“VE’STEFZİZ… VE ECLİB…” | ABDULLAH AYMAZ

Cennet ucuz oladığı gibi... ile ilgili görsel sonucu

Cenab-ı Hak buyuruyor ki: “Bir zaman meleklere: ‘Adem’e secde edin’ dedik, onlar da hemen secdeye kapandılar, yalnız İblis secde etmeyip: ‘Çamurdan yarattığın kimseye secde mi ederim! Benden üstün kıldığım adam bu mu? Eğer kıyamet gününe kadar bana bir MÜHLET versen, gör bak nasıl da onun soyunu pek azı dışında kumandan altına alacağım!’ dedi. Allah ‘Defol oradan. Onlardan kim sana tâbî olursa, iyi bilin ki, Cehennem de sizin cezanızdır. Ceza ki, ne ceza!’ buyurdu. Allah sonra da şöyle buyurdu: ‘Onlardan gücünün yettiğini sesinle aldatıp kötülüklere kaydır. Süvari ve piyade olarak bütün kuvvetlerini toplayarak onların üzerine yürü, mallarına ve evlatlarına ortak ol, bol bol vaadlerde bulun onlara!’ Şeytan bu! Onları aldatmadan başka ne vaad eder ki! ‘Benim gerçek kullarıma senin asla bir hâkimiyetin olamayacaktır. Rabbinin onları koruyucu olması yeter de artar!’ Rabbiniz o muazzam kudret sahibidir ki, lütfunda nasibinizi aramanız için denizde gemiler yürütür. Gerçekten O’nun size ihsan ve merhameti pek fazladır.” ((İsra Suresi, 17/61-66)
“(Şeytanlardan bahsediyorlar) şeytanların asıl kime indiğini bildireyim mi? Onlar, yalan iftiraya, günaha düşkün kimselere inerler. Çünkü o iftiracılara kulak verirler, esasen onların çoğu yalancıdırlar. Şairlere gelince, bunların peşine sapkınlar çapkınlar düşerler. Görmez misin onlar her vadide sözlerin, hayallerin peşinde dolaşır ve yapmayacakları şeyleri söylerler. Ancak (şâirlerden) iman edip, salih (güzel ve makbul ameller işleyenler, Allah’ı çok zikredip ananlar ve zulme maruz kaldıktan sonra haklarını savunanlar müstesna.” (Şuara Suresi, 26/ 221-227)
Kur’an-ı Kerim’in nâzil olduğu dönemde şâirler (kam ve şamanlar gibi) cinlerle alâka kurarlardı. Kurmasalar bile müşrikler öyle kabul ederlerdi… Meseleye biraz böyle bakmak gerekir. Günümüzde de âyette ifade edildiği gibi, şairler bazan romantik, bazan sürrealist olabiliyorlar. Bilip bilmedikleri her vadide dolaşıyor ve akımın peşinden koşuyorlar. Halbuki Kur’an âyetleri müşriklerin sapık inançları gibi hâşâ Allah’ın evlatları zannettikleri cinlerden değil; Cibril-i Emin vasıtasıyla Allah’tan gelmektedir.
Kur’an, İlahî mesaj âyet-i kerimelerle, cahiliyeye döneminin granit gibi sert fıtratlı insanlardan sahabe efendilerimiz gibi şefkat kahramanları yetiştirmiş Sahabelerin Kur’an’ın canlı tefsirleridir. Yani onlar Kur’an’ın mucizeleridir… Sahabe efendilerimiz ihlas ve takvaları ile tâbiîn hazretlerini yetiştirdiler… Onlar da tebe-i tâbiîni yetiştirdiler. Böylece kıyamete kadar sapasağlam ayakta kalacaktı. İslamiyet sağlam temeller üzerine kurulmuş ve şeytan saltanatı kökünden yıkılmıştı… Halbuki Musa Aleyhisselamdan sonra sahabe gibi bir nesil kalmadı. Maalesef o cemaat işe yaramaz hâle geldi… Senelerce çöllerde şaşkın şaşkın dolaştılar…
