Açık bir gün ve hiç anı yok | Rüya Karlıova, Kronos

Unutmaya ağıdın ve övgünün bir arada ifade edilebildiği tek yer sanat ve edebiyat.
“Açık bir gün ve hiç anı yok.”
Böyle bir günün karşılığı hiçlik bilgisi olabilir. Wallace Stevens’ın bu adı taşıyan şiirinin iki dünya savaşı sonrasında böyle bir boşluğa denk geldiğini biliyoruz. “Bugün hava her şeyden azade” diyor şair: “Hiçlikten başka bir bilgisi yok/ ve üstümüzde anlamlar olmadan akıyor/ sanki hiçbirimiz daha önce burada olmamışız gibi…”

Unutmak pek çok şekle bürünüyor. Açıklık ihtimali, yeni bir kimlik inşası her zaman iyi. Ama “açık bir gün ve hiç anı yok”ken, nereye koymalı insan kendini? Unutmak telaşlı iş. Unuttuğunu bilmek ama ne unuttuğunu bilmemek. Unutmamanın telaşı da ayrı… Hayat gibi çekiştiriyor insanı yani bir yandan unutmaya ağıt, bir yandan övgü.
UNUTMAYA AĞIT
Yeryüzünün en esrarlı çiçeğinin “unutma beni” çiçeği olduğunu düşünürüm. Rengine “gerçek mavidir” denir. Çelişkisi şu: Hem unutulmazdır hem fark edilmez, her yerdedir unutma beni. Mayıstan ekime renk değiştirerek açar, yeryüzünün en sade çiçeği yine de unutma beni.
Unutmanın türleri var. En tuhafı körleşme hali: Çünkü her yerde olanı en çok unutuyoruz, en yakınımızdakini. Ama bu çiçeğin her yerdeliği doğanın bize bunu hep hatırlatma çabası belki de. Çünkü unutma beni diye yakaran öyle çok şey var ki. İnsanın insana yakarışı değil sadece, eşyanın da yakarışı var, bir akarsuyun da, kelimenin de.
Başka diller içinde yaşadıkça, anadilin kelimeleri uzaklaşan bir yankıya dönüşüyor bazen. Düşüncenin sesinde kalıyor ve dile gelmiyorlar. “Ne olur kelimelere dikkat et, yalvarırım kelimeleri unutma” diyen Oğuz Atay’ın salığı kulağımda. Demek, unutmaktan insanın en çok korktuğu da bu kimliğini üstüne inşa ettiği şeyler, dil, ilk kelimeler… Unutmak da hatırlamak da  benzer, büyük bir endişeyi barındırıyor. Çünkü dinamik eylemler, sürekli bir çaba bekliyorlar. Unutulan şey unutmakla bitmiyor. Hatırlanan da akla gelmekle beka kazanmıyor.
İnsanlar değil sadece, toplumlar da unutuyor – gerçi devletler pek unutmuyor galiba. Seçerek unutuyor bazen insan, bazen belgesizlikten toplumlar unutuyor, bazen bir projenin, mesela ulusun, parçası olarak unutuluyor, bazen kırılmalardan öyle yaralı çıkılıyor ki -savaştan mesela, faşizmden, ötekinin öfkesinden- ardına bakmadan geleceğe doğru koşuyor insan.
O gelecek bazen hiç gelmiyor oysa. Bu modernitenin çıkmazı işte. Geldiğinde de fark etmediğimiz o geleceğe doğru biz düşe kalka, savurarak, savrularak gidiyoruz. Son dönemde unutmak üzerine çıkan iyi bir kitap, Francis O’Gorman’ın Forgetfulness (Unutkanlık) adlı çalışmasında da yazdığı gibi kapitalizmin bir sonucu ve arzusu aynı zamanda unutkanlık. Geçmişin unutulması ya da silinmesi, şimdinin gelecek için yaşanması. Modernitenin ideali olan yaşamların, fikirlerin ve bedenlerin geleceğe son sürat yol alışı ancak unutarak oluyor. Süreklilik böylece bitiyor ve sonra ne olacağını görmek için yaşamaya, okumaya, izlemeye başlıyor ve unutuyoruz. Bu şimdi’nin hem zaferi hem yenilgisi.
