DİN İNSAN İÇİNDİR YOKSA İNSAN DİN İÇİN DEĞİLDİR (MASLAHAT-2) - Ahmet Kurucan
İkincisi; usulde içtihadın da gerekçesi olarak sunulan “olayların sınırsız, nassların sınırlı olması” vakıasıdır. Şöyle ki 610-632 yılları arasında yaşayan nüzul toplumunun somut gerçeklikleri içinde varlık sahnesine çıkan İslam ve onun müntesipleri olan Müslümanlar, ilerleyen dönemlerde gerek çok yavaş da olsa değişen ve gelişen sosyal ortam gerekse farklı coğrafya ve kültür atmosferinde karşılaşılan hükmü bilinmeyen, nasıl davranılacağı konusunda karar alınması gereken olaylarla karşılaşıyor. Takdir edersiniz ki bu yeni durum Kur’an’ın nüzul ve Hz. Peygamber’in hayatta olduğu zaman hiçbir şekilde sorun değildi. Hayat kendi tabii akışı içinde devam ediyor, Peygamber Efendimiz (sas) müdahale etmesi gerekiyorsa ediyor, yaptığı müdahale Allah’ın muradına aykırı ise ayet nazil oluyordu. Ama ya şimdi? Şimdi bu büyük bir sorundu. Zira Kur’an vahyi son bulmuş, Hz. Peygamber de irtihal-i dâr-ı bekâ buyurmuştu.
İşte tam da bu noktada Müslümanlar genel ilke ve prensiplere aykırı olmamak kaydıyla hayatın tabii akışı içine kendini salarak sorunlarına cevap buluyor ve yaşamaya devam ediyordu. Ama bir taraftan da içi içini kemiriyor ve verdikleri bu kararın ne kadar Kur’an’a ve Hz. Peygamber örnekliğine muvafık olduğunu düşünüyordu. Onun için örnekliği olmayan hadiseler ekseninde verdikleri hükümleri/kararları Kur’an’a ve hadislere sunma/arz etme ve ondan onay alma ihtiyacı hissettiler. İki kap arasına giren ve artık mushaf/kitap haline gelen Kur’an ile hadisler -dikkatinizi çekerim sünnet demiyorum- ilk elden müracaat kaynağı oldu. Fakat bunun da mutlaka ama mutlaka bir metodoloji eşliğinde yapılması gerekiyordu. İşte icma, kıyas, maslahat, istihsan, istishab, örf ve âdet, bizden önceki şeriatler, Medine ehlinin ameli gibi şeyler hüküm istinbatı (çıkarımı) esnasında üretilen usuller oldu. Kurucu imamlar döneminde bunlardan bazılarının adları bile yoktu. Tabii ki bu usuller sabahtan akşama gelişmedi. Belli bir müddet ve süre içinde, haklarında helal mi-haram mı, caiz mi-değil mi diye hüküm aranan hadiseler bu gelişimde belirleyici ve etkileyici oldu. Coğrafyanın ve tarihin bu çerçevede inkâr olunamayacak rolleri oldu. Sonraları ekolleşen/mezhepleşen düşünceler ve üretmiş oldukları beşerî bilgilerin tamamı bunun örneklerini teşkil eder. Hatta hüküm istinbatında bahsi geçen metodolojilere müracaat sıralaması bile başlı başına bu tespiti destekleyen ve temellendiren bir unsur olarak orada durmaktadır.
