Bu Teveccüh Yetmez mi? - Fikret Kaplan

"İşte sana onların kendi yolsuzlukları yüzünden ıpıssız kalan yurtları!.." 17/52

Gök kapılarının ardına kadar açıldığı kutlu zaman tünelinden çok değerli bir misafir gelmişti dünyamıza. 

O aramızda misafir kaldığı müddetçe, Cenâb-ı Hakk’ın, her gece dünya semasına ineceği, kullarına sonsuz teveccühte bulunacağı bir zaman dilimiydi bu. İnsanlara melekûtî âlemin kapılarının sonuna kadar aralanacağı lütuf günleri…  

Nesrimize girmiş, şiirimizde yer etmiş, edebiyatımızda baş köşeye oturmuş, vaaz u nasihatlere mevzu olmuş Ramazan-ı Şerif gelmişti. İnsanlara, ebedi hayatlarını kazanma yolunda bir ay rehberlik yapacaktı. Gözlerini açacaktı onların nefsin tuzaklarına, hakikatlerin yüzüne… ebedi saadet alemine. 

Yüzyıllarca İslâm dünyasının hâmîsi olma gibi büyük bir misyonu eda etmiş ve bütün milletlerin şuuraltlarında öyle yer almış olan Anadolu topraklarına da misafir olmuştu Ramazan. Cenab-ı Hakk, insanların iyiliği için ortaya çıkardığı bu hayırlı millete öyle mükemmel bir kök vermiş ki, o tam dokuz asır Efendisi’nin Aleyhissalatü vesselam bayrağını en yüksek burçlarda dalgalandırmıştı. O yüzden, Ramazan bu ülkede bir başka değerliydi… 

Fakat şimdi kendisini cansız cenazeler haline gelmiş bir memleket karşılıyordu. O eski his ve heyecandan hareket yoktu. İnsaf, şefkat ve merhametten eser kalmamıştı... İftar çadırları için, Afrika’daki mümin kardeşlerine yardım için, kumanya paketleri için aylarca öncesinden hazırlık yapan Hizmet insanları yoktu meydanlarda. Camiler, sokaklar, mahyalar, kubbeler nasıl bu denli şuursuz bir hale bürünmüştü? Hayret veriyordu her şey kendisine... Bu şehitler diyarı böyle değildi. Hiçbir dönemde bu kadar da lal kesilmemişti.

Halbuki şeytanlar bağlanmıştı. Zincire vurulmuşlardı kötülük telkin etmemeleri için. Kalplere hayır yolları, sevgi bahçeleri tamamen açık tutulmuştu. 

Ama insi şeytanlar sevgi ve hoşgörünün bayraklaştırıldığı bu ülkede iblislerin çok ötesinde kötülük düşüyorlardı Allah’ın sadık kulları için… Ne Yüce Yaratıcı’nın engin rahmet hazineleri ne de Ramazan’ın yeniden diriliş coşkusu onlara bir şey anlatıyordu. Zavallıların gözleri var; ama göremiyorlardı. Kalpleri var; ama hissedemiyorlardı. Zihinleri olabildiğince kirli, ağızları bozuk, içleri kin ve nefretle köpürüp duran bu insanlar sevgiye hasret gidiyordu. İyiliğe, güzelliğe, sevgi ve hoşgörüye tahammülleri yoktu. Şeytanın yapamadığını insanlara yapıyorlardı. Tahakküm etmek, onları ezmek, yıpratmak, küçük düşürmek ve yok etmek… Bu şerli insanlar, kendileri gibi düşünmeyenlere sürekli saldırmakta, karalar çalmakta, istediklerini göklere çıkarırken istemediklerini de istediği kadar iyi olsun rahatlıkla yerin dibine batırmaktaydılar. 

Memleketin içler acısı haline ve iniltileri yürekler dağlayan mazlumların ahvaline hüzünle şahit oldu Ramazan. Her yerde samimi, hakperest insanların, zorba ve dehşetli adamların elinden ve zulmünden feryat ettiklerini gördü. Bütün memleket, baştan başa bir matem yurduna dönmüştü. 

