TERÖR SUÇLARINDAN KAYNAKLI TAZMİNAT DAVALARI | Levent Derya

Bazı devlet kurumlarının, 15 Temmuz olayları nedeniyle binalarında meydana gelen zararların karşılanması için maddi tazminat davası açtıkları bir süredir basında yer almaktadır. Daha olayların üzerindeki sır perdesi aralanmamışken, olayları kimin başlattığı, kimin devam ettirdiği, kimin durdurduğu netliğe kavuşmamışken bu acele nedendi! Cumhurbaşkanı bile hala darbe teşebbüsünü kimden ve kaçta öğrendiğinden emin değildi. Hal böyleyken yangından mal kaçırma telaşıyla insanlar aleyhine olabildiğince yüksek meblağlarda maddi tazminat davaları açmanın iyi niyetle izahı elbette mümkün değildi.

Terörle Mücadele Kanunu 20/A maddesi, ihtiyati tedbir kararı verilmesini ve şerh düşülmesini öngörüyor, tazminat davası açılmasını değil. Bunun benzeri bir düzenleme 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanununda (85/2. md) bulunmaktadır. Mantığı da, haksız fiile yani suça el koyan savcı, failin kötü niyetle mallarını elden çıkarmaması için hemen tedbir şerhi koymasına yöneliktir. Bu şerh bir müddet durur ve mağdur hukuk mahkemesine başvurup yeni tedbir koydurtmazsa, savcının veya hâkimin koyduğu tedbir kendiliğinden kalkar.
Ancak bu olaylarla ilgili failler hakkında dava açılıyordu. Henüz ceza davaları sonuçlanmadan nasıl davalılar tespit edilebiliyordu? Bu durum, adeta sanıkları (davalıları) peşinen suçlamak anlamına gelmez mi? Açılan bu davalarla masumiyet karinesi ihlal edilmiş olmaz mı? Zaten adaletten sapmış ceza hâkimleri bu davalar nedeniyle daha da fazla etkilenmez mi?
Bu soruları çoğaltmak mümkün ama bir de bu davaların açılma şartları oluşmuş mu ona bakalım.
TAZMİNAT DAVALARININ ŞARTLARI
Darbe teşebbüsünde zarar gören kamu binaları için maddi tazminat talepleri, hukuk bilimi açısından “haksız fiilden kaynaklanan tazminat davaları” olarak tanımlanmaktadır. Tazminat hukukuna göre bir kişi başkasına haksız bir fiille zarar vermişse bu zararı tazmin etmelidir. Zararın tazmini, öncelikle durumun fiil öncesindeki haline getirilmesiyle olur. Ama bu mümkün değilse para olarak maddi karşılığı hesaplanır, zarar görene ödenir. Mesela biri benim arsama arabasını park etmiş ve ben arsamı kullanamıyorsam, bu haksız fiildir. Araba oradan çekilince, durum arabanın park etmesinden önceki hale gelmiş ve zarar giderilmiş olur. Fakat birisi benim duvarımı yıkmışsa veya ağacımı kesmişse, bunların eski hale getirilmesi fiilen imkansızdır. Bu durumda zararın tazmini, duvar için aynısını yeniden yaptırmak, ağaç içinse maddi değeri neyse hesaplatıp para olarak ağacın sahibine ödemektir.
Tazminat davalarında dört temel unsur vardır: 1) Davalının fiili, 2) zarar, 3) Kusur veya hukuka aykırılık, 4) Fiille zarar arasında illiyet bağı, yani sebep-sonuç ilişkisi.
Fail ve zarar unsurları zaten malum. Hukuka aykırılıktan maksat, zarara neden olan fiilin hukuk tarafından korunmaması yani fiilin meşru olmamasıdır. Mesela, imara aykırı bir yapının yıkılması hukuka uygundur, dolayısıyla yapının sahibi zararını isteyemez. Bazen fiil hukuka aykırıdır, fakat failin kusuru yoktur. Mesela belediye kepçesini kullanan kişiye başkan “şu duvarı yıkın, imara aykırı” der. Gerçekte imara aykırılık yoktur, başkanın başka hesapları vardır. Ama kepçecinin bunlardan haberi yoktur, mevzuata uyarak kendine verilen görev ve talimatı yerine getirmiştir. Bu durumda kepçecinin kusurundan söz edilemez. Haliyle tazminat da istenemez. Burada kusurlu olan, dolayısıyla zararın ve tazminatın sorumlusu başkandır. Fiille zarar arasındaki illiyet bağı ise, o zararın o fiilden ötürü gerçekleşmesidir. Kepçeyi kullanan başkan olmasa da duvarın yıkılması ile başkanın talimatı arasında uygun illiyet bağı, sebep-sonuç ilişkisi elbette vardır.
