DİKTATÖR, HALİFE, MÜDÜR, İMAM, ABİ… | HALİT EMRE YAMAN


Dinimizde “emr-i maruf ve nehy-i anil münker” yani “iyiliği emretme ve kötülüğü nehy etme” işini yapmaya “hisbe”, bu işi yapana da “muhtesib” denir. Bu iş için Efendimiz’in görevlendirdiği sahabeler vardır. Hz. Ömer (ra), halifeliği döneminde bunu sistematik hale getirmiş, sonraki dönemlerde kurulan bütün İslamî devletlerde bu işi “Hisbe Teşkilatı” devam ettirmiştir.
Kısaca ifade etmek gerekirse bu teşkilat toplumun İslamî kaidelere uygun bir hayat sürmesini sağlardı. Başka bir ifadeyle Hisbe Teşkilatı, günümüzün adalet, eğitim, savunma, ticaret, sağlık, ekonomi, çevre vb. birçok bakanlığın görevini ifa ederdi. Bununla ilgili çıkarılan kanunlar vardır.
Hisbe işini yapmak için resmi görevli olmak şart değildir, çünkü bu, bütün Müslümanların görevidir. Peygamber Efendimiz’in (sav),  “Sizden kim bir kötülük görse onu eliyle değiştirsin; buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin; buna da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin. Bu sonuncusu imanın ez zayıf hâlidir.” hadisi bunun delilidir.
Allah ü Teâlâ, kendi nefislerini bırakıp yalnızca başkalarına karşı hisbe görevini yapmaya çalışanları kötüleyerek şöyle buyurmuştur: “Siz, elinizdeki Kitabı okur, oradaki hükümleri, irşad ve ikazları görüp dururken, insanlara gerçek fazilet ve iyiliği emreder, fakat kendinizi unutur musunuz? Siz hiç düşünüp akletmeyecek, aklınızı başınıza almayacak mısınız?” (Bakara, 44). “Ey iman edenler! Yapmadığınız, yapmayacağınız şeyleri neden söylersiniz? Yapmadığınız, yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında oldukça menfur bir şeydir.” (Saf, 2-3).
Rivayet edildiğine göre, Allah, Hz. İsa’ya (as) indirdiği bir vahiyde şöyle demiştir: “Ey İsa! Önce kendine nasihat et. Eğer bunu tutarsan o zaman başkasına da nasihat et. Kendin tutmadan başkasına nasihat edersen benden utan!”
Bu ifadelere bakarak hisbe görevini yapacak kişinin tam anlamıyla mü’min olması gerektiğini düşünmek doğru değildir. Ne var ki söylenen sözün veya yapılan işin tesirli olması için buna soyunan kişinin İslamı en güzel şekilde yaşamaya çalışan biri olması gerekmektedir. Zira Said İbni Cübeyr (ra), “Eğer emr-i maruf ve nehy-i münkeri sadece marufu yapan ve münkerden kaçan kimse yapsın, denirse, bu görevi yapacak kimse bulunmaz.” demiş, İmam Mâlik de bu sözü tasdik etmiştir.
Kendisi yapmadığı halde, bir işi başkasına yaptırmaya çalışmak nefret uyandırıcı bir davranıştır. Aslında bu, daha önemli olan bir işi bırakıp daha az önemli olan bir işle uğraşmak demektir. Bu ise din, akıl ve maslahat açısından yanlış, çirkin bir iştir. Hiç şüphe yoktur ki, insanın kendisini ıslah etmesi, başkasını ıslah etmeye kalkışmasından daha önemlidir. Ve yine hiç şüphe yoktur ki, ebedi olan ahiret işleri fâni ve geçici olan dünya işlerinden daha önceliklidir.
Hisbe işinde ilk basamak karşı tarafı bilgilendirmektir. Eğer yapılan kötülük bilgisizlikten kaynaklanmışsa, bilgilendirmek sorunu çözer. Ancak, bilgilendirmek bilmeyi gerektirir. Bu sebeple, hisbe, cahillerin işi değildir. Sonraki basamaklar, yumuşak ve kalbi etkileyen sözlerle nasihat etmek, kızgınlık ve kararlılık belirten sözler kullanmak ve gerektiğinde kötülüğü zor kullanarak önlemektir.
Eskiden bulunduğu konumun hakkını veren âlimler, Peygamber Efendimiz’in (sav), “Cihadın en üstünü zalim olan devlet erkânına karşı hak sözünü söylemektir.” sözünden hareketle devlet adamlarına sözlü nasihatlerde bulunmuşlardır.
