Gerçeklerin acelesi yoktur | Selahattin Sevi
Dünyanın en yaygın arama motoruna “Gökşin Sipahioğlu” yazarsanız karşınıza önce Wikipedia’nın farklı dillerindeki sayfaları gelecektir. Türkiye’de 29 Nisan’dan bu yana erişim yasağı konulan dijital ansiklopedinin görseli olarak ise, “Artık hayatta olmayan gazeteci/foto muhabirinin bir portre fotoğrafı, telif hakkı muhtemelen gazeteci/foto muhabirinin ailesinde veya fotoğrafı üreten veya yayımlayandadır” notu ile dikey bir fotoğraf göreceksiniz.
Gökşin Sipahioğlu o fotoğrafı 2006 yılının Kasım ayında İstanbul Hilton Oteli’nin boğazı gören sade ama şık odasında Aksiyon için vermişti. İstanbul Modern’de Engin Özendes küratörlüğünde açılan retrospektif sergisi için gelince randevu almış, Adem Yavuz Arslan’la hem adının geçtiği 6-7 Eylül olayları hem de sergisi ve fotoğraf üzerine bir söyleşi gerçekleştirmiştik.
Fransızların “Grand Turk” dedikleri ve devlet nişanı ile onurlandırdıkları Sipahioğlu hakkındaki iddialar için, “Bana haksızlık ediyorlar,” diyordu. İstanbul Ekspres gazetesinin yazı işleri müdürüyken Atatürk’ün doğduğu evin bombalanmasıyla ilgili haberi gazetecilik refleksiyle manşete çektiklerini, bugün de aynı davranışı sergileyeceğini söyleyen Sipahioğlu, haberin sebep olduğu olayları düşündükçe çok pişman ve üzgün olduğunu anlatıyordu: “Keşke o haberi yazmasaydım.”
O tarihi söyleşiyi Sipahioğlu’nun ilk kez dile getirdiği şu sözlerle öne çıkardık: “Zekeriya Sertel’in anılarını, hiç yayımlanmamış fotoğraflarını Bakü’den getirip Erol Simavi’ye verdim. Fakat MİT devreye girdi ve yayımlanmadı.” Hepsine yer veremediğimiz konuşmada ünlü foto muhabiri ve duayen gazeteci mesleğin geleceği ile ilgili önemli ip uçları da veriyordu. Dünyanın en çok foto muhabiri çalıştıran ajanslarından birini kurmasına ve uzun yıllar çok önemli işlere imza atmasına rağmen “Fotoğrafın geleceği sıradan insanlarda,” diyordu. Dijital döneme geçişte büyük mali sıkıntılar yaşayan ve adıyla birlikte anılan SİPA’yı devretmek zorunda kalan Sipahioğlu, ucuz, elde taşınabilen kompakt kameralara ve henüz bugünkü görüntü kalitesinden çok uzak cep telefonlarına dikkati çekiyordu.
Fotoğrafın “Grand Turc”ü Paris’te yarım asır önce 16 metrekarelik bir dairede çalışmaya başlamış, 14 bin ayrı fotoğrafçıyla çalışmış, yeni yetenekler keşfetmişti. Oysa şimdi sıradan insanların elde ettiği görüntülerle de önemli gazetecilik ve foto muhabirliği başarılarının elde edilebileceğini söylüyordu.
Onun ömrü vefa etmedi ve 2011 yılının Ekim ayının ilk günlerinde aramızdan ayrıldı. Fakat o günlerde çok tartışılan ‘vatandaş gazeteciliği’ de henüz kapanmamış bir parantez olarak kaldı.
Ustanın öngördüğü o günler geldi sanıyorum. Geleneksel basın ve yayın organlarının birer propoganda makinesine dönüştüğü, özgür gazetecilik yapmanın neredeyse imkânsız hale geldiği 2018 Türkiye’sinide yurttaşlar kendi hikayelerini kendi çektikleri görüntü ve fotoğraflarları kamuoyun ile paylaşarak seslerini duyurabiliyor.