Sözün geldiği bu aşamada maslahat ve maslahat düşüncesinin ortaya çıkışında çok önemli role sahip “Kur’an ve hadislerin kıyamete kadar gelecek bütün hadiselere yeterli olacağı” düşüncesi üzerinde biraz daha itâle-i kelamda bulunmak isterim. Bu düşüncenin sistemleşmesi ve yaygınlık kazanması hiç şüphesiz İ. Şafii ile olmuştur. Sahabe-i kiram başta olmak üzere tabiin döneminde bazılarında gördüğümüz bu düşünce artık kitap haline gelmiş olan beyanın yani Kur’an’ın ve hadislerin vaki ve muhtemel her türlü soruna sarahat ile olmasa bile delalet veya işaret ile cevap vereceği üzerine kuruludur. Nitekim klasik fıkıh usulündeki özellikle lafzın manaya delaleti açısından geliştirilen usuller ve yapılan taksimler/tasnifler hep bu anlayışın delili ve örneğidir. Mesela; Arapça dilindeki vaz’ı itibariyle yani manaya delaleti açısından lafız hass, amm, müşterek ve cemi münekker diye tasnif edilir. Lafzın açıklık ve kapalılık bağlamında manayı göstermesi açısından ise ikili tasnife tabii tutulur. Açıklık itibariyle; zahir, nass, müfesser ve muhkem, kapalılık itibariyle hafi, müşkil, mücmel ve müteşabih diye ayrılır. Bunların ef’ali mükellefin noktasında hükme tesirleri vardır. “Zahir ile amel etmek vaciptir” denir söz gelimi. Hüküm ifade etmesi itibariyle ise lafızlar emir ve nehy diye ikiye ayrılır. Her neyse, mevzumuz lafzın manaya delaleti değil. Makasıd ve maslahat ekseninde lafzın yerini göstermekle alakalı bir fikir vermektir.
Aslında buradaki zihniyet alabildiğine nettir; her şey aslı itibariyle olmasa da faslı itibariyle kitaplaşmış, sahifelere dökülmüş ve el-kitap ya da mushaf adını almış olan Kur’an ve hadislerde vardır. Bize düşen bir yerlerde saklı duran o hükümleri bulup çıkartmaktır. Kıyas bu bağlamda akla gelen ve İ.Şafii’nin sıklıkla uyguladığı usuldür. Hatta ona göre kıyas içtihatla eş değerdir. Şu söz İ. Şafii’nin: “Haber ve kıyas’a dayanmaksızın görüş beyan etmek Allah’ın kitabı ve Resulünün sünnetine dayanarak sert ettiğim delillere göre caiz olmadığı gibi kıyasa göre de caiz değildir.” (er-Risale, s, 279) İ. Şafii’nin haber dediği Kur’an ve hadistir. Ve yine ona göre hadis vahyin ayrılmaz bir parçasıdır. Kendisine “Nâsiru’l hadis” dedirten de bu yaklaşımıdır. Kıyas-ı içtihadî denilen bu usule göre hükmünü Kur’an veya hadiste yani Hz. Peygamber pratiğinde bulan bir asıl, o aslın hükmü, yeni zuhur eden hükmü bilinmeyen mesele ve bu ikisi arasındaki ortak illet, benzerlik noktası. İşte asıl ve aslın hükmü var, aradaki benzerlik de tamamsa aslın hükmü fer’e geçer.
İ. Şafi’ye göre maslahat, istihsan, istishab, örf ve adet ve benzerleri içinde kıyas birinci sırada yer alır. Hatta İ. Şafii kıyası o kadar öne çıkarır ki zaman zaman diğer usulleri ret ettiğini, bunların Kur’an, sünnet, icma ve kıyas karşısında bir değerinin olmadığını açıkça belirtir. İ.Şafi’ye göre icma sahabenin üzerinde ittifak ettiği görüşlerdir.