Ağlamaktan kendini alamadı ve yüzünü maziye çevirip dost, kardeş, talebe, esnaf, öğretmen, işçi, memur…samimi hizmet insanlarını aradı. Kendilerini insanlığa hizmete adamış o masumların hayalleri gözünün önüne geldi.

Hüzünlü gözlerle ülkeyi seyretti. Sokak sokak, ev ev gezdi. Okulların, yurtların çehresine baktı. Hamiyetperver esnafın, tüccarın işyerine uğradı. O evlerdeki, okullardaki, yurtlardaki, işyerlerindeki insanların çoğu ile dosttu.  Şimdi o güzel insanlar yoktu artık buralarda. 

Bir kısmı, Allah rahmet eylesin, hücrede, gözaltında, işkenceyle; bir kısmı da hicret yolunda bir garip olarak vefat etmişti. Bir kısmı da gurbette perişan olmuştu. Kalbi, ruhu en derinden sızladı.

Karşısında harabeye dönmüş yerlerin mâmur, şenlikli olduğu, neşe ve sevinçle hizmet verdiği zamanlarda çok kıymetli talebelerle geçirdiği, o şirin sayfaları birer birer, sinema perdesindeymiş gibi canlanıp göründü. O kadar rikkatine dokundu ki, binlerce gözü olsa onunla beraber ağlayacaktı.

Hizmet gönüllülerinin gayretleriyle, saygının, sevginin ve insanî münasebetlerin yeniden canlandığı ülkede ne olmuştu? Halbuki yakın geçmişte her şey daha bir farklı görünüyor ve daha bir sıcak hissediliyordu. Ara sıra bir kısım münasebetsiz ve can sıkıcı sesler duyulsa da toplum hemen her kesimiyle âdeta bir bahar heyecanı yaşıyor ve upuzun kara kıştan sonra yaz rüyaları görüyordu. Bu darbe de.. 15 Temmuz da nereden çıkmıştı?

Yiğidim, hele anlatıver olup biteni! 
Sen dertli, vatan dertli, oturup ağlayalım...
Ağlayıp sinelerimizi dağlayalım,
Yiğidim, hele anlatıver olup biteni.

Ramazan kültürünün bir başka güzel boyutunun, Müslümanların sofrasının herkese ve her dine açık olduğunu gösteren abiler, ablalar… sevenler ve sevilenler dünyasından pırıl pırıl renkli fotoğraflar, her yerde teneffüs edilen sımsıcak hava, her yanda tüllenen derin bir şefkat ve merhamet… kinin, nefretin bulunmadığı-bulunamayacağı günler... Sadece sofraların değil, müminlerin gönüllerinin de herkese açık olduğunu ilan eden Ramazanlar neredeydi şimdi…  

Her tarafta harab eller, baykuşlara bayram,
Köprüler bir bir yıkılmış ve yollar yolcusuz,
Gelip uğrayanı kalmamış çeşmeler, susuz..
Her tarafta harab eller, baykuşlara bayram.

Ülkede masum insanlara yapılan tazyiklerle, reddedilişlerle, bir türlü sindirilemeyişlerle, kabul edilmeyişlerle, taziplerle, tehcirlerle, tehditlerle, tenkillerle, hapse atılmalarla, işkence görmelerle, acaba Cenâb-ı Hak bir metamorfoz mu yaşatacaktı bu ahirzaman gariplerine?!..

Hem bu hüzün hem de hüznün arkasında gizlenen lütuflarla hayret içerisindeydi Ramazan. 

