“Hey gidi günler!” - Tarık Burak
Fethullah Gülen Hocaefendi, çok yürekten bağlanmıştı
i'la-yı kelimetullaha ve insanlığın kurtuluşunun Hizmet ile olacağına. O
yüzden İzmir Kestanepazarı'nda geçirdiği o günlerin her anında hizmet
etme çabası içindeydi. Küçük tahta bir kulübede yaşıyor, riyazat
yapıyor, az yiyor, az içiyor, talabenin, vakfın, yurdun imkanlarından
kesinlikle yararlanmıyordu. Kılı kırk yararcasına çok dikkatli
yaşıyordu. En küçük bir şüphe dahi gördüğü sahalara asla yaklaşmıyordu.
Fakat, bütün bu samimi gayretleri bugün
olduğu gibi o gün de hasetle engellenmek isteniyordu.
Kestanepazarı'ndaki gerginlik gün geçtikçe artıyor, azalmıyordu.
Güzelyalı tarafında bir ev bulmuştu Hocaefendi. Bir gece eşyalarını
topladı ve talebelerin de yardımıyla bir arabaya yükledi. Ve gözyaşları
içinde, gönlü hicranla dolu olarak Kestanepazarı'ndan ayrıldı...
“Beni
beş sene barındıran tahta kulübemi çok özleyecektim. Uzuvlarım
vücudumdan koparılmış gibi oldum. Ben kulübemle, Kestanepazarı'yla ve
onlardan da önemlisi canım kadar sevdiğim talebelerimle öylesine
bütünleşmiştim...”
Hocaefendi, Kestanepazarı’ndaki tahta kulübesini yıllar sonra şöyle anlatacaktı:
“Belki
bunlar sizin gelecekte iyi günleri idrak ettiğiniz zaman, geriye dönüp
yüzüne bakacağınız günler olacaktır. Çok kimseler, tatlı günleri ileride
arayacak, fakat siz yer yer dönüp gerilere bakacaksınız. Alınlarında
nur tele’vü’ eden, çehreleri dırahşan, evlerinizin çehrelerine
bakacaksınız. Emeğinizle kurduğunuz yurtlarınızın çehrelerine
bakacaksınız, okullarınızın çehrelerine bakacaksınız ve camileri lebâlep
dolduran genç delikanlıların çehrelerini tahayyül edeceksiniz ve bir
gün sahabinin dediği gibi “Hey gidi günler” diyeceksiniz, “Meğer tatlı
günler o günlermiş” diyeceksiniz. Belki ben de öyle diyeceğim. Ama belki
yerin altında, belki de yerin üstünde ben de öyle diyeceğim.
Hey
gidi günler! Tam yaşanacak günlermiş, hiç durmadan gecelerinde
koşulacak günler. Hiç durmadan soluk soluğa küheylanlar gibi
gündüzlerinde koşulacak günler… Himmet toplantısı deyip utana utana,
hicab ede ede, terleye terleye “ne olur Allah aşkına, coşun” denen
günler!
Burs verin, kurbanlarınızı verin, imam hatip
yapın, yurt yapın, pansiyon yapın, okul açın… açın deyip terin tabandan
çıktığı günler!
Ben de diyeceğim, siz de
diyeceksiniz. Bugün, belki bu günler hicranlı günler, belki hasretli
günler ama bir gün gelecek “özlenen günler” olacak. Nesibe, yetiştiği
gül devriyle şen, şâd ve hurrem değildi. O Uhud'u düşününce seviniyor ve
gülüyordu. Sırtında elin yumruğun girip saklandığı sırtındaki yarayı
gösterdikleri zaman mesud ve bahtiyar oluyordu. Gül devrini yaşarken
değil. Abdullah İbni Hüzâfetü’s-Sehmî başının kaynayan sulara sokulduğu
günleri hatırlıyor “Hey gidi günler!” diyordu.
Huzeyfe
babasının evinden kovulduğu günü düşünüyor, “Hey gidi günler!” diyordu.
Ammar yeldire yeldire geziyordu. Sırtında ateşlerin söndürüldüğünü
düşünüyor “hey gidi günler” diyordu. Zübeyr bin Avvam hasırlara sarılıp
yakıldığı günleri hatırlıyor, “Hey gidi günler” diyordu. Onlar “hey gidi
günler”di. Çünkü o günlerde müminler, tırmanma şeridinde sürekli olarak
tırmanıyorlardı. Hiçbir şeye gönül kaptırmadan, başka hiçbir sevgiye
dilbeste olmadan, turnikeye önce girmiş olmanın hakkını araştırmadan,
hizmet karşısında hakk-ı temettu aramadan, sadece “hizmet diyor” ve
yürüyorlardı.
“Hey gidi günler!” “Hey gidi günler!”
diyorlardı, o çile günlerine, o ızdırap günlerine. Çünkü o günlerde
“içlerinde Allah’ın hoşnutluğundan başka mülahaza” yoktu, çünkü o
günlerde büyüklük yoktu, çünkü o günlerde herkes küçüktü, çünkü o
günlerde herkes neferdi, çünkü o günlerde turnikeye evvel girmiş olmanın
hesabını yapma yoktu. Çünkü o günlerde “Kün inde’n-nâs ferden
mine’n-nâs.” vardı, “insanlar arasında insanlardan bir insan ol” vardı.
