Yağmurun tarihi | Can Bahadır Yüce
Yağmur iyidir—ferahlatır, serinletir, temizler, dünyanın tozunu alır.
Bir şiir, bir film, bir şarkı insanda yağmura yakalanma arzusu uyandırabilir. Bir tarih kitabının aynı etkiyi yaptığı pek görülmüş değil ama Cynthia Barnett’ın yağmurun tarihini anlatan çalışması* benzer bir duyguya yol açıyor.
Kitap bir doğa olayının nasıl insanlığa ait bir kavrama dönüştüğünün hikâyesi. Bir gök olayı olsa da sanki insana ilişkindir yağmur, çünkü ancak suyun ulaştığı yerde hayat vardır. Belki bu yüzden, Ray Bradbury o ünlü öyküsünde Mars’ı dünyaya benzetmek için komşu gezegene yağmur yağdırmıştı.
Yağmur tarih boyunca ‘göklerden gelen bir karar’ın işareti sayılmış. Hemen bütün kültürlerde suyun yere inişi kutsal kabul ediliyor. Sadece Doğu coğrafyasında yağmur duasına çıkılmıyor: Daha birkaç yıl önce Teksas valisi, halkı yağmur duasına çağırmak için genelge yayımlamıştı.
Bilim bize yağmurun tarihini ayrıntılarıyla açıklıyor. (Yağmuru seven romantik şair Keats bilimin hayal gücüne yer bırakmadığından yakınmıştı ama sırlarını kurcalamak yağmurun büyüsünü öldürmüyor.) Gelgelelim, bilimde bunca aşama kaydedilse de yağmur (“mugayyebat-ı hamse”den biri olarak) bizi hâlâ şaşırtıyor. Yerküre oluştuktan sonra soğuyana kadar binlerce yıl aralıksız yağmur yağmış—insan yeryüzüne ayak basmadan önceki yağmurlu gezegenin büyük yalnızlığını düşünmek ürpertici. Yine de yağmurun artık seyrek olduğu sanılmamalı: Herhangi bir dakikada yeryüzüne inen su miktarı, bütün nehirlerdekinden daha çok.
Su dünyanın en eski elementlerinden ve aslında yok olmuyor, sadece bir döngü izliyor. Yağmur döngüsü sayesinde hâlâ dinozorların içtiği suyu içiyoruz. Üstelik molekülleri yıkadığı için yağmur suyu yeryüzünün en iyi parlatıcısı. (Yağışların ardından bazen çevreyi cilalanmış gibi görmemiz bir göz yanılgısı değil.) Toprağa hayat aşıladığından hep sağlıkla özdeşleşse de yağmurun hastalığı bile var: Ombrofobi (yağmur korkusu).
Bu mucizevi doğa olayını betimlemek için söz dağarcığımız zengin sayılır: Yağmur yağar, çiseler, atıştırır, çiler, damlar, serpiştirir, bastırır, boşanır, ahmak ıslatandır, rahmettir. Yağmurun hep romantize edilmesinin sebebi biraz da dil olabilir mi?
Yağmur her dilde farklı yağdığı gibi galiba her yörenin yağmuru da farklı iniyor. Örneğin Çukurova yağmurları kapkaranlık olur. (Yaşar Kemal’in yalancısıyım.) Bazı yağmurlar insanın yüzüne daha sert çarpar: Albert Camus New York’a geldiğinde kendisini karşılayan yağmura “sürgün yağmuru” demişti. (Akdeniz ikliminden sonra gördüğü kasvetli hava düşünülürse pek de haksız sayılmaz.) Sürgünde yağmurun yükü ağırlaşıyor mu?
Yağmur (kazalarla, hasarlarla, aşklarla) yalnız bireylerin değil insanlığın kaderini de etkiliyor. Victor Hugo, eğer savaş yağmur yüzünden ertelenmese Waterloo’da Napolyon’un hezimete uğramayacağına ve tarihin daha farklı şekilleneceğine inanıyordu. 2000 yılındaki Amerikan başkanlık seçimlerini Al Gore’un Florida yağmuru yüzünden (sandığa gidenlerin sayısı azaldığı için) kıl payı kaçırdığı savı, uçuk bir senaryo değil. Sonrası malum: 11 Eylül, Irak Savaşı, artan küresel ısınma… Mevsimler değişip yağmurun tarihinde yeni bir sayfa açıldığında kapitalizm ve küresel ısınmanın günah listesinde ilk sırada yer alacağına kuşku yok.
Bilim ve tarih bir yana, en güzel yağmur edebiyatta yağar: Dickens’ın romanlarında “damla, damla, damla” yağan yağmurlara yakınlık duyuyorsanız, on dokuzuncu yüzyıl romanından gerçekten zevk alıyorsunuz demektir. Hemingway, Silahlara Veda’nın sonunu tam 47 kez silip yazmış, kahramanını yağmurda yürüttüğü sahnede karar kılmıştı. Tanpınar bir anlamda telif hakkını aldığı yaz yağmurunu “tazeleşmiş dünya hissi” diye tarif etti. Kısacası, çoğumuzun zihnine çakılı kalmış edebiyat tarihinden en az bir yağmurlu cümle vardır. (Örnek mi: “Yağmur gibi söyle bana, bırak dinleyeyim.”)
Yağmur iyidir—ferahlatır, serinletir, temizler, dünyanın tozunu alır. Ne de olsa ardından güneş açacak, o bulanıklık geçecektir. Kaldı ki, Longfellow’un dediği gibi, dünyaya biraz kasvet de gerekir:
her yaşama biraz yağmur yağmalı
bazı günler de kara, kasvetli olmalı
bazı günler de kara, kasvetli olmalı
Bu yıl yaşadığım şehre şimdilik çok yağmur yağmadı. Yine de bazı sabahlar yolları ıslanmış buluyorum. Yağmur sonrası toprak kokusu ortalığı kaplamış oluyor. Aklımda Çalıkuşu’ndan unutmadığım o cümleler:
“Şimdi İstanbul nasıl? Orada da böyle yağmur var mı?”
* Rain: A Natural and Cultural History, Cynthia Barnett, Crown.
Bu Yayına Yorum Yapın