Zeyd er-Rakkaşî, Halife Ömer İbni Abdülaziz’e nasihat sadedinde, “Ey Halife! Sen ilk halife değilsin. Senin oturduğun yerde çok kimseler oturmuş ve sonra ölüp gitmişler.” deyince, halife ağlamıştır. Zeyd, “Ölenler için cennetle cehennemden başka bir yer de yoktur.” deyince de; Ömer düşüp bayılmıştır.
Abbasî halifelerinden Mehdi, hicrî 166 yılında hacca gitmişti. Kâbe’yi tavaf ederken diğer hacıları alandan uzaklaştırınca, Abdullah İbni Merzuk karşısına çıkıp, “Küfredip insanları Allah’ın yolundan ve O’nun yerli ve yabancı herkese açık tuttuğu evinden uzaklaştıranlara, bu zulümleri sebebiyle elemli bir azap tattırırız.” (Hac, 25) ayetini okumuş. Haklı ve yerinde olan bu uyarıya kızan Mehdi, bu zatı hapse attırmıştır. Daha sonra Şeytan taşlama esnasında etrafını boşaltınca Süfyân-ı Sevrî, “Peygamberimiz burada deve üstünde cemrelere taş atarken kimse dövülmemiş, kovulmamış ve taş atmaktan men edilmemiştir. Fakat senin muhafızların bunları yapıyor.” deyince Mehdi: “Ey Süfyân! Benim yerimde Mansur (Mehdi’nin babası ve ondan önceki halife) olsaydı, bu söylediklerine tahammül etmezdi” demiş. Bunun üzerine Süfyân: “Mansur, şimdi kabir âleminde gördüklerini sana söyleseydi, sen bu yaptığını yapmazdın.” demiş ve uzaklaşıp gitmiş. Kızmış olan Mehdi, cezalandırmak için bir süre onu arattıysa da bulamamıştır.
Allah Rasûlü’nün (sav), “Benden sonra yalan söyleyen ve zulmeden emirler olacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik eder ve zulümlerine yardımcı olursa, onun benimle ilişkisi kalmaz ve o benim Kevser havuzuma varamayacaktır.” sözünden hareketle diyebiliriz ki: Amir konumunda bulunan birini memnun etmek için zulmünü tasdik eden veya en azından ona hürmet eden ve karşısında ezilip büzülenler, yapılan zulmü tasvip ediyor demektir. Bu kişi, ayrıca, bu zalimlerin yanında bir sürü haram ve gayr-i meşru işlerle de karşılaşır ve susup görmezlikten ve duymazlıktan gelir. Halbuki bir kötülük görüp de susan ve en azından nefret edip uzaklaşmayan bir kimse, bir yönüyle o kötülüğe ortak olur.
İslam âlimleri “sadece emri veren mi zalim olur?” sorusuna, “Hayır! Ona zulmünde şu veya bu şekilde yardımcı olanların hepsi yardımları ölçüsünde zalim olurlar. Öyle ki, meselâ bir zulüm kararı yazıldığı zaman, kâğıt getiren, mürekkep hazırlayan, mührü tutan kimseler de bunun günahına ortak olurlar.” cevabını vermişlerdir.
Kötü ve zalim olmak, sanki siyaset adamlarının değişmez karakteridir. Eskiden beri yönetim şekilleri değişse de,  yönetime talip olan siyasetçilerin kötülükleri ve zulümleri hiç değişmemiştir. Ayrıca siyasetçiler her zaman, hakları ve liyakatleri olup olmadığına bakmadan kendilerine yakın olanlardan daima takdir ve alkış istemişlerdir. Bu yüzden de siyasetçilere yakın olanlar onlara yalakalık yapmak, övmek hatta dua etmek suretiyle zulümlerini tasdik etmişlerdir.
Hangi konumda olursa olsun insanlar, genellikle eleştirilmekten hoşlanmazlar. Henüz olgunlaşmamış, dengesiz tipler, kendilerini eleştirene zarar vermeye kalkarlar. Böyle bir ihtimal söz konusu olduğunda İslam âlimleri hisbe yapmanın vacip olmadığını, bu durumda yapılması gereken şeyin, kötülüğün yapılmasını görmemeye ve onunla ilgili haberleri duymamaya çalışmak olduğunu, bundan sakınmak mümkün olmadığı zaman da, gücün yetmesi hâlinde hicret etmenin vacip olduğunu söylemişlerdir.
Halifelik, kadılık, müftülük, vaizlik, şeyhlik, genel müdürlük, müdürlük, imamlık ve abilik gibi dinî anlamı da olan konumlar riya, enâniyet, makam sevdası ile insanı tehlikeli sulara çeken dalgalardır. Çünkü bu konumlar, ahiret sevabına ek olarak sahiplerine dünyada da şöhret, itibar ve nüfuz temin eder ve onları çevresindekilerinin gözünde ve gönlünde büyütüp yüceltir. Bu durum iman ve karakteri zayıf olan kimselerde kibir, riya ve gösteriş hislerini kuvvetlendirir ve bu kimseleri hizmet anlayışından koparıp yaptıkları her işte sadece teveccüh ve takdiri düşünme noktasına getirebilir.
