Aşık-ı Sâdık Fethullah Gülen Hocaefendi 18-25 || Tarık Burak

Kestanepazarı’ndan İnşa Edilen Hizmet Yolu (1966-1970)

Fethullah Gülen Hocaefendi, İzmir’e gittikten sonra görevi sadece Kestanepazarı’yla ilgili değildi. Elinde vaizlik vesikası olduğundan müftülük aynı zamanda ona genel bir vaizlik izni de verdi. Böylece, Kestanepazarı’ndaki Kur’an Kursu idareciliğinin dışında birçok beldeye giderek vaaz, sohbet ve seminerler verdi. Hocaefendi bu durumu şöyle anlatıyor:

“O zaman bana, yarı resmi Ege'nin her yerinde vaaz etme selahiyeti verdiler. Bir iki defa Antalya’ya gittim. Ancak tanınmamış bir insan olduğumdan ve işin temelinde o yörelerin vaaz u nasihata karşı alakasızlıklarından dolayı, sohbetlerimin çok yararlı olduğunu söyleyemem. Yine Allah (cc) bilir...

O sıralarda İzmir ve Aydın yöresinde Tahir Hocaefendi tanınıyor ve alaka da görüyordu. İzmir'e geldiğim ilk yıl ben Aydın'a da gitmiş hatta üç-dört gün kalıp vaaz da etmiştim. Ancak orada da bir anlayış görmedim. Onları, bizim konuşma tarzımıza ve bizim düşüncelerimize karşı kapalı buldum.

Ödemiş ve Tire biraz daha farklıydı. Tire'ye birkaç defa vaaza gittim. Oradaki arkadaşlar da hep geliyordu. Ancak bazı kimselerde kendini her şey görme gibi marazi bir ruh hali vardı. Mesela, vaazdan sonra oturmuş sohbet ediyorduk. Ben iman ve Kur'an hakikatlarına dair bir şeyler söylerken, oradakilerden biri "Sen onları bırak, sahabeden bahset, onları biz biliriz" gibi laflar etti. Ne o zaman ne de daha sonra bu arkadaşlara mukabelede bulunmadım.

Salihli'ye de giderdim. Yakın olduğundan Turgutlu'ya gitmem daha sık oluyordu. Denizli'ye de gittim. O devrede değil ama Isparta’ya da gittim. O sene, ertesi sene, kış olmasına rağmen Simav, Gediz ve daha uzak yerlere gidip sohbet edebiliyordum.

Bir taraftan da İzmir’in içinde iki-üç yerde vaaz veriyordum. Zaten her cuma Kestanepazarı Camii'nde vaaz veriyordum. Bunun dışındaki vaazları mümkün mertebe cumartesi pazar günlerine sıkıştırmaya gayret ediyordum. Demek ki bünyem mukavemetli imiş, dayanabiliyormuşum. Mesela, cumartesi gidip bir yerde vaaz veriyordum. Geceyi yolda geçiriyor ve ertesi gün de bir başka yerde vaaz veriyor ve hiç dinlenmeden o akşamı da yolda geçiriyor, derken ertesi sabah derse yetişiyor talebeye ders veriyordum. Böyle sıkı bir program ve yüklü bir çalışma tempom vardı.

Önceleri gidip-gelmeleri umuma ait vasıtalarla yapıyordum. Daha sonra, Yusuf Pekmezci ve Köse Mahmud'la tanıştık. Onların da arabaları yoktu. Ama onlar araba kiralar ve gideceğimiz yerlere öyle giderdik.

Köse'yi Aksekili diye, Ali Rıza Güven Bey getirip tanıştırdı. Gayesi de bunların Kestanepazarı'na yardım etmelerini temin idi. Aradan iki üç sene geçince, üç-dört taksilik insan olduk ve gidişlerimizi konvoy halinde yapmaya başladık...

Nur Talebeleri
Bana ilk sahip çıkan Mustafa Birlik Bey oldu. Yusuf Pekmezci Bey ise, dıştan bir insan, cami cemaatından biri olarak yanıma gