BULGARLAR NİÇİN ERİTİLEMEDİ? - Abdullah Aymaz
Kanunî Sultan Süleyman, Sadrazamı İbrahim Paşa ile bir
sefer dolayısı ile, Bulgaristan’da bulunuyorlarmış… Bulgarların güven
vermeyen ve ileride bir çıban başı olabilecek halleri üzerine
konuşuyorlarmış… Sadrazam İbrahim Paşa, Padişah’a demiş ki: “Hünkârım,
dünyanın bin türlü hali var. Bir gün gelir, Bulgarlar başımıza dert
açabilirler. Bir ferman buyurun da, Bulgarları Anadolu’ya dağıtalım.
Anadolu’nun değişik yerlerinde eriyip kaybolsunlar.”
O tarihlerde Bulgarlar, 220 bin civarında bir nüfusa sahip
bulunuyorlar. Bu sebeple Sadrazamın teklifi uygulanabilir bir şeydir.
Belki Padişah da şahsî görüşü itibariyle aynı şeyleri düşünüyordur.
Ancak, her konuda olduğu gibi, böylesi önemli bir konuda da, Padişahın
başı HUKUK’a bağlıydı. VİCDANINI DOKUYAN HUKUK tehlikeli gördüğü bir
kavmi eritip yok etmesine asla müsaade etmezdi. Devletin bağlı olduğu
hukuk kuralları herkesi bağladığı gibi, Cihan Padişahını da bağlıyordu.
(M. Niyazi Özdemir)
O hukukun temeli Kur’an-ı
Kerimdi. Kur’an-ı Hakimde şöyle buyurulmaktadır: “Ey insanlar! Biz sizi
bir erkekle bir kadından yarattık… Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız
için milletlere, sülâlere ayırdık. Şunu unutmayın ki, Allah’ın nazarında
en değerli, en üstün olanınız, takvada en ileri olandır. Muhakkak ki,
Allah her şeyi mükemmel bilir; Alîm’dir. Her şeyden haberdardır;
Habîr’dir.” (Hucurat Suresi, 49/13)
Üstad Hazretleri şöyle bir izahta bulunuyordu:
“Sizi tâife tâife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ
birbirinizdeki, ictimaî hayata ait münasebetlerinizi bilesiniz,
birbirinize yardım edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaratmamın hikmet
ve sebebi, birbirlerinize karşı inkârla yabanî bakasınız diye değildir.”
(Yirmi Altıncı Mektup, 3. Mebhas)
Ey insanlar!..
Size bu seslenişle seslenen sizi Yaratan’dır… Bir erkek ve bir dişiden…
Sizleri, milletler, kabileler halinde yaratmasındaki gayesini, sizlere
bildirmektedir O. Bu gaye, birbirinizin gırtlağına sarılma ve
birbirinizle çatışma değildir. Bu gaye, sizin birbirinizle tanışmanız ve
kaynaşmanızdır… Dillerin ve renklerin farklı oluşu, huy ve ahlakların
çeşit çeşit olması, kabiliyet ve yeteneklerinin değişik değişik olması,
çekişme ve ayrılığı gerektiren bir ayrılık değildir. Aksine, bütün
yükümlülükleri yerine getirmek ve bütün ihtiyaçları gidermek için
yardımlaşmaya gerektiren bir unsurdur. Rengin, ırkın, dilin, vatanın ve
bu değerlerden başka diğerlerinin Cenab-ı Hakkın ölçüsünde hesaba
katılacak bir değerleri yoktur. Ortada ancak ve ancak bütün değerlerin
kendisi ile belirlendiği ve insanların üstün olup olmadıklarının kendisi
ile bilindiği bir tek ölçü vardır. Bu ölçü: “Allah yanında en üstün
olanınız O’ndan, en çok korkanınızdır.” ölçüsüdür. Gerçek şerefli insan,
Allah katında şerefli olandır. İşte böyle bütün farklar ve bütün
değerler, değerini kaybeder, düşer ve tek bir ölçü ve tek bir değerle
yükselir ve insanlar muhâkeme edebilmek için bu biricik ölçüye
başvururlar ve insanların ayrılıkları, ölçüde bu değere vurulur. Ve işte
böylece yeryüzündeki bütün çatışma ve düşmanlık sebepleri kaybolur
silinir. İnsanların üzerine titreyip sıkıca yapıştığı ve değer verdiği
bütün yeryüzü değerleri işte böylece önemsizleştirilir. (Fî
Zılâli’l-Kur’an)
1071’de Malazgirt’ten sonra
Anadoluya 300 bin Müslüman girdi. Halbuki orada beş milyon gayr-i Müslim
vardı. Bunlar ne oldu? Şimdi diyoruz ki, “%90 Müslüman Anadolu!..”
Nasıl oldu bu? İslamiyette zorla müslümanlaştırmak söz konusu değildir.
Çünkü “Dinde zorlama yoktur. doğru yol, sapıklıktan hak bâtıldan ayrılıp
belli olmuştur.” (Bakara Suresi, 2/256) buyuruluyor. Değil bir insanı
zorla Müslüman etmek; bir milleti başka yerlere sürüp eritmek de yoktur.
Nitekim, koskoca Kanunî Sultan Süleyman, problem olacak 220 binlik
Bulgar nüfusunu, yerinden dağıtamadı. Çünkü Şeyhülislam izin vermedi.
Cenab-ı Hak insanları millet millet yaratmıştır. Bir milleti sürüp
unutturmak söz konusu olamaz. Böyle olunca bu 17 kat fazla olan insanlar
nasıl Müslüman oldu?
Elbette insânî evrensel
değerleri, yani insaniyet-i kübrâ olan, gerçek ve büyük insanlık olan
İslamiyeti yaşayarak. Güzellikleri bütün câzibeleriyle temsil ederek…
Çünkü güzelliklerin dominant olarak tesir etme gücü vardır. Tıpkı
ZEMZEM gibi… Bir bardak zemzemi koca bir sürahî suyun içine dökünce, o
suyu enteresan şekilde zemzem haline getiriyor. Gerçekten de bunu
inceleyen Japonlar zemzemin bu özelliğini kabul ediyorlar. Eğer siz
mânevî beslenmenizi, tam olarak gerçekleştirir, iman ve kabul ettiğiniz
ahlâkî güzellikleri ve bütün cihanın tanıdığı fazilet ve değerleri
yaşayarak temsil ederseniz size herkes hayran olur ve isteyerek sizin
gibi olmaya çalışır. Lâfla, rol yapmakla, takıyye yapıp insanları
kandırmakla asla bir yere varamazsınız. Çünkü olmayan sun’î ve yapmacık
şeyleri fıtrat reddeder. Bugün değilse yarın, bunlar yüzünüze çarpılır.
Onun için şeffaflığa ve fıtrîliğe son derece önem vermemiz gerekir.
Bu Yayına Yorum Yapın