Aksi halde, 15 Temmuz sonrası tutuklu yargılanan Yargıtay üyesi Mustafa Erdoğan’ın bir hapishane hücresine çevrilen, kapı kolları alınmış kilitli hastane odasında ölümle sonuçlanan trajedisinden nasıl haberdar olabilirdik?
Ya OHAL döneminde getirilen kanun hükmünde kararnamelerle mesleğinden ihraç edilen ve tutuklu yargılanan Bekir Görmez’in hastalığı döneminde görüştürülmeyen ve hayatını kaybeden oğlu Berk Görmez’in cenazesinde elleri kelepçeli hali vicdanlarda başka türlü nasıl infial uyandırabilirdi? Annesi de benzer gerekçelerde ihraç edilen14 yaşındaki Berk Görmez hayata gözlerini yumduğunda babasının ve kız kardeşinin mezarı başındaki duruşu yazılacak baskı döneminin resmi olarak dijital evrende sırasını bekliyor.
Doğumhane odalarında dünyaya yeni müjdeler getiren annelerin kapılarında kelepçeleriyle bekleyen polis ve jandarmaların fotoğrafları ise dünyada eşi benzeri görülmemiş kabalığın ve hukuk tanımazlığın resmi olarak öylece duruyor.
Canına kıyan öğretmenlerin ve doktorların hatıra albümleri, bahaneleri kalmayınca lütfen duruşmaya getirilen Selahattin Demirtaş’ın gülümseyen yüzü, evlerine kırmızı boya ile çarpı konan ailelerin tedirginliği ve daha onlarca profesyonel ellerden çıkmayan fotoğraf bugünün öyküsünü yarınlara anlatacak birer belge artık.
Hiçbir fotoğraf bilgisi, gazetecilik tecrübesi, görsel kaygısı olmadan paylaşılan ‘görüntü’lerin gerçeğin iletilmesinde ve anlaşılmasında değerli birer döküman olacağını belki olayların mağduruları da düşünmedi. Onlar sadece birer ses ve çığlık olarak durumlarını rapor ettiler. Fakat dolaylı olarak tam da efsane foto muhabiri ve editör Gökşin Sipahioğlu’nun öngördüğü gerçek anlamda ‘vatandaş gazeteci’ olarak önce kendilerinden başladılar.
Uluslararası Af Örgütü’nün İngiltere Direktörü Kate Allen’ın önceki gün The Guardian gazetesinde yazdığı yazıda Afrin’e yönelik başlatılan ‘Zeytin Dalı Harekâtı’nın gazetecilik üzerindeki baskıları daha da artırdığını, ülke çapında yeni bir “baskıcı” dönemin baş gösterdiğini söylemesi boşuna değil.
Yaşananları “fırsatçı bir tepki” olarak niteleyen Allen’in ve herkesin bildiği yarı kamu hizmeti olarak görülen basın ve yayın faaliyeti artık Türkiye’de propaganda dışında kendine hayat bulamıyor.
Zekeriya Sertel röportajını ve fotoğraflarını yayınlamayan ve MİT’e veren Sedat Simavi geleneği bugün daha pespaye bir şekilde sürüyor. Manşetler ve görseller artık ‘merkez’den geliyor.
1950’li yıllarda “Atamızın evi bomba ile hasara uğradı” haberini yapan ve yayan Anadolu Ajansı ise yeni efendilerinin elinde hem gerçeğe, hem habere, hem de fotoğrafa ihanet etmeyi sürdürüyor.
Fakat gerçeklerin hiç acelesi yoktur. Onlarca bilgi, belge, anı gibi görüntü ve fotoğraflar da bekler. Bugün bir çığlık olur ulaşabildiği yere kadar gider, yarın ‘o günlerin’ tanıklığı olarak süreli yayınlarda, kitaplarda, müzelerde yerini alır.
Bu Yayına Yorum Yapın