OSMANLI’YA BÜTÜNCÜL BAKIŞ (3) - Osman Şahin
O günün dünyasında, Osmanlı Devleti’nin bekâsına, ümmetin bekâsı olarak bakılıyordu. Bu yüzden kardeş veya evlat katli kanunları, padişahlar ve İslam ulemasının çoğuna göre, alınmak zorunda olunan kararlardır. Fakat, bu kararları alırken, bu dindar padişahlar keyfi davranmamışlardır. İçinde bulundukları zaman diliminde yaşanan, çok talihsiz saltanat kavgalarının yol açtığı büyük felaketlerin sonucunda, böyle bir kararın alınmasının zaruretine inanmışlar ve o devirdeki önemli bir takım İslam ulemasının verdiği destekle de bunu kanunlaştırmışlardır. Burada iki şerden biri olan ehven-i şerri tercih yaklaşımını benimsemişlerdir. Kardeş veya evlat katli kanunları, Osmanlı hanedanı ile ilgili alınan kanunlardır. Karıncanın öldürülmesinin bile hesabından korkan bu insanların, kardeş veya evlat katletmenin hesabından korkmadıkları düşünülemez. Mabeyni Humayun gibi, bazı şahıs ve odakların, yanlış bilgi akışlarının ve yanlış yönlendirmelerin,bazı yanlış uygulamalara yol açmış olabileceği de hesaba katılmalıdır.
Adâlet-i mahza kabil-i tatbik ise adâlet-i izafiyeye gidilmez, gidilse zulümdür
Bedüzzaman Hazretleri, 15. Mektup’ta, adâlet-i mahza ve adâlet-i izafiyeyi anlattığı kısımda mevzuyu şu şekilde açıklamaktadır. “Adâlet-i izafiye ise küllün selâmeti için, cüzü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenü’ş-şer diye bir nevi adâlet-i izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat adâlet-i mahza kabil-i tatbik ise adâlet-i izafiyeye gidilmez, gidilse zulümdür. İşte İmam Ali (radiyallâhu anh), adâlet-i mahzayı “Şeyheyn zamanındaki gibi kabil-i tatbiktir” deyip, hilâfet-i İslâmiye’yi o esas üzerine bina ediyordu. Mukabilleri ve muarızları ise “kabil-i tatbik değil, çok müşkülâtı var” diye adâlet-i izafiye üzerine içtihat etmişler. Tarihin gösterdiği sâir esbap ise hakikî sebep değiller, bahanelerdir.”
Bu verilen tarifteki, “adâlet-i mahza kabil-i tatbik ise adâlet-i izafiyeye gidilmez, gidilse zulümdür.” prensibinin mefhum-u muhalifinden hareketle, adâlet-i mahza mümkün olmadığında adâlet-i izafiyeye gidilebileceği anlaşılabilir. Burada hemen “Günümüzde Hizmet hareketine karşı adâlet-i izafiyeye kullanan siyasal İslamcılar da zülümlerini, aynı esasa bina ederek gerçekleştiriyorlar. O zaman onlar da mı haklılar?” sorusu akla gelebilir. Tabi ki bu soruya verilecek cevap “hayır” olacaktır.
Osmanlı Padişahları ve uleması ile siyasal İslamcılar ve fetvacıları kıyaslanamaz
Amaçları i’lâ-yi kelimetullah olan ve bunu hayatlarının gayesi haline getirmiş olan ve bu uğurda her türlü maddi manevi fedakarlıkları göze alan Osmanlı Padişahları ile, amaçları dünya menfaatleri olan ve muhaliflerine her türlü zülmü reva gören ve İslam’la uzaktan yakından alakaları olmayan, muameleleri ile insanları, dinden soğutup uzaklaştıran insanlar yan yana konamaz ve hiç bir ortak yanları yoktur. Günümüzdeki siyasal islamcılar, yaptıkları zülmü meşrulaştırmak ve kurdukları menfaat düzenini devam ettirebilmek için, buna engel gördükleri muhaliflerini yok etmek için, adâleti izafiyeyi kullanırken, Osmanlı Padişahları ise i’lâ-yi kelimetullah davası için, başka bir çıkar yol bulunamadığından, iki şerden biri olan ehven-i şerri tercih etmek zorunda kalarak, bu hususa mahsus, kendilerini adalat-i izafiye’yi kullanmak zorunda görmüşlerdir.