Nitekim, o mazlumların, mağdurların, zulme uğrayanların, gadre uğrayanların, azledilenlerin, tevkif edilenlerin, ta’zîb edilenlerin:
“Ey en açılmaz kapıları açtıran, en sarp yokuşları aştıran Rabbimiz!.. Bize de hayırlı kapılar aç; problemlerimizin halli için ferec ve mahreç nasip eyle.” dularına Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bazen doğrudan doğruya, yakazaten, bazen de rüyada temessül buyuruyordu. Şefkat âbidesi, şiddetli tazyikler altında, sarsılmasınlar diye geliyor, ara sıra aralarına giriyordu: “Bakın, Ben sizinle beraberim!” diyordu. Yanında merakla soran ashabına şöyle buyuruyordu: “Onlar, Benim âhirzamanda gelen kardeşlerim!..” 
Râşid Halifeler’le birlikte Ashab’ı Bedir, Ashab’ı Uhud efendilerimiz de geliyorlardı. 
Üstad Bediüzzaman Hazretleri de Ramazan’da kardeşlerini yalnız bırakmamıştı. O da bir başka hüzünlüydü. Hayat hikâyesinin mühim bir sahnesini yeniden yaşıyor gibiydi. Fakat, hizmet kardeşlerine güya Müslümanım diyenlerin çektirdiği zulümleri ne Komünist Rusya ne de bir başkası kendisine reva görmüştü. 
O da ‘Dostlarım içinde çok münafıklar var. Münafık kâfirden daha tehlikeli ve zalimdir. Onun için, kâfir Rus’un bana çektirmediğini çektiriyorlar.’ demişti o gün. Ama şimdi ülkede şahit oldukları daha korkunçtu. Böyle bir zulmü hiç görmemişti.
En şiddetli baskı dönemlerinde bile kendisiyle birlikte tutuklanan talebelerinin eşleri hapse atılmamıştı. Zindanlara mahkum edilmemişti hamile hanımları. Bebekleri, çocukları, yaşlı anne ve babaları hücrelerde tutulmamıştı. Üstadın bulunamayan talebelerinin yerine eşleri, anneleri zulme maruz bırakılmamıştı, derdest edilmemişti. En zalim gaddar düşmanı bile onlara bunu yaşatmamıştı.

Geçenler varsa İslâm´ın şu çiğnenmiş diyârından
Şu yüz binlerce yurdun kanlı, ziyaretçisiz mezârından;

İşte, Bediüzzaman’ın en büyük hayali olan hizmet okulları ve memleketin içine akacak pisliklerin önüne set diye yakaza halinde diktiği yurtlar… Onlar da yakılmış. Kapılarına kilit vurup harabe haline getirilmiş. 

Hiç durmadan, gecesinde gündüzünde güzel talebeler yetiştiren kurumlar, soluk soluğa küheylanlar gibi Nam-ı Celil-i Muhammedî'yi dünyanın her yerine ulaştıran ışık evler… eşkıya mekanları diye kapatılmış bir bir. 

Salonlarında, yemekhanelerinde, utana utana, hicap ede ede, terleye terleye himmet yapılan binalar… "Ne olur Allah aşkına coşun, burs verin, ev açın, yurt yapın, okul açın" denilen hizmet yuvaları hep tarumar edilmiş. 

Uhuvvet, sevgi, yürekten alaka, birbirleriyle fertler sarmaş dolaş olurken, dışarıdan gelenlerin 'Aman Allahım, bu ne kardeşlik, bu ne uhuvvet' dediği hizmet günleri, hizmet insanları ve hizmet mekanları…yoktu artık toplumun hayatında. 

Ağlamaktan kendini alamadı Üstad ve ta Çamlıca Tepesi’ne, İstanbul’a bakan yüksek yere çıktı, oturdu. Hayalen altı yedi sene öncesine gitti. Hayalinin gücü kuvvetli olduğu için onu o zamanda epey gezdirdi. Etrafta kendisini o hayalden ve o zamandan geri çevirecek kimse de yoktu, yalnızdı. Gözünü açtıkça altı yedi sene içinde bir asır geçmiş kadar tahribat olduğunu gördü memlekette.

Baktı ki, etrafındaki şehir, insanların içi, ruhu, aklı, kalbi.. baştan aşağı yakılmış, yıkılmış. Adeta iki yüz sene zulümle geçmiş gibi hüzünlü gözlerle seyretti İstanbul’u. 

Müslümanların evleri ve maneviyatları tahrip edilmiş gördü. Kalbi en derinden sızladı. Bu, o kadar kalbine dokundu ki, her biri için milyonlarca gözle beraber ağladı.   İnsanlığın bekasına adanmış bu hizmete karşı ruhlar nasıl olmuş da dilsiz şeytan kesilmişti. 

Şimdiye kadar hiçbir şey kendisini o vaziyet kadar yakmamış, ağlatmamıştı. Eğer Kur’an’dan, imandan yardım gelmeseydi o gam, keder, hüzün ve zulüm bu hizmet gönüllülerini hücrede, gaybubette yaşatmazdı, ruhlarını uçuracak gibi bir tesir yapardı. 