UNUTMAYA ÖVGÜ
Unutmak yazılı ve görsel kültür ürünlerinde son yıllarda özellikle Alzheimer gibi hastalıkların fazlaca yer bulmasıyla bir felaket senaryosu olarak anlatılsa da, Nâzım Hikmet’in dediği gibi, bir yandan da bir devrimdir. Varlığını sürdürmek için bazen unutmaya mecbur insan, toplumlar da öyle. Toplumlar da unutuyor çünkü başka bir ülkenin ona yaptıklarını unutması gerekiyor varlığını sürdürmek için, ya da unuturmuş gibi yapması. Oğuz Atay’ın dediği gibi: “İnsan bazı güçlüklerden ancak onları unutmak suretiyle kurtulabiliyor.”
Toplumların unutmasının iyi yanları da var. Çünkü unutmayan bir toplumun en karanlık yanı intikam. Üstelik insan hafızası her zaman güvenilir de sayılmaz. Bir bilgisayar diski, bir dijital arşiv değil insan beyni, bilgiyi sürekli öğütüyor, değiştiriyor ve yorumluyor. Anıları bağlamından kopardığı, bir duygunun anısına indirgediği de oluyor. Bu daha çok Kemal Varol’un bir şiirinde yazdığına benziyor: “Acı geçiyor, acı geçiyor, acı geçiyor, acı elbette geçiyor, acı çekmiş olmak geçmiyor.”
Bilim adamları unutmanın sağlıklı bir beyin işlevi olduğunu söylüyor. Çünkü bilgileri unutmamız sayesinde yeni bilgileri kabul edebiliyoruz. Bu da bizim güncellenme yöntemimiz. O halde unutmayı överken bir ölçütü de akılda tutmalıyız: Gereksiz ve kullanılmayan bilgiler, unutulması övülenler. (Elbette neyin gereksiz ve işlevsiz olduğu da göreceli bir seçim.) Bir de hiçbir şeyi unutmadığımızı düşünelim. Beynimiz bir kaos alanı olurdu şüphesiz. Böyle hastalıklar da var, üstün otobiyografik hafıza bunlardan biri. Bu hafızaya “maruz kalanlar” ve hiçbir şeyi unutmayanlar bunun sürekli beyninizin içinde yaşamak gibi olduğunu söylüyorlar.
Unutmak topyekün bir eylem değil, yaşam nasıl değilse. Selim İleri’nin çokça bu hali anlatmak için kullandığı kelimeyle, unutmanın “tortusu” var ya da şairin dediği: “bir unutmak başlar gerisi kalır.” Gerisinin ve tortunun aslında estetikle de bir ilişkisi var. Öyleyse hatırlamanın en gerçeğe yakın şekli hatırlananların sanata dönüştürülmesi. Çünkü unutmaya ağıdın ve övgünün bir arada ifade edilebildiği tek yer sanat ve edebiyat. Göçmen sanatçıların, bir kırılmanın (unutmanın) ardından yaşadıklarını sanata dönüştürenlerin eserleri buna örnek.
J’ai quitté mon pays adlı şarkısıyla tanınan Cezayir asıllı Fransız şarkıcı Enrico Macias, ülkesini ardında bıraktıktan sonra ezgilerle hatırlıyordu Cezayir’i mesela. Başka bir şarkısında unutmak ve unutmamak arasındaki gerilimi, deneyimini şöyle anlatıyordu: “Hayır unutmadım, hiçbir zaman da unutmayacağım, hayatım değişmiş olsa bile, ama bugün hiçbir şeyi değiştiremeyiz artık.” Ülkesi ve doğu kültürü hiçbir zaman terk etmedi müziğini Enrico Macias’ın, aynı şarkıda söylediği gibi ne portakal ağaçlı bahçeleri ve yağmuru ne çocukluğunu ne o üzgün yüzleri unuttu ama bir yandan da şöyle diyordu: Kimsenin bugünü düne feda etmeye hakkı yoktur.
Çünkü “sessizlik de bir sevme biçimidir” geride bırakılan zamanı ve ülkeyi.



Blogger tarafından desteklenmektedir.