Devlet ve egemenlik… | Ahmet Kurucan
Devlet, sınırları belli bir kara parçası içindeki insanların huzur içinde birlikte yaşayabilmelerini sağlayan kurallar eşliğinde hakimiyet/egemenlik ve bağımsızlık esasları üzerine kurdukları bir yapılanmadır. Bu tarife göre insanlar, ülke ve egemenlik/bağımsızlık devletin olmazsa olmaz üç şartıdır denebilir. Özgürlük, eşitlik, sorumluluk, adalet, adaletin temini için hukuki kuralların uygulanmasında ayrımcılık yapılmaması gibi unsurlar devletin yönetim biçimini ele veren harici göstergelerdir.
Bu yazıda erken dönem İslam tarihi açısından egemenlik kavramı üzerinde durmak istiyorum. Egemenlik nedir sorusundan başlayalım. Sözlük manası itibariyle üstünlük manasına gelen egemenlik, ıstılâhî manada hükmeden ve gerektiğinde hükmünü şiddet kullanarak uygulamayı ifade eden bir kavramdır. Bu bağlamda egemenlik devletin yaptırım gücünü göstermektedir ki bu güç iç hukukta “en üstün” güçtür. Uluslararası hukukta ise egemenlik “bağımsız güç” manasına gelmektedir.
Bir de “milli egemenlik” kavramı var. Bu ise ülke sınırları içinde milletin kendini idare edecek yöneticileri hiçbir baskı altında kalmaksızın özgür iradeleriyle seçmesi; ülke sınırları dışında ise kendini idare yetkisi verdiği devlet erkinin ülkeyi ilgilendiren her türlü meselede bağımsız bir şekilde karar vermesi demektir. Klişe tabirle ifade edecek olursak ülke içinde insanların idareci seçimiyle, ülke dışında ise seçilmiş idarecilerin eliyle “kendi kaderini kendi tayin etmesine” milli egemenlik denebilir. Atatürk’ün “Hakimiyet/egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” vecizesine bu açıklamalar ışığında daha net bir anlam kazandırabilirsiniz.
İslam tarihinde ilk egemenlik tartışmaları hiç şüphesiz Haricilerle başlamıştır. Hz. Ali saflarında Muaviye b. Ebu Süfyan’a karşı savaşan Hariciler, Hz. Ali’nin anlaşmazlığa ve Sıffin savaşına son vermek için hakem tayinini kabul etmesi ile ordudan ayrılmış ve “Hüküm vermek Allah’a aittir” (12/40) ayetini okuyarak “İnsanlar hakem tayin edemez. Hüküm Allah’a aittir” demişlerdir. Aslında Hz. Yusuf’un zindanda insanları tevhide çağırdığı konuşma esnasında geçen ve Allah’ın yeryüzünde yaşayan canlı-cansız her türlü varlık üzerindeki ontolojik hakimiyetini anlatan bu ayet, Hariciler tarafından bağlamından kopartılmış ve siyasi alana taşınmıştır.
Bir başka şekilde ifade edecek olursak, Hariciler “Hüküm Allah’a aittir” ayetini Allah’ın ne dediğini anlamadan ne demek istediği konusunda kendi düşüncelerini meşrulaştırmak için kullanmışlardır. Çok tekrar ettiğimiz söylemle Allah’ı –Kur’an’ı da diyebiliriz- kendi keyiflerince konuşturmuşlardır.
İşte Haricilerin bu yaklaşımı siyasi iktidarın kaynağını Allah’a verme sonucunu doğurmuştur. Aradan 15 asır geçmesine rağmen bu sonucun izlerini hem söylem hem de eylem planında Müslümanların siyaset anlayışında görebiliriz. Tekrar etme bahasına daha açık ifade edeyim; Hz. Ali-Muaviye arasında cereyan eden Sıffin savaşında Haricilerin söylediği “Hüküm ancak Allah’a aittir. İnsanlar hakem tayin edemez.” sözü iktidarın kaynağını Allah’a vermiştir. Bunun tabii sonucu olarak da halife/devlet başkanı Allah’ın vekili olmuştur. Cebriyenin ileriye sürdüğü Emeviler tarafından da sıkça kullanılan ve devlet tarafından propagandası yapılan kaza-kader söylemlerine bu gözle bakmakta fayda var. Öyle ki kaza-kader inancın bir unsuru olmaktan daha ziyade iktidar taraftarı veya muhalifi olma konusunda ayırıcı ve belirleyici bir rol oynamıştır. Bir darbe ile 93 yıllık Emevi iktidarını devirip beş asır hükümranlığını devam ettiren Abbasilerde de aynı anlayış devam etmiştir. İlk 7 halifeden sonraki Abbasi halifelerinin isim ve ünvanları bile iktidarın kaynağının Allah olduğu görüşünü tek başına destekleyecek deliller arasındadır. İsterseniz şu isimleri birlikte hızlıca okuyalım. “el-Mu‘tasım-Billâh, el-Vâsık-Billâh, el-Mütevekkil-Alellah, el-Muntasır-Billâh, el-Mustaîn-Billâh, el-Mu‘tez-Billâh, el-Muhtedî-Billâh, el-Mu‘temid-Alellah, el-Mu‘tazid-Billâh, el-Müktefî-Billâh, el-Muktedir-Billâh, el-Kāhır-Billâh, er-Râzî-Billâh, el-Muttakī-Lillâh, el-Müştekfî-Billâh, el-Mutî‘-Lillâh, et-Tâi‘-Lillâh, el-Kādir-Billâh, el-Kāim-Biemrillâh, el-Muktedî-Biemrillâh, el-Mustazhir-Billâh, el-Müşterşid-Billâh, er-Râşid-Billâh, el-Müktefî-Liemrillâh, el-Müstencid-Billâh,el-Mustazî-Biemrillâh.”