Allah’a ve ahirete iman eden bir kimse, bu vazifelerden her hangi birini yürütürken, kendisinde cehenneme doğru bir gidiş sezer ve bu gidişi durdurmaktan âciz olduğunu görürse, dininin selâmeti adına o hizmeti bırakması lâzımdır. İmam Gazali, İbrahim Ethem, Murat Hüdavendigar ve birçok büyük zat bu prensibi hayatlarında tatbik etmişlerdir.
İnsan dini hayat açısından bozulmaya başlayınca başka bir ifadeyle münafıklaşmaya doğru gittiğinde artık onun nazarında yaptığı iş hizmet olmaktan çıkıp, gaye ve maksat hâline gelir. Bundan sonra o sadece bu işin çıkar ve menfaat tarafını düşünür, sonra da bu imkânları kaybetmemek için her türlü gayr-i meşru yola başvurur.
Bu suretle hilâfet, saltanat ve istibdat hâline getirilir. Kadılık, rüşvet ve adaletsizliğe âlet edilir. Müftü yanlış fetvalarını düzeltmez, bilmediği zaman da Allah’ın dini hakkında söz söylemekten çekinmez. Vaiz Allah’ın emrettiği takva, ihlâs, fazilet ve ahiret konularını değil, halkın hoşuna giden şeyleri anlatır. Şeyh, kendisini Allah’a ortak derecesine çıkarır ama kendisine ortak ve rakip kabul etmez. Müdürler, oturduğu koltuğu kaybetmemek için amirinin her şeyine “evet” derken altındakilere iş yaptırabilmek için korku silahını kullanır. İmam veya abi konumundakilere ulaşmak mümkün değildir. Onlar büyük insanlardır, her şeyi bilirler, aldıkları raporlara göre işler yolunda gidiyordur. İşlerin yolunda gitmediğini söyleyenin ise vay haline… Veyl olsun, başkalarını dinleme nezaketinden mahrum olanlara…
Hz. Ömer (ra), “Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekin ve amelleriniz tartılmadan önce siz onları tartın.” demiş ve akşam olunca, kamçısıyla bacaklarına vurarak şöyle demiştir: “Ey Ömer! Bugün Allah için ne yaptın, hesap ver!” Bazen de alaylı bir şekilde kendi kendine, “Peh, peh! Halife olmuşsun.” der, ondan sonra da ciddileşerek, “Allah’a yemin ederim, ya O’nun dediklerini yaparsın, ya da O’nun azabını çekersin!” demiştir.
Verdiğimiz birkaç örneğin binlercesini İslam tarihinde görmek mümkündür. “Tatlı söz, yılanı deliğinden çıkarır” atasözümüzü kulağımıza küpe ederek samimi bir niyetle yapılacak hisbe, Allah’ın rızasını kazandırmayacağını kim iddia edebilir?
Hakkını vererek söylenmesi gereken şeyleri konuşma dini bir vecibe, sükût etmek ise günaha yakın bir davranıştır. Sükût etmek her zaman güzel bulunsa bile bazen konuşma, ondan daha makbuldür. Onun için, nerede sükût edilip nerede konuşulması gerektiğini bilmek önemlidir. Hakk ve hakikatin ayaklar altına alındığı bir ortamda sükût eden, Efendimiz’in (sav) ifadesiyle, apaçık dilsiz şeytan sayılmış; faydasız ya da bâtıl şeyler konuşanlar da, şeytanın dostu ve tercümanı kabul edilmişlerdir.
Evet, her Müslüman bir muhtesiptir; seviyesine ve bulunduğu konuma göre de bu vazifeyi uygun şekilde yapması gerekir. Dolayısıyla insan diktatör, halife, başkan, müftü, imam, müdür veya abi karşısında vazifesini korkmadan, usulünce yapmak zorundadır. Tabii ki neticede yaşayabileceği sıkıntıyı da hesaba katmalı, tedbirini almalıdır.
Hizmet’in ekmeğini yiyip, suyunu içen hemen herkes 3-5 yıl içinde hakiki manada muhtesiplik yapacak seviyeye ulaşır. Kabuk değiştirdiğimiz bu süreçten her birimizin çıkaracağı birçok ders vardır. Zamanı geldiğinde daha güzel hizmet edebilmek için muhtesiplik vazifemize de hazırlık yapmamız şart! Korkmadan, çekinmeden, “ne derler” kaygısına düşmeden, ahiretimiz için, Allah rızası için…
Kaynak: http://www.yenihamle.com/2018/07/17/diktator-halife-mudur-imam-abi/

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.