Benzer şekilde, bu kanunlara fetva veren, rızayı İlahi,hak ve adâlet peşinde koşan, Hazreti Fatih Sultan Mehmet dönemi ülemasını da, hadisi şerifte Süfyan’ın ordusunda yerlerini alacak olan ve yetmiş bin Taylasan’lı olarak zikredilen ve “ahireti bildikleri halde dünyayı tercih ederler” ayet-i kerimesinin tokatına mazhar (Üstad Hazretleri bu ayetin ebced hesabıyla bu zamana baktığını söylerler.) olan gümüzdeki ulema-i su ile karıştırmamak lazımdır. Eyne’s-sera mine’s-süreyya. Osmanlı’nı yıkılış dönemindeki dini kurumlardan olan “Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye’nin” üyelerine baktığımızda bile devasa kâmetler ile karşılaşırız. Bunlar arasında; Bediüzzaman Said Nursi, Ahmed Cevdet, Hafız İsmail Hakkı, Elmalılı Hamdi Yazır , Mehmet Akif Ersoy, Şeyhülislam Mustafa Sabri ve Eşref Edip gibi insanlar vardır.
Fatih dönemine kadar Osmanlı Devleti, bu kardeş veya evlatların saltanat kavgalarından çok çekmiştir. Bu yüzden, yer yer yok olmanın eşiğine kadar gelmişler ve ancak çok önemli kayıplardan sonra güç bela toplanabilmişlerdir. Osman Gazi’nin amcası Alaeddin ile başlamış, Murat Hüdavendigar’ın kardeşleri İbrahim ve Halil beyler, oğlu Savcı bey, Yıldırım Beyazıt Han’ın kardeşi Yakup bey ve Yıldırım Beyazıt’ten sonra, Osmanlı’ya çok zarar veren, Mehmet Çelebi ve kardeşleri arasınadki taht kavgaları, 2. Murat’ın amcası Mustafa bey (Düzmece Mustafa) ve 2. Murat’a isyan eden kardeşi Mustafa ile devam eden çok sayıda yaşanmış gaileler vardı. Dolayısıyla, Fatih Sultan Mehmet’e gelinceye kadar durmadan tekrar eden yaşanmış acı tecrübeler vardı. Ayrıca daha önce yaşamış, Selçuklu gibi diğer devletlerde de durum bundan farklı değildi.
Devrin şartlarının zorlaması ve alem-i islamın bekâsının devamı için, Osmanlı Padişahları, adâlet-i mahzaya uymayan böyle bir hareket tarzını benimsemişlerdir. Onlara göre, bu hususta yaşanan tecrübeler, adâlet-i mahzanın hanedan mensupları için uygulanamayacağı şeklindeydi. Hadiseler, onları adâlet-i mahzanın mümkün olmadığı yerde adâleti izafiyenin uygulanabileceği noktasına getirmişti. İki husustan biri tercih edilecekti. İlk tercih, hanedan mensupları hayatta kalacak ve saltanat kavgalarının devam etmesi şeklindeydi. Bu tercih, Malik bin Nebi’in ifadesiyle, alem-i İslamın şimalinde bulunarak İslam’ın günümüze kadar ulaşmasında çok önemli bir vesile olan Osmanlı Devleti’nin hayatını tehdit eden bir unsurdu. İkinci tercih ise kardeşlerin katli hususuydu. Burada çok zor bir tercih yapmak zorunda kalmışlar ve hanedan fertlerinin katline karar vermişlerdir.
Dolayısıyla o zaman yaşanan hadiseleri, o günün şartlarını ve mecburiyetlerini tekrar okumak, bu kanunların alınmasındaki niyetleri, amaçları ele almak, her yaptıklarını istişare eden ve muhakkak islami yönünü hesaba katan ve bu yüzden yapacakları her iş için gerekli olan fetvaları almadan hareket etmeyen bu insanları yargılarken daha dikkatli olmak lazım. Doğal olarak bir takım yanlış bilgiler ve manipulasyonlar sonucu yapılmış yanlış uygulamalar eleştirilebilr. İnsanın olduğu her yerde, doğrular ve yanlışlar olacaktır. Sahabe efendilerimiz hakkında bile, ehl-i sünnet uleması, yanlış yaptıkları durumlar için “hata ettiler” demişlerdir. Bu realitenin gereğidir. Önemli olan sadece hatalara kilitlenmemektedir. Doğrular ve yanlışlar beraber ele alınmalıdır. Sonuçta hüküm terazide ağır basan tarafa göre verilir. Münferid hadiselere, genel hükümler bina edilmemelidir. Bütün hadiselerin perde arkasına vakıf değiliz. Bu insanlar, hesaplarını muhakkak ki Allah’a (c.c) vereceklerdir. Mahşerde, teraziye doğruları ve yanlışları konacaktır. Niyetleri hesaba çekilecektir.
Niyetler üzerinden hadiseleri yorumlamak…
Bediüzzaman Hazretleri’nin, 15. Mektup’ta, Hz. Ali’nin ve Hz. Muaviye’nin (r.anhüm) niyetlerindeki samimiyeti ele aldığı şu yaklaşım, meselemize ışık tutacak mahiyettedir: “Hazret-i İmam-ı Ali’nin Vak’a-i Sıffîn’de, Hazret-i Muaviye’nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yani: Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise; hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.”
