Bu sorunun cevabı verilmez - Safvet Senih
Hamza Emek Ağabeyimiz Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin son
zamanlarını anlatırken diyor ki: “Üstad Ankara tarafından Emirdağ’da
yeniden ikamete mecbur tutulmuştu. Bu defa müracaatla Isparta’ya gitti.
Tekrar hasta olarak Emirdağ’ına gelirken Çay kazasından çevrilip,
Afyon’a gönderildi. Afyon’da iki gün kaldı. Bizler merakla beklerken
Emirdağ’ına geldik. Dışarlarda çok kalabalık vardı. Üstad çok hastaydı.
Bunu sezdirmemek için ben Zübeyir, Üstadın koluna girip bahçeye aldık.
Sonra da ben Üstadı kucaklayıp yatağına yatırdım. Şiddetli hastaydı. Biz
de başucunda bekliyorduk. Daha sonra aniden iki defa uyandı. Tebessüm
ediyordu. Gülerek buyurdu ki: ‘Kardaşlarım, KORKMAYINIZ, Risale-i Nur
bu memlekete hâkimdir. Masonların, zındıkların ve komünistlerin belini
kırmıştır. BİRAZ ZAHMET ÇEKECEKSİNİZ, FAKAT SONU ÇOK İYİ OLACAK’
diye sevinçle anlattı.” (Son Şahitler-2)
Ahmet
Hancıoğlu Bey diyor ki: “Üstad karyolanın başına oturmuştu. ‘Efendim, bu
meydan dinsizlerin elinde ne zamana kadar kalacak?’ dedim. Hazret
gülerek, ‘Oğlum, bu suâlin cevabı verilmez’ dedi.”
Refet Kavukçu Ağabey anlatıyor: “Emirdağ-Ankara yolu, çok zaman ufukta
kaybolan düz hatlara sahipti. Bizim araba 10km üzerinde seyrederken
Üstad’ın arabasının ufukta tozunu dahi göremezdik… Durmuş bizi
bekliyordu. Yaklaştık. Zübeyir Ağabeyimiz gelerek, ‘Üstadımız diyor ki:
Kardeşlerime söyle, korkmasınlar, küfrün belini kırdık. Beli kırılan
yılan gibidir…’ dedi. Ve sonra yola devam ettik. Ben hakikaten endişeli
idim. Bunun üzerine rahatladım.”
İsmail Fakazlı diyor ki: “Üstad, Kardeşim, o küfr-i mutlakı belinden kırmışız, bir daha dirilemezler.’ dedi.”
Üstad Hazretleri Emirdağ’da hep şunları tavsiye ediyordu: “Kardeşlerim,
Hizmet’i düşünmeyin, hizmeti en muhalife dahi Cenab-ı hak yaptırır.
Sizin düşüneceğiniz; uhuvvet, muhabbet, ittihad ve tesanüddür. En fazla
düşüneceğiniz bunlardır. Bugün bize en fazla lâzım olan budur.”
Mustafa Sungur Ağabeyimiz diyor ki: “Bu zamanda samimî uhuvvet ve
muhabbetle iman ve Kur’an yolunda birbirine bağlı bir cemaate dayanmak,
elbette en büyük bir manevi kuvvettir. ‘Zaman cemaat zamanıdır; şahıs
zamanı değil. Şahıs ne kadar dahi ve hatta yüz dâhî derecesinde olsa,
bir cemaatin mümessili olmazsa, karşısındaki bir cemaatin şahs-ı
mânevisine karşı mağluptur.’ Hz. Üstadımızın bu beyanından, fert olarak,
cemaat olarak alacağımız hisseler vardır. Bu zamanda Risale-i Nur,
asrın idrakine hitap eden Kur’anî bir derstir. Bütün imanî ve Kur’ani
meseleleri makul ve delilli şekilde isbat ve izah etmektedir. Kitap
olarak, eser olarak, gerçek böyle olmakla beraber, hayattar bir şahs-ı
manevinin, mütenasid (dayanışma içinde olan) bir heyetin mevcudiyeti de,
müminlere aynı zamanda bir dayanma noktası teşkil eder. Evet, dayanışma
içindeki bir heyet, bir cemaat halinde bulunuşları Nur Talebelerinin,
her birbirlerine kuvvet veriyor ve takviyede bulunuyor. Şirket-i
maneviye var. Ahirete ait işlerdeki ortaklık düsturu ile birbirine
mânen, ruhen yardım var. İşte bu gibi çok sebepler altında, ahirzaman
hadiseleri dediğimiz son asırların bu en müthiş dalâlet cereyanları
karşısında Kur’an nuru etrafında toplanmak, o şahs-ı maneviye dayanmak,
elbette ferdi ve ictimai hayatımızın istikametle devamı için elzem ve
zarurî bir keyfiyettir. Zincirleme bu kadar hücumlara karşı Nur
Talebeleri, elbette bu sır ile dayandılar, geri çekilmediler. Avrupa ve
Amerika’ya gittikleri zaman o Nur talebeleri, hizmeti esas alarak
Nurları okumayı terk etmediler. Ruhî ve kalbî gıdalarını elde etmeyi,
Nur’un mânevi havası içinde kalabilmeyi kendilerine şart kabul ettiler.
Nurun mânevî havası dediğimiz Nur dairesinde, l-i Beyt-i Nebevînin
Silsile-i Nuranîsinin tezahürü olan bu Kur’anî hakikat dairesinde
kalabilmek, teneffüs edebilmek için alâkalarını devam ettirdiler. Çünkü
alâka mânevî irtibattır. Birbirine dualarıyla, lisanlarıyla,
kalemleriyle yardım eden ittihad ve birlik halinde bir Nuranî Cemaat ile
omuz omuza, yan yana beraber olabilmek… Üstad Hazretlerinin dediği
gibi: ‘Demek bu dehşetli zamanda, asrın bu dehşetine göre Rahman ve
Rahim isimlerinin tecellisiyle Kur’an’dan bir nur, bir hakikat dairesi
ihsan edilmiş bulunuyor. Rahman ve Rahîm ile beraber, bilhassa Hakîm
ismi de azamî derecede Risale-i Nur’da tecelli etmiş’ Nur Müellifi,
kainatın tılsımı ve yaradılışın muamması, Hakîm ism-i şerifinin nuriyle
keşfettiğini Nurlarda söylemektedir. Bu zamanda tabiat felsefesi ile
akıllar yaralandığı için veya fikirler dağıldığı için, Risale-i Nur,
akıl ve kalbin imtizacıyla gidiyor.”
İşte akıl ve
ilim çağında, insanların muhtaç olduğu hakikatlar, Kur’an makuliyetinde
ve akliliğin içinde Nurların anlattığı gerçeklerdir. Bizim bunları bu
çağın insanlarına tanıtmamız gerekmektedir.
shaber
Bu Yayına Yorum Yapın