İktidarın kaynağının Allah oluşu ile alakalı bir-iki somut örnek vermek isterim. Muaviye Sıffin savaşı öncesi ordusuna yaptığı konuşmada şunları söyler: “Allah’ın takdiri sonucu kader bizi yeryüzünün bu bölümüne sürükledi. Iraklılarla bizi karşı karşıya getirdi. Biz Allah’ın kaderine razı olan insanlarız. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur:” Allah isteseydi bunlar birbirlerini öldürmezlerdi ama Allah neyi dilerse onu yapar.” (2/253)
Yine Muaviye sağlığında oğlu Yezid için kendisinden sonra devlet başına geçecek halife diye halktan biat alırken şunları söylüyor: “Yezid’in yapacakları kaza ve kaderdir. Kulların bu konuda başka seçenekleri yoktur.”
Bir örnek de Emevilerin meşhur Basra valisi Ziyad b. Ebih’in halka yaptığı konuşmadan: “Ey insanlar! Biz sizin için yöneticiler ve koruyucular olduk. Allah’ın bize verdiği saltanatla size yönetecek ve Allah’ın bize bahşettiği gölgeyle size koruyacağız.”
Pekala sonuç ne olmuştur? Emevi ve Abbasi iktidarının toplamı 6 asırdır. İşte bu zihniyet 6 asır devam eden idari yapı ile kökleşmiş ve neticede Cabiri’nin deyimi ile “Din ile devlet birleşmiş/bütünleşmiş ve Allah’a itaat halifeye itaatle özdeş hale gelmiştir.”
Egemenliğin kaynağı hususunda küçük gibi gözüken ama çok önemli şu detayın da bilinmesi lazım, Hz. Osman’ın şehit edilmesi ile sonuçlanan muhasara esnasında hilafeti bırakmasını talep eden âsilere söylediği şu söz iktidarın kaynağını Allah’a vermenin izini taşımaktadır: “Allah’ın üzerime giydirdiği hilafet görevini asla çıkarmam. Onu çıkarmaktansa da ölmeyi tercih ederim.”
Üzerinde farklı mütalaların yapılabileceği bu önemli konu bir tarafa, siyasi iktidarın kaynağı bağlamındaki ilk tartışmalar Haricilerle değil Hz. Ebu Bekir’in halife seçiminde ortaya çıkmıştır. Çoklarının bildiği üzere Hz. Ebu Bekir orada halife seçimi için toplanan Medine’li Evs ve Hazreç kabilesinden olan Müslümanlara yaptığı konuşmada “Biz sizden daha önce Müslüman olduk. Hz. Peygamber’e sizden daha yakındık. Araplar Kureyş kabilesinden başka kabilenin liderliğini kabul etmezler.” şeklinde özetlenebilecek üç gerekçe göstermiş ve biat etmeyen bazı kişiler hariç toplum tarafından halife seçilmiştir. Günümüzün demokratik değerleri demeden bir başka tabirle anokranik bir yaklaşım sergilemeden bu hadiseye bakıp Hariciler ve Şia’nın hilafet anlayışı ile mukayese ettiğimiz zaman aslında Beni Saide hurmalığında toplanan insanların iktidarın kaynağı ekseninde Kur’anî ve Nebevî ilkeleri çok daha iyi yorumladıklarını rahatlıkla söylenebiliriz.
Şöyle ki Hz. Peygamberin devlet başkanlığı vasfı nübüvvet değil imamet –isterseniz buna seküler/dünyevi de diyebiliriz- vasfı ile alakalıdır. Beni Saide’de toplanan insanlar bu düşünceye sahip oldukları için kimin devlet başkanı olacağı konusunda uzun uzadıya tartışmalar yapmış, oylamalarda bulunmuş, çıkan sonucu kabul edenler olduğu gibi kabul etmeyenler de olmuştur. Ama bu yazının ana temasını oluşturan Haricilerin “Hüküm ancak Allah’a aittir” ayeti ile sloganlaştırdığı çıkış, iktidarın kaynağını Allah’a bağlamış ve Beni Saide’deki devlet başkanlığı seçimi ile varlık sahnesine çıkmaya başlayan siyaset teorisini sahih temeller üzerine kuracak gidişatı tersine çevirmiştir.
