Problemlerin çözümünde Nebevi yaklaşım (1) - Osman Şahin

Problemlerin çözümünde Nebevi Usül’ün  anlaşılması adına, Reşit Haylamaz Hoca’nın “Şefkat Güneşi” adlı kitabında Allah Resulü’nün (sav) böyle durumlarda kullandıkları üslup ve metodoloji hakkında bilgi veren bir kısmı buraya alalım. Konumuz münafıklar olmasa da durum benzerliğine binaen oldukça önemlidir: “Resûlullah’ın (sav), özellikle problemli insanlarla iletişim kurarken riayet ettiği bir diğer husus, hissiyatını kimseye belli etmemesi, duygularını gizlemesi, bildiklerinden başkalarını haberdar etmeyişi ve kendisi için her şey âyân olsa da bunu kimseyle paylaşmayışıdır. Ashâbı için de bu durum söz konusudur; onları da konuşturmamış, yaptıkları hatalardan dolayı muhatapları öldürme taleplerine müspet bakmamış ve kötülük planları tebeyyün ettiğinde bile onları cezalandırma yoluna gitmemiştir.
Bunun en çarpıcı örneğini, bilhassa Uhud sonrasında varlıklarını gösteren münafıklar teşkil eder. Uhud günü, en kritik noktada kendisini yalnız bırakan ve mü’minlerin moralini bozarak karşı tarafa cesaret veren münafıklarla Efendimiz (sav), hiç yüzleşmemiş, kusurlarını serrişte etmemiş, hatalarını yüzlerine vurmamış ve son nefeslerine kadar onlara, sanki hiç problem yaşanmamışçasına zâhirlerine göre muamelede bulunmuştur.
Aynı durum, sonraki dönemde yapageldikleri cürümler için de geçerlidir; çok açık ihanet, iftira, tehdit ve hakaretlerine rağmen onları cezalandırma yoluna gitmemiş ve âşikâr olan cürümlerine karşılık öldürülmeleri yönündeki taleplerine de asla onay vermemiştir. Âişe Validemiz’e (r.anha) iftira atıp da ortalığı karıştırdığı dönemde Abdullah İbn-i Übeyy’i öldürme izni isteyen Hazreti Ömer’e (ra) bu izni vermemiş ve konuşma zeminini ortadan kaldırma maksatlı orduya yürüyüş emri vererek neredeyse 24 saatlik bir yolculuk başlatmıştır.
Bu sırada gelen Münâfikûn Sûresi’nde her şey ortaya dökülüp inkâr ettiği cümlelere varıncaya kadar âşikâr kılınınca sempatizanlarını teker teker kaybetmeye başlayan aynı şahsı Hazreti Ömer’e (ra) göstererek, “Bak yâ Ömer!” buyurmuştur. “Eğer benden onu öldürme izni istediğinde sana o izni verseydim ve o adamı öldürmüş olsaydın şüphesiz o şu anda kendisini hedef hâline getirenlerin kahramanı olurdu!”
Vasıflar üzerinden verilmesi gereken bir mücadele…
Nebevi usul budur. Şahısları hedefe koyup hal yoluna gitmemişlerdir. Sabırla beklemişler, münafıkların hallerini tamamen şerh edecek ayet-i kerimelerin inmesini ve münafıkların durumlarının tamamen tebeyyün etmesini beklemişlerdir. Bu şekilde hareket etmeseydi, münafıklara destek verenler olacak, peygamber (sav) arkadaşlarını öldürtüyor denecek ve cemaati içinde bölünmeler meydana gelebilecekti.
Hariçtekilere ve dahildekilere verilecek mücadelenin farklı olması gerektiğini de unutmamak gerekir..
