhar olmuştur.” (Bakara Sûresi, 2/269) sırrına
mazhardırlar.
“İman ve Kur’ân hakikatleri içinde öyleleri var ki en büyük bir dâhi telâkki edilen
İbni Sina, anlayışında aczini itiraf etmiş; “Akıl buna yol bulamaz!” demiş. Onuncu Söz
Risalesi, o zâtın dehasıyla yetişemediği hakikatleri, avamlara da çocuklara da
bildiriyor.
Her bir hakikat, üç şeyi birden ispat ediyor; Hem Vâcibü’l-Vücud’un vücudunu,
hem esmâ ve sıfâtını; sonra haşri onlara bina edip ispat ediyor. En inatçı bir
inkârcıdan, tâ en hâlis bir mümine kadar herkes, her hakikatten hissesini alabilir.
Çünkü hakikatlerde, mevcudata, eserlere nazarı çeviriyor. Der ki:
Bunlarda muntazam fiiller var. Muntazam fiil ise fâilsiz olmaz. Öyleyse bir fâili
var. İntizam ve mizanla o fâil iş gördüğü için, hakîm ve âdil olmak lâzım gelir. Madem
hakîmdir; abes işleri yapmaz. Madem adaletle iş görüyor; hukukları zayi etmez.
Öyleyse büyük bir toplanma yeri, bir mahkeme-i kübrâ olacak.
İşte hakikatler, bu tarzda işe girişmişler. Mücmel (manası çok) olduğu için, üç
davayı birden ispat ediyorlar. Sathî (üstünkörü) nazar fark edemiyor. Zaten o mücmel
hakikatlerin her birisi, başka risaleler ve Sözler’de kemâl-i izahla edilmiş.”
“Evet, Onuncu Söz, çok ehemmiyetli bir belâyı defetti. Fikir hürriyeti
serbestiyeti ve harb-i umumî sarsıntısı vaktinde haşri inkâr eden münafıklar, fırsat
bulup çok yerlerde zehirli fikirlerini izhara başladıkları bir zamanda, Onuncu Söz çıktı
ve tab edildi. Bin nüshası etrafa yayıldı. Onu gören herkes, kemâl-i iştiyak ve merakla
okudu. Zındıkların kâfirâne fikirlerini tam kırdı ve onları susturdu.”
“Onuncu Söz’ün kıymeti tamamıyla takdir edilmemiş. Ben kendi kendime
hususi, belki elli defa mütalâa etmişim ve her defasında bir zevk almışım ve okumaya
ihtiyaç hissetmişim. Böyle bir risaleyi bazıları bir defa okuyup sair ilmî risaleler gibi
yeter der, bırakır. Hâlbuki bu risale iman ilimlerindendir. Her gün ekmeğe muhtaç
olduğumuz gibi, o nevi ilme her vakit ihtiyaç var.”
‘Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce âlimler, yüz
binlerce kitaplar daha beliğane neşrettikleri halde yine küfr-ü mutlakı
durduramıyorlar. Küfr-ü mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerait altında
Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa bunun sırrı işte budur: Said yoktur,
Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i
imaniyedir.’
Risale-i Nur Adının Konması
“Kaderin cilveleri, beni sürgün olarak muhtelif yerlerde bulundurdu. Bu esnada
Kur’ân-ı Kerîm’in feyzinden kalbime doğan füyuzâtı yanımdaki kimselere yazdırarak
birtakım risaleler vücuda geldi. Bu risalelerin bütününe “Risale-i Nur” ismini verdim.
Hakikaten Kur’ân’ın nuruna istinat edildiği için, bu isim vicdanımdan doğmuş. Bunun
ilham-ı ilâhi olduğuna bütün imanımla kâniim ve bunları istinsah edenlere
(çoğaltanlara) “bârekâllah” dedim. Çünkü iman nurunu başkalarından esirgemeye
imkân yoktu. Bu risalelerim, birtakım iman sahipleri tarafından birbirinden alınarak
çoğaltıldı. Bana böyle bir kanaat verdi ki Müslümanların zedelenen imanlarını takviye
için bir sevk-i ilâhidir. Bu sevk-i ilâhiye hiçbir iman sahibi mâni olamayacağı gibi,
teşvike de dinen mecbur bulunduğumu hissettim.”
“Madem ben fâniyim, gideceğim. Elbette bâki olacak bir şey ve bir eser,
benimle bağlanmamak gerektir ve bağlanmamalı. Ve madem ehl-i dalâlet ve tuğyan,
işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir.
Elbette, semâ-yı Kur’ân’ın yıldızlarıyla bağlanan risaleler, benim gibi çok itirazâta ve
tenkidâta medar olabilen ve sukut edebilen çürük bir direk ile bağlanmamalı.
Hem madem insanların adetlerinde, bir eserdeki meziyetler, o eserin kaynağı
ve menbaı zannettikleri müellifinin tavırlarında aranılıyor.. ve bu örfe göre, o âli
hakikatleri ve o kıymetli cevherleri kendim gibi bir müflise ve onların binde birini
kendinde gösteremeyen şahsiyetime mâl etmek, hakikate karşı büyük bir haksızlık
olduğu için; risaleler kendi malım değil, Kur’ân’ın malı olarak, Kur’ân’ın meziyetlerinin
sızıntılarına nail olduklarını açıklamaya mecburum. Evet, lezzetli üzüm salkımlarının
hususiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk
hükmündeyim.