ZARAR SABİT, TARTIŞMAYA GEREK YOK
Şimdi gelelim kamuoyuna yansıyan ceza davalarında yargılanan kişiler aleyhine açılan tazminat davalarına. TMSF, TBMM, EGM gibi devlet kurumları, binalarındaki maddi hasarların tazmini için, darbe teşebbüsü veya örgüt üyeliği isnadıyla yargılanan kişiler aleyhine dava açtılar.
Evvela zarar sabit görünüyor ve tartışmaya gerek yok. Fakat bundan sonrası biraz karışık. Öncelikle failin kim olduğu şüpheli. Havuz medyasına bakılırsa her şey ortada, ama kazın ayağı hiç de öyle değil. En azından Ahmet Nesin ve Ahmet Dönmez’in program ve köşe yazılarına bile baksanız isnat ve iddiaların ne kadar mesnetsiz olduğu, tam aksine işin içinde bir bit yeniği olduğu görülüyor. Mesela TBMM’de oluşan hasar konusunda, eşyaların, tabloların durumu, iddia edilen bombanın teknik özelliği ve ortadaki durum ve sonuç arasındaki çelişkiler, uçakların bombalamasını naklen veren TV yayınında bombanın patlaması ve binanın hasarının yayında alenen izlenmesine karşılık ne geçen bir uçak ne de düşen bir bombanın görünmemesi gibi onlarca çelişki ve soru işareti var ortada. Bu durumda olayın, iddia edildiği gibi değil de, hedefe konulan sanıkları yani davalıları yok etmek, en azından toplumdan soyutlamak için kurgulandığı ve bir tuzak olduğu ihtimalini akla getirmektedir.
Dolayısıyla bu şüpheler giderilmeden tazminat davasının açılmış olması, davanın adilliğine fayda sağlamayacaktır. Öncelikle bütün bu tereddütlerin ceza yargılaması, disiplin yargılaması gibi mekanizmalarla netleşmesi ve maddi hakikatin açık bir şekilde ortaya çıkması, ondan sonra tazminat davası açılması gerekirdi.
KUSUR, TUZAĞI KURGULAYANLARDA
Ne yazık ki normal bir hukuki süreç yaşamıyoruz. Böyle bir dava ile yüzleşen birisi, eğer davaya konu binanın, eşyanın hasar görmesine neden olan bombayı atan, silahı ateşleyen, yani zarar veren eylemi bizzat gerçekleştiren değilse, nedensellik bağı kurulamayacağından, hakkındaki davanın reddi gerekir.
Bizzat zarar veren fiilin faili olup da, hataya veya tuzağa düşürülmüş ve bu da delilleriyle ortaya konulmuşsa yine dava reddedilmelidir. Bilindiği gibi ceza davalarındaki pek çok dosyadan askerlerin, hatta subayların, askeri öğrencilerin “tatbikat var”“terör saldırısı olmuş, operasyona gidiyoruz” ve benzeri görevler uydurularak masum olan bu kişilerin tuzağa çekildiği anlaşılıyor. Bahsettiğimiz duvarın yıkılması, kepçeci ve belediye başkanı örneğinde olduğu gibi, burada “göreve gidiyorum ve görevimi yapıyorum” saikiyle eylemi gerçekleştirenin hiçbir kusuru yoktur. Doğal olarak ondan tazminat da istenemez. Bu olguda bütün kusur, tuzağı kurgulayıp, bu doğrultuda talimat verenindir.
Bir de ortadaki zarara neden olan eylemle hiçbir alakası olmadığı halde, mesela “bu da aynı yapının mensubu” gibi düşüncelerle dava açılma durumu var. Bunu izaha bile gerek yok aslında. Belediyenin işçisi kasten birinin duvarını yıkınca, bütün belediye işçileri aleyhine dava açmak ne kadar adil ve mantıklıysa bu da öyledir.
HÂKİMLERİN TERCİHLERİ NE OLACAK?
Kafa karışıklığı oluşturan unsurlar çözülmeden ve ceza davaları sonuçlanmadan tazminat davalarının adil bir şekilde yürütülmesi çok zordur. Burada hukuk hâkimlerine tarihi ve vicdani sorumluluklar düşmektedir. Bu hâkimler ya ceza hâkimi meslektaşları gibi adaletten sapıp emir-komuta gereği ilgili davalılar hakkında bir yargılamaya bile gerek görmeksizin istenilen tazminata hükmedecekler ya da hukuk ve vicdanın gereğini yerine getireceklerdir.
Kader planında herkesin imtihanda geçtiği bugünlerde hâkimler de zorlu bir imtihanda geçmektedirler. Kendileri, ya gassalın elindeki meyyit gibi olup, akıllarını bir tarafa bırakarak gassala (dava açma emri verene) itaat edecekler ya da kendilerini de gassalı da Yaratan’a bir gün hesap verecekleri şuuruyla adaleti tesis edecekler. Hayat dediğin zaten tercihlerden ibaret değil midir?
Blogger tarafından desteklenmektedir.