Eskiden beri şairler şiirlerinde, dostlarıyla görüştükleri yerlerin zamanla harap olmasına ağlamışlar. Bunun, ayrılık acısını en çok hissettiren örneğini Üstad gözüyle görüyordu. Manen birlikte olduğu çok sevdiği hizmet dostlarının ikamet ettikleri yere uğrayan bir adamın hüznüyle hem ruhu hem kalbi gözlerine yardım edip ağladılar.

O zaman, sadece dünyayı gaye edinenlerin haline çok hayret etti: “Nasıl oluyor da zulmü görmüyorlar ve kendilerini aldatıyorlar?” diye düşündü. 

Çünkü o vaziyet, dünyanın tamamen fâni olduğunu ve insanların da içinde misafir olarak bulunduğunu ancak tamamen unutmasıyla mümkün olabilirdi. Hakikat ehlinin sürekli ‘Dünya gaddardır, aldatıcıdır, fenadır, aldanmayınız!” demelerinin ne denli unutulduğunu gözleriyle gördü. O şirin vatanın Hizmetin şahsında aslında dine savaş açıp manen ölmesi karşısında yüzlerce gözle ağlamaya ihtiyaç duydu. 

Rivayet edilen bir hadiste buyruluyor ki, her sabah bir melek, “Ölmek için dünyaya gelir, harap olmak için işler yaparsınız.” der. İşte bu hakikati kulağıyla değil, gözüyle işitiyordu Üstad Bediüzzaman. Evet, şeytanın oyunlarına karşı kurulan menziller harap olmuş, hizmet duygusu yıkılmıştı. Üstad’la birlikte âdeta kabir ehli, okulların harabe duvarları, dağılmış taşları da ağlıyor gibiydi.

Madem dünyada böyle tahammülü aşan, sabrı tüketen, karşı koyulmaz, yakıcı zulümler var. Bu Hizmet ehli insanlar buna nasıl dayanıyorlar acaba diye düşündü. Zira, gözünü gezdirdiği her yerde karanlık gördü. O elemin şiddetinden gelen hisleri, ona dünyayı korkunç, boş, ıssız, başına yıkılacak gibi gösterdi. Ruhu düşman vaziyetini alan sayısız belâ karşısında hizmet gönüllüleri için bir dayanak noktası, bir yardım eli aradı. O sayısız ayrılıklardan, tahriplerden ve ölümlerden gelen hüzne ve gama karşı teselli beklerken, birden Kur’an-ı Mucizü’l-Beyan’ın:

‘O Aziz ve Hakîmdir: Üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir. Göklerin ve yerin hakimiyeti O’nundur. Hayatı veren ve alıp öldüren O’dur. O her şeye kadirdir. (Hadîd sûresi,1-2) ayetinin hakikati tecelli etti. 

‘Hizmet gönüllülerinin maruz kaldığı bu zulümler seni neden bu kadar üzüyor? Her şeyin asıl Mâlik’i, Sahibi ve Rabbi olan Nakkaş-ı Ezelî’ye bak. Her şey, senin Yaratıcın olan şu memleketin Hakiki Mâlik’inin emrine boyun eğer, her şeyin dizgini O’nun elindedir, O’na bağlanman yeter.’ 

Ramazan-ı Şerif, işte bir bayram sabahında ayrılıp giderken, bunca zulmün yanında Hizmet ehline gösterilen bu teveccühü görünce ‘insan, preslense, paletler altında kalsa bile, yeğdir, değer!.. diye düşünüyordu. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlar ile beraber ise, Bediüzzaman’in himmeti yanlarında ise varsın Allah’tan kopmuş insanlar, onları karşılarına alsınlar, onlara işkence etsinler, azaba doymazlık, ta’zîbe doymazlık içinde tazip üstüne tazipte bulunsunlar!.. Ne önemi olur, Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlarla beraber olduktan sonra, Allah’ın teveccühü onlarla beraber olduktan sonra!.. 

http://m2.shaber3.com/yazarlar/fikret-kaplan/bu-teveccuh-yetmez-mi/1326043/

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.