İşte, bunun gibi ben de sesim yetişse bütün küre-i arza bağırarak derim ki:
Sözler güzeldirler, hakikattirler. Fakat benim değildirler; Kur’ân-ı Kerim’in
hakikatlerinden parıldamış ışık hüzmeleridir.”
Risale-i Nur, talebelerinin îmanla kabre girmelerini sağlar
Azîz, sıddık kardeşlerim,
Latîf, manidar ve beşaretli iki hadiseyi beyan ediyorum.
Birincisi : Me’yusane bir hatıradan müjdeli bir ihtar.
Bugünlerde hatırıma geldi ki, hayat-ı içtimaiyeye giren, hangi şeye temas etse,
ekseriyetle günahlara maruz kalıyor; her cihetle, günahlar, serbestçe insanı
sarıyorlar.
"Bu kadar günahlara karşı insanların husûsi ibadatı ve takvası nasıl mukabele
edebilir?" diye me’yusane düşündüm. Hayat-ı içtimaiyedeki Risale-i Nur Talebelerinin
vaziyetlerini tahattur ettim. Risale-i Nur Şakirtleri hakkında, necatlarına ve ehl-i
saadet
olduklarına dair kuvvetli işârât-ı Kur’âniyeyi ve beşâret-i Aleviye ve Gavsiyeyi
düşündüm. Kalben dedim ki: "Herbiri bin yerden gelen günahlara karşı bir dil ile nasıl
mukabele eder, galebe eder, necat bulur?" diye mütehayyir kaldım.
Bu tahayyürüme mukabil ihtar edildi ki: Risale-i Nur’un hakîki ve sadık
şakirtleri mabeynindeki düstur-u esasî olan iştirak-i a’mal-i uhreviye kanunuyla ve
samîmi ve sadık tesanüd sırrıyla, her bir halis ve hakîki şakirt, bir dil ile değil, belki
kardeşleri adedince dilleriyle ibadet edip istiğfar eder. Bin taraftan hücum eden
günahlara karşı bin dil ile mukabele eder. İhlas ve sadakat ve Sünnet-i Seniyyeye
mutabakat ve hizmet derecesine göre o küllî ubûdiyete sahip olur.
Bu büyük kazancı elden kaçırmamak gerektir. Bazı melaikenin kırk bin dil
ile zikrettikleri gibi, halis ve hakîki müttakî bir şakirt dahi kırk bin kardeşinin
dilleriyle ibadet eder, necata müstehak olur, inşaallah.
“Nurun sadık şakirtleri imanla kabre girecekler. Hem şirket-i mâneviye-i
Nuriyenin feyziyle, her bir şakirt derecesine göre umum kardeşlerinin mânevî
kazançlarına ve dualarına hissedar olur. Güya âdeta binler dille istiğfar eder, ibadet
eder.”
Madem bu eserler, bir taraftan teknik, fen ve sanat olarak maddiyatı, diğer
taraftan iman ve ahlâk olarak maneviyatı birleştirip bir bütün olarak bize sunuyor ve
bizi selametle kabre sokup, sırattan geçiriyor, o halde neden nazlanıp bahanelere
sarılarak bu muhteşem mirastan mahrum yaşayalım ki?… Hem madem bu eserlere
dünya insanın da ihtiyacı var, neden zamanı iyi değerlendirip Üstadımızın o
vasiyetine sadık kalmayalım? Okuyalım, yaşayalım ve yaşatalım.
Artık dedikoduyla, kulaktan dolma birkaç sözle, on yıl öncesinde okuduğumuz
bilgilerle yetinemeyiz. Tozlanmaya yüz tutmuş bir birikimle ne şeytanla baş edebiliriz
ve ne de dünya insanına yeni bir heyecan verebiliriz.
Bir bahar bekleniyorsa, bu mevsimin rengini, şeklini, desenini…Yüce Allah’ın
icraatına perde olarak kullandığı bu samimi nefeslerin ve gayretlerin vereceği
muhakkak.
O halde, ‘Bir beldede, bir mahallede benim bir talebem varsa, orayı davam
adına fethedilmiş bilirim!’ diyen Üstadın ve dünyanın bütün dertlerini omuzlayıp ‘nam-
ı celili Muhammedi’ ile inleyen Hocaefendi’nin ümidini kırmayalım.
Hiç olmazsa Mirac’a yaklaştığımız bugünlerde Mirac risalesini okuyalım,
hazırlanalım, sebeplerin tamamen sükut ettiği o günlerde Peygamber Efendimiz (sav)
nasıl Mirac merdiveniyle semaya yükseldiyse biz de sebeplerin tamamen sükut ettiği
bu zamanda Mirac risalesini asansör yapıp Rabbin huzuruna çıkalım ve
kardeşlerimizin, bacılarımızın, bütün mağdurların ızdırabını, çilesini, derdini, kederini
sunalım Yüce Dergah’a… vesselam.
KAYNAK: http://m2.shaber3.com/yazarlar/fikret-kaplan/bediuzzaman-in-biraktigi-essiz-miras/1321258/
Bu Yayına Yorum Yapın