Hz. Süleyman Aleyhisselamdan sonra da herşey bitiyor. O koskoca medeniyet parçalanıp bölünüyordu.
Hz. İsa Aleyhisselamdan sonra havarilerle o ihlaslı dönem devam etti ama sâfiyet tutturulamadı. Evet sahabeden ve tâbiînden sonra gelen ihlaslı nesil tebe-i tâbiîn efendilerimiz şeytanın iğvâlarına karşı “Yangın var!..” diyerek harekete geçip dünyanın dört bir tarafına dağılıyorlar…
Demek ki, bize düşen ihlasla, imanla, maneviyatla, ilimle teçhiz edilmiş donanımlı nesiller yetiştirmektir. Elhamdülillah Ferdiyet makamına mazhar olan Hizmetimiz, metodu kendi içinde bir Kur’an ve hizmeti olarak ortaya çıkmıştır ve böylece devam etmektedir.
Bilindiği gibi Tarihçe-i Hayatta anlatıldığı üzere, Üstad Bediüzzaman Hazretleri daha çocukluğunda medrese talebesi iken şöyle bir rüya görür: Kıyamet kopmuş, kainat yeniden dirilmiş. O, Peygamber Aleyhisselatü Vesselamı nasıl ziyaret edebileceğini düşünür. Nihayet sırat köprüsünün başına gidip durmak hatırına gelir. Herkes oradan geçer, ben de orada beklerim.” der ve sırat köprüsünün başına gider. Peygamber Efendimizi ziyaret eder ve kendisinden ilim talebinde bulunur. Efendimiz (S.A.S.) de, ümmetinden sual sormamak şartıyla, Kur’an ilminden kendisine talim buyurulacağını müjdeler. Böylece Üstad Hazretlerine mânen denilmiş oluyor ki: “Artık sen Ferdiyet mazharısın; başkasından bir şey sorup bir şey öğrenmeye ihtiyacın yok.”
Muhyiddin İbn-i Arabiye göre bir velinin ulaşabileceği en yüksek makam, efrad (ferdiyet makamına ulaşanların) makamıdır. Bu makamın sahipleri üzerinde kimse otorite sahibi değildir. Onlar ancak Allah’ı bilir, Allah’ı tanırlar. Talimatı Efendimizden (S.A.S.) alırlar.
Hizmet hareketi, Kur’an-ı Kerim’in “Ve’s-sulhü hayr yani, sulh, elbette hayırlıdır.” (Nisa Suresi, 4/28) âyetini kendisine düstur edinmiştir. Dünyanın da buna ihtiyacı vardır. İslamiyetin % 95 esas ve prensipleri iman, ibadet, ahlak, fazilet ve insanî evrensel değerlerle ilgilidir. Siyasete temas eden hususlar sadece % 5’tir. Eğer bir sınır çizilecekse, Hizmet, İslamiyeti ilmî, fikrî, imanî ve sivil cihetiyle ilgilenecektir. Zaten insanlık için esas olan budur. İnsanlar içinde nefreti, düşmanlığı, fitne ve fesadı körükleyen şeytan saltanatına karşı yapılacak işler belli… Bizim, Hizmetten anladığımız da budur…
Biz bir insana en büyük hediye ve armağan olarak ne verebiliriz? Dünya bizim olsa, “Al bunu sana verdik” desek mesela… Binalar, elbiseler, yiyecek ve içecekler toptan onun olsa ne olacak? Kaç sene yaşayacak? Halbuki bir insana İlahî güzellikleri tanıtıp, vesile olabilirsiniz, ebedî saadeti kazanmasına sebep teşkil edeceksiniz. Yani dünyanın bin senelik zevki, safası ve saltanatı bir saatine denk gelmeyen Cennet hayatını kazanmasına vesile olacaksınız. Onun da bin senelik zevkli hayatı bir saati kadar olmayan Cenab-ı Hakkın cemâlini seyretmesine…
Bundan daha güzel iş olabilir mi?..

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.