Tam da burada şunu belirtmeden geçemeyiz; birçok yetkin kalemin belirtiği gibi bu yaklaşım, ehli sünnet ile Şia’nın imamet teorisi arasında bir fark olmadığını gösterir. Şia imameti yani devlet başkanlığını Hz. Peygamberin nübüvvet özelliğine bağlıyor ve veraset ya da nass ile tayin miras perspektifinden meseleyi değerlendirerek ondan sonra devlet başkanlığına ancak onun soyundan gelenler layıktır diyor. Haricilerle başlayan noktada da ehli sünnet iktidarın kaynağını Allah’a bağlıyor, kader inanışıyla da kitlelere bu düşünceyi kabullendiriyor. Hatta Hz. Ebu Bekir’in “Araplar Kureyş kabilesinden başka kabilenin liderliğini kabul etmezler.” sözünü mutlak şekilde ele alırsanız Şia’dan farkı yok da diyebilirsiniz. Ama yapılan nice akademik çalışmalarda Hz. Ebu Bekir’in bu çıkışı toplumun sosyolojisine uygun konjonktürel bir beyan olduğu istikametindedir ki ben de bu görüşe katılıyorum.
Hilafetin kaynağının Allah’a verilmesinin en keskin sonuçlarından birisi halka hesap verme noktasında kendini göstermiştir. Halife Allah’ın seçtiği bir insan olarak hesabını sadece Allah’a verir; halka değil. Zira o yeryüzünde Allah’ın iradesini temsil ediyordur. Dolayısıyla ona isyan Allah’a isyan, ona itaat Allah’a itaat manasını taşır. “Sultan yeryüzünde Allah’ın gölgesidir.” uydurma rivayet ile anlatılan da budur. Buna isterseniz dinin, dini değerlerin, Kur’an ayetlerinin ve nihayet Allah’ın bir iktidar uğruna istismar edilmesi gözüyle bakabilirsiniz.
Uzak ve yakın geçmiş hatta bugünü de içine katarak tarihe baktığımızda yönetici kadrolarının zuhur eden insan hatasından kaynaklanan yanlışlıklar karşısında sorumluluk almamaları, istifa etmemeleri, “Allah’ın takdiri; bu işin fıtratında var” vb. beylik cümlelerle işin içinden sıyrılmaya çalışmaları; halkın da bilinçli bir şekilde insan kaynaklı hatalarda yöneticilerine hesap sormamasının kökenlerini işte burada aramalıdır.
Halbuki siyasi egemenliğin insanlara/halka ait olduğu kabullenilse yönetici kadro halkın tamamının ya da en azından kendini iktidarda tutacak ölçüde bir çoğunluğun rızasını kazanmak için mücadele edecektir. Bu da yaptığı bütün tasarruflardan halka hesap verme manasına gelir ki bu zihniyeti sistemleştirmek dönemin genel kabullerine bağlı olarak değişik formlarda gerçekleşebilir.
Daha devam edebilirim ama bir fikir verdiği zannıyla burada bırakıyorum. Sadece zihinlerde belirmesi muhtemel ‘Neden bu konuyu kaleme aldınız?’ sorusuna cevap vererek yazıma son vermek isterim. Daha önce de çeşitli vesilelerle yazdım; İslam dünyasının bugün en büyük sorunu ne iman ne de ahlak sorunudur; aksine zihniyet sorunudur. İster fert ister toplum isterse ümmet olarak bugün bizim davranışlarımızı belirleyen ana unsur zihniyettir. Bu zihniyet sorunu aşılmadığı müddetçe ne imanımız ne ahlakımız, sistem bazında değerlendirecek olursanız siyasi, ekonomik, hukuki sistemlerimiz Kur’anî ve Nebevî değerlerin bize hedef olarak gösterdiği yere gelmeyecektir.
Yeri gelmişken şunu da ilave etmeden geçemeyeceğim, siyasi egemenliği merkeze koyup makale boyunca anlatmaya çalıştığımız bu zihniyet, Müslümanlık tarihi boyunca cemaat ve tarikat yapılanmalarında da kendini göstermiştir. Şeyhe, imama, lidere itaatin Allah’a itaat kabul edilmesi, bunların kimseye hesap vermemesi, kendilerinden sonra geçecek vekillerini ve halifelerini ataması ve daha birçok şey bu zihniyetin dini/sufi alana yansımasından ibarettir.
Son söz: küresel köy haline gelen dünyamızda devletlerin kendi iradeleri ile yaptıkları uluslararası iktisadi, hukuki, askeri anlaşmalar, devletlerden büyük bütçeye sahip global şirketlerin varlığı ve daha bir çok şey egemenlik konusunda farklı yaklaşımları hayata taşımış durumdadır. Bu zaviyeden makalenin başında verdiğimiz egemenlik tarifi elbette revize edilmek zorundadır. Ama bu siyaset bilimcilerinin işi. Ben Müslümanların erken döneminden kesitler sunarak egemenlik anlayışının kökeni adına bir fikir vermeye çalıştım.
Kaynak: http://www.tr724.com/devlet-ve-egemenlik/
Bu Yayına Yorum Yapın