Burada Hz. Muaviye ve taraftarları hatalıydılar. Fakat niyetleri hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek amacına yönelikti. Buna inanmışlardı ve buna kendilerini mecbur görüyorlardı. Hatalı olsalar bile, sahabe efendilerimizin (r.anhüm) bir kısmı da, o günkü şartlarda, adâlet-i izafiye’nin uygulanması gerektiğini düşünüyorlardı. Osmanlı Padişahları ve o dönem ulemasının da benzer şekilde, içinde yaşadıkları zaman dilimi için, hanedan mensupları hakkında adâlet-i izafiyeyi uygulamanın mecburiyetine inandıkları görülmektedir. Niyetleri sağlamdı ve içtihat etmişlerdi. Yaşadıkları tecrübelerden hareketle de bunun zaruretine inanmışlardı. Yanlış uygulamalar bahsimizden hariçtir.
Diğer taraftan Osmanlı Padişahları, Emevi’deki Yezid, Abdulmelik, Mervan gibi Âl-i Beyt’i nebeviye zulmeden ve Mutezile etkisiyle Kur’an mahluktur diyen, Abbasi’deki el-Memun, Mu’tasım ve el-Vasık gibi, Ahmet bin Hanbel hazretleri olmak üzere o dönemdeki ulemaya zulmeden zalimlerle de hiç bir şekilde kıyas edilemezler. Osmanlı’da bunlar gibi zalimler görülmemiştir.
Üstad Hazretleri, Ondukuzuncu Mektupta, Hz. Peygamber’in (sav), İstanbul’u fetheden ordu ve komutanı hakkındaki tebşiratını ise şu cümle ile ifade ederler: “Hem nakl-i sahih i kat’i ile; İstanbul’un İslam eliyle fetholunacağını ve Hazret-i Sultan Mehmed Fatih’in yüksek bir mertebe sahibi olduğunu haber vermiş, haber verdiği gibi zuhur etmiş.” Bu hadisi şerif İmam Buhari’nin Târîhu’l-Kebîr’i, İmam Süyûtî’nin el-Camiu’s-Sağir’i, İmam Ahmed’in Müsned’i, Hâkim’in Müstedrek’i ve İbn-i Hacer el-Askalani’nin El-İsabe fi Temyizi’s-Sahabe’si gibi makbul eserlerde yer almaktadır.
Fatih Sultan Mehmet hakkında, Allah Resulunun (sav) tebşiratı ve hakiki bir peygamber varisi olan Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin bu padişahtan bahsederken kullandığı “Hazret” ifadesi, İslam’a yaptığı onca büyük hizmetlerine rağmen, bahsi geçen kanun sebebiyle tenkidata maruz bırakılacak olan bu yüce kamet hakkında yanlış düşüncelere girmememiz açısından yapılmış çok önemli tenbihat gibidir.
Üstad Hazretleri, Yavuz Sultan Selim hakkında ise şu ifadeyi kullanmıştır: “Sultan Selime biat etmişim, Onun ittihad-ı İslâm da ki fikrini kabul ettim.”
Söz söyleme ve hüküm verme selahiyetine sahip sultanlara göre hüküm nedir…
Adâleti mahza ve adâleti izafiye konularını çok iyi bilen ve kendileri de adâleti mahza’yı savunan, son iki asrın manevi mimarları olan Hazreti Bediüzzaman Said Nursi ve Fethullah Gülen Hocaefendi, Osmanlı’da yapılan bir takım yanlışları kabulle beraber, nihai olarak Osmanlı Padişahları ve Osmanlı devleti hakkında hüsnü şehadette bulunmaktadırlar. Daha da önemlisi, Allah Resülü’nün beşareti de aynı istikamettedir. Bütün bu beşaret ve şehadetler, Osmanlı Devleti’nin yeryüzünde teessüs ettikleri adâleti, insanlara sundukları saadet ortamını, İslam’a yaptıkları hizmeti ve dolayısıyla Muhyiddin Arabi Hazretleri’nin, Hulefâ-i Râşidîn’den sonra, İslama en çok hizmet eden devlet oldukları gayb-i beşaretini tasdik etmektedirler.
Bu yazı ile şimdilik, tarihe bütüncül bakış ve düşünce kaymaları ana başlığı altındaki yazı serisini tamamlamış olduk. İnşaAllah bundan sonraki yazılarda yaşadığımız zaman dilimindeki hizmet hareketi ile alakalı konuları ele almaya çalışacağız. Bir başlık vermek gerekirse “Günümüz müslümanlarının problemleri ve karar alma süreçleri(hususen hizmet hareketinde)” başlığı olabilir.
Kaynak: http://www.tr724.com/osmanliya-butuncul-bakis-3/
Bu Yayına Yorum Yapın