Meselenin bir diğer cihetine de Abdullah Aymaz Hocaefendi, Yusuf (as) kıssasından alınan bir nükte ile açıklık getirmektedirler. Sure-i Celile okunduğunda ve hususan bahsi geçen rüyaya yapılan yorum ele alındığında, Hz. Yakup’un (as), Hz. Yusuf’a (as) kardeşlerinin yaptıklarını ve kurt yedi hikayesinin yalan olduğunu çok iyi bildiği anlaşılmaktadır. Bilmesine rağmen, “onların bu açık cürümlerini neden yüzlerine vurmamıştı” sorusuna cevap olarak şöyle bir yorum getirmektedir: “Yakup Aleyhisselam bu bedâhet karşısında “Artık bana zorlu, yaman ama güzel bir sabır düşüyor” deyip Allah’ın yardımına sarılıp sığınıyor. Çünkü bozuk bir toplum içinde, evlatların bozulup gitmelerine, haset ve inat ile inkâra kapılmalarına gönlü râzı olmuyor. Yaptıkları kötülük ve hıyanete karşı öfke, nefret duysa da, o işler ona çok iğrenç gelse de onların cehennem ateşiyle cezalandırılmalarını istemiyor. Onları yavaş yavaş, düzeltmeye, terbiye etmeye çalışıyor ve gün gelip de suçlarını itiraf ederek derin bir tevbe-istiğfarla dönüş yapmalarını aktif sabırla bekliyor.”
Hz.Yakup’un (as) zor da olsa sabırla uygulamış oldukları Nebev-i yaklaşımın muvaffak olduğunu, Hz. Yusuf’un (as) ayet-i kerimede ifade edilen sözlerinden anlıyoruz: “Yusuf: “Babacığım!” dedi, “işte küçükken gördüğüm rüyanın tabiri! Rabbim o rüyayı gerçekleştirdi. O, bana nice ihsanlarda bulundu: Beni zindandan kurtardı ve nihayet, Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra sizi çölden getirip bana kavuşturmakla da beni ihsanına mazhar etti. Gerçekten Rabbim dilediği kimse hakkında latifdir (dilediği hususları çok güzel, pek ince bir tarzda gerçekleştirir). Şüphesiz O alîmdir, hakîmdir.” Ayet-i kerime bu hadiselerde hükmeden Esma-i Hüsnâ’dan üçüne işaret etmektedir ki bunlar; Latif, Alîm ve Hakîm isimleridir. Bu işaretten, meselelerin hakiki manada tam bir çözümü arzu ediliyorsa, bu üç ismin gölgesinde hareket edilmesi gerektiği gibi bir mana da çıkarılabilir.
Şefkat düsturunun bedduadan men etmesi…
Üstad Hazretleri kendisine ağır zülümler yapanlara bile akrabalarının hatırına beddua etmekten vazgeçtiklerini ifade etmektedirler: “Afyon müddeîsi dahi bazı kıskanç adamlara aldandı, beni ziyade incitti. Bu hapsimde bazan bir gün, bir ay Denizli hapsindeki sıkıntıdan ziyade sıkıntı çektiğim bir zamanda mazlumların silâhı olan beddua etmek hatırıma geldi. Birden dört-beş yaşında bir kız çocuğu pencerelerime alâkadarane bakıyor gördüm. Sordum, dediler: “Abdullah Bey’in kızıdır.” Ben de o masumun hatırı için bedduayı bıraktım…Ben de bu manevi silâhımı mecburiyet-i kat’iye olmadan, ma’sum çocuklara zarar gelmemek için bana zulmedenlere karşı isti’mal etmiyorum.
Mazlumun en doğal hakkı olan beddua etmede bile zalimin akrabalarının bundan nasıl etkileneceği hesaba katılmaktadır.
Herhalde verilen örnekler üzerinde dikkatle durulup düşünülürse, Hocaefendi’nin de farkında oldukları bu problemlerin çözümünde, nebev-i usule uygun hareket ettikleri kolaylıkla anlaşılabilecektir. Böyle insanlar başını çektikleri hareketlerde veya tebliğ ve temsil vazifesini deruhte ettikleri toplumlarda düşmanlıkları besleyecek davranışlardan, telkinlerden ve usullerden uzak durmak zorundadırlar. Toplumdaki gruplar ve bireyleri kaynaştırmaya matuf, barış ortamını besleyen, kin ve nefret ortamlarını ortadan kaldıran ve problemlere geçici olmayan kalıcı çözümler bulmaya yönelik hareket etmelidirler.
Bu yüzden problemlerin çözümünde Nebev-i usule uygun hareket ederler. Şahıslardan ziyade vasıflar üzerinde tahşidat yaparlar. Cemaatlerine, güzel olan vasıfları kazandırmak için çalışırlar. Zararlı ve kötü vasıflara karşı korumak için de bilgilendirir, sakındırır ve bu hasletlerin neşv-ü nema bulmaması adına bir şuur, bir farkındalık ve bir kültür meydana getirmeye gayret ederler.