“Ah!
nankör nefsim!” sen de “hey gidi günler” diyeceksin. Kafanda hiç o
türlü duygular ve düşünceler yoktu, dinleseler de dinlemeseler de
alınmıyordun. Sekiz saat derse girdikten sonra, iki yerde de akşam derse
iştirak ediyordun. Bir Cumartesi-pazar, burası Simav senin, orası Gediz
benim, şurası da Demirci senin. Ve pazartesi derslere yetişme de yine
senin. Ama alınmıyordun gönül koymuyordun, “dinleyen yok” diye
üzülmüyordun, “tesir etmiyorum” diye müteessir olmuyordun.
“Hey
gidi günler!” ne kadar arkada kaldınız, bizden ne kadar uzaklaştınız,
biz ne kadar büyüdük. “Hey gidi günler!” siz ne kadar küçük kaldınız.
“Ah eyyâmullah!”, “ah peygamber günleri!”, “ah hizmet günleri!”, “ah
başka mülahazaların içine girmediği günler!” Biz büyüdükçe sizler arkada
küçük kaldınız. Benim Kestanepazarı’ndaki tahta kulübeciğim içinde
kaldınız! Ah tahta kulübem, her şey senin içinde kaldı gitti. Ah
küçüklük, sen ne iyiydin, arkadaştık seninle ve yine “hey gidi
günler...”
Kestanepazarı’ndan ayrıldıktan sonra
Güzelyalı'da günler geçmek bilmiyordu. Sanki saniyeler sene olmuştu.
Halbuki, talebelerin arasında bulunduğu günlerde; vaktin arkasından
koşturuyor ve adeta zamanla yarışıyordu Hocaefendi. Yapacağı işler ve
yapması gerekenler günün yirmi dört saat olması gerçeğine karşı pervasız
bir meydan okuyuş içindeydi. Başka türlü bu kadar işi bu kadar dar
zamana sığdırmak nasıl mümkün olurdu ki? Halbuki şimdi vaktinin büyük
kısmını okumaya ayırabiliyordu. Ama, ‘o hey gidi hizmet günleri’nin
arkasından küheylanlar gibi koşmaktan hoşlanıyordu.
Gerçi,
bazı insanlar için onun o andaki programı da çok yüklü sayılırdı. Bir
kere bütün geceleri ev sohbetleriyle geçiriyordu. Haftanın bir-kaç
gününde vaaz veriyor, dersler yapıyordu. Meşgul olunan üniversite
talebelerinin sayısı gün geçtikçe artıyor ve onlarla meşguliyeti de yine
vaktini alıyordu. Fakat, yine de Kestanepazarı günleri bir başka
bereketliydi. Hele o küçücük tahta kulübede verilen hizmet, bütün
Türkiye sathında, hizmet adına gösterilen gayrete denk neticeler
veriyordu.
Yaşar Tunagür Hoca bu ayrılma hadisesini şöyle anlatıyor:
"İzmir'e
gittiğimizde Fethullah Gülen Hoca'yı Kestanepazarı'nda eşraftan Hacı
Kemal Bey'le tanıştırdım. Ara sıra bir teftişe gidiyorum, ne var ne yok
diye? Baktım ki İzmirliler çok memnun:
- Hocam öyle birisini gönderdin ki sana duacıyız. diyorlar.
Hocaefendi
hep camide yatıyor Edirne'de iken de Hocaefendi'nin evi nerde
dediğimizde, 'camide yatar' dediler. Hangi camide? 'İş gördüğü camide,
iki metrekarelik pencereler var ya, orayı oda yapmış Edirne'de orada
yatıyor. Kestanepazarı'nda da öyle. Talebe çok, 400 küsür talebe var o
yüzden öyle. Bütün gün ders okutuyor. Sabaha kadar yatakhane yatakhane
dolaşıp kimin üstü açılmış, kim ne yapıyor, teftiş ediyor. Aradan iki
sene geçti, hoca vaazlara devam ediyor. Vaazlar banta alınıyor. Tuzcu
Cahit var, bantları çoğaltıyor. Hocanın İzmir'de büyük himmeti ve
hizmetleri oldu. Onu artık kendisinden dinleyeceksiniz. Fakat vaazlar
bilinen bazılarını rahatsız etti. Bunun üzerine dernektekiler de: 'Sana
sormadan bir şey yapamayız' diyorlar ama Hoca'nın Kestanepazarı'ndan
gitmesini de istiyorlar. Ben de Derneğin Başkanı Ali Rıza Bey'e:
- Her şeyi bir tarafa bırakın, hocaya dokunamazsınız. Eğer hocanın işine son verirseniz cami başınıza yıkılır, dedim."
Ve
Fethullah Gülen Hocaefendi, mecburen ayrıldıktan üç ay sonra Yaşar
Tunagür Hoca yine Kestanepazarı'na gider. Camiye girmek ister, ancak
cami kapatılmıştır.
Yaşar Tunagür Hoca, anlamıştır ne olduğunu ama yine de sorar. Aldığı cevap manidardır:
"Caminin kubbesi dört yerinden çatladı. Niye bilmiyoruz." derler.
Ne
enteresan bir tevafuktur ki, seneler sonra Amerika'da alınan kampın
ismi de Kestane idi... Altın Nesil Chestnut Kampı İnziva Merkezi
(Golden Generation Chestnut Camp Retreat Center).
Bu Yayına Yorum Yapın