İ.Şafii’nin düşünce dünyası içine girerseniz bu çok sıradan bir sonuçtur. Zira belirttiğimiz gibi onun düşünce dünyasının merkezinde Kuran ve hadis’in her şeye yeteceği yer almaktadır. Kıyas bunu keşf etmenin adıdır. Dolayısıyla kıyasın cevap vermediği hadiselerde maslahata veya istihsan’a müracat edilmesi Allah ve Resulünün hükmünü terk etme olarak nitelendirilir. Ehli hadis ekolünün temelini oluşturan bu düşünce için İ. Şafi, el-Umm adlı dev eserinde “Kitabu ibtali’l İstihsan” diye bir bölüm ayırmış ve ayet ve hadisler yanında başka şeylere itibar edilmemesi gerektiğini söylemiştir. Hele istihsan için söylediği şeyler oldukça serttir. O istihsanı “zevke göre fetva vermek ve keyfi bir tutum olarak nitelendirmiştir.” (er-Risale, s,274) Der ki İ.Şafii: “Haberleri (yani nass’ı Kur’an ve hadisi) bilen ve onlara kıyas yapmaya aklı eren istihsana göre fetva vermez.” (er-Risale, s,273)
Fakat aynı İ.Şafii kıyasın yetersiz kaldığı hadiselerde adını böyle koymasa da maslahat başta diğer usullere dayanarak görüşler beyan etmiştir. Şöyle demek daha doğru olur sanırım; etmek zorunda kalmıştır. Şuf’a hakkının kullanım süresini üç gün ile sınırlandırması, mehrin teslim süresi için gün tayin etmesi ve “böyle uygun görüyorum” demesi bu bağlamda verilen iki örnektir mesela.
Evet, hayat kendi yatağında akan su gibidir ve işte bu nehirdeki su yani hayat bunu ona zorlamıştır. Zira hayat boşluk kaldırmaz. O boşluğu siz fark ettiğiniz anda doldurmazsanız gelir birisi doldurur. Burada şaşılacak bir şey yoktur. Zira sahabenin de, tabiinin de, İ. Şafii de dahil olmak üzere fukahanın da yaptığı ve yapmak zorunda olduğu şey budur. Kaldı ki geçen haftaki giriş yazısında da örneklerini verdiğimiz üzere Kur’an da aynı şeyi yapmıştır, Peygamber Efendimiz de. Bugün bizler de aynı şeyi yapmak zorundayız. İslam dünyasının bugünkü içler acısı hale düşmesinin en önemli nedenlerinden biri hiç şüphesiz işte bu yapmak zorundayız dediğim gerek düşünce gerekse o düşüncenin pratik hayata yansıtılmasındaki eksiklikliğinden daha doğrusu yokluğundan kaynaklanmaktadır.
Tekrar edeyim, sahabe adına icma, kıyas, maslahat vb. demese de hayatın tabii akışı içinde Kur’an ve hadisin genel ilkelerine bağlı olarak karşılaştıkları hükmü bilinmeyen hadiseler üzerinde yorumlarını ortaya koymuş, kararlarını almış, hükümlerini vermişlerdir. Onların ayet ve hadisleri merkeze koyarak yaptıkları içtihadî yaklaşımlar, akıl yürütmeler ve yeni hükme ulaşmalarında üç kavram vardır; lafız, hüküm ve amaç/maksad.Aslında bu Allah’ın din ve peygamber göndermekten maksadı olan insanların maslahatını, faydasını, yararını nasıl sağlayabiliriz sorularının cevabını aramaktan başka bir şey değildir. Çeşitli vesilelerle yazılı ve sözlü olarak ifade ettim, yeri gelmişken bir cümle ile burada da ifade edeyim, benim 35 yılı aşkın İlahiyat okumalarımda elde ettiğim sonuç da budur; İslam makasıd-ı İlahi ve mesalihü’n-nas’tan ibarettir. Yani Allah’ın maksadı ve insanların maslahatı. Buradan çıkan sonuç şudur: Din insan içindir yoksa insan din için değildir.
Yeri gelmişken belirteyim diye girdiğim İ. Şafii ile alakalı mütalaalar biraz uzadı. Onun için buradan kesiyorum. Maslahat’a kaldığım yerden devam edeceğim.
Kaynak: http://www.tr724.com/din-insan-icindir-yoksa-insan-din-icin-degildir-maslahat-2/
Bu Yayına Yorum Yapın