Önemli olan vasıflar üzerinden mücadelenin gerçekleştirilmesidir. Üstad Hazretleri uhuvvet risalesinde bu hususa işaret etmektedirler. Muhabbet sıfatının muhabbet edilmeye, adavet sıfatının ise adavet edilmeye hakkı olduğunu ifade etmektedirler. Bir kalpde muhabbet yerleştiği zaman adavete, adavet yerleştiğinde ise muhabbete yer kalmayacağını, bir kalpte muhabbet hakiki manada yerleştiği zaman adavetin acımaya inkılap edeceği üzerinde önemle durmuşlardır. Böyle bir kalbe sahip olan insanlar, şahısları yok etmek yerine onların ıslahına gayret edecekler ve bu hususta maddi ve manevi duaya ehemmiyet vereceklerdir.
Davaya zarar veren yanlış uygulamalara, maddi ve manevi insani değerlere ve Nebev-i ahlaka aykırı olan davranışlara sebebiyet veren vasıfların çirkinliği ortaya konmak suretiyle, bunlara karşı bir mücadele kültürü oluşturulmalıdır. Bataklık kurutulduğunda, ancak bu ortamlarda yaşayabilen zararlı haşerat ve mikroplar yaşama imkanı bulamadıklarında yok olmaya mahkum oldukları gibi,  Hizmet insanlarında da bu duyarlılık umumi manada oluştuğunda, meydan gelecek o nezih ve daha steril ortamda, topluma zarar verecek mikroplar, hastalıklar ve zararlı vasıflar neşv-ü nema bulamayacaklardır. Bir takım hastalıklara yakalanmış insanlar ise ya tedavi edilecekler, ya da tedavileri mümkün değilse yok olmaya mahkum olacaklardır.
Önemli olan, münafıkların durumları tamamen tebeyyün edince problemler ortadan kalktığı gibi, bu problemlere sebebiyet veren insanların yaptıkları, kötü vasıfları ve bunlarla nasıl mücadele edileceği ile ilgili bir farkındalık ve kültürün oluşturulmasıdır.
Hizmet insanları bu Nebevi usüle uygun harekete ederek, isyan ahlakının gereğini sergileyecek, haksızlıklar karşısında susmayacak, uslubunca dillendirecek ve gerekenleri yapacak ve sabırla neticeye gitmeye çalışacaklardır.
İlk yazıda ele alınan acelecilik hastalığına düşülmemeli, netice ve muvaffakiyetin Allah’ın (cc) vazifesi olduğu da iyice bilinerek hareket edilmelidir ki Nebev-i usule bağlı kalınabilsin. Aksi takdirde neticelere kilitlenen insanlar, “neden olmuyor” diyerek sabırsızlık gösterecek ve istedikleri neticeleri alabilmek için yapıcı olan Nebev-i usulü terkedip neticeleri yıkım olan şeytani bir takım yollara başvurabileceklerdir.
Esbab açısından, hizmet insanları bu iradeyi gösterebilirlerse, Hizmet prensiplerine aykırı davranan ister yönetici ve isterse yönetilen olsun, herkes ya kendilerine çekidüzen verecekler ya da yerlerini daha liyakatlı olanlara bırakıp gitmek zorunda kalacaklardır.
Firavunların, zorbaların yolundan mı gidilecek yoksa peygamberler yolundan mı?!.
Konuyu şimdilik Fethullah Gülen Hocaefendi’nin şu orijinal tesbitleriyle noktalayalım: “Egosu ve kibri kendisini başkalarıyla istişare etmekten alıkoyan bir insan, mü’min bile olsa tiranların yolunu Peygamber yoluna tercih etmiş demektir. İnsan daha başta hangi yolu takip edeceğini çok iyi belirlemelidir. Duygu ve düşünceleriyle, hâl ve hareketleriyle firavunların, zorbaların yolundan mı gittiğini yoksa peygamber yolunu mu izlediğini sık sık gözden geçirmelidir. Bizce tutulup gidilmesi gerekli olan tek yol baştan enbiya-i izamın yolu, sonra da milimi milimine onları takip eden ve en üst seviyede temsil eden sahabenin yoludur.”
İnşaAllah konuya bir sonraki yazıda devam edelim…
http://www.tr724.com/problemlerin-cozumunde-nebevi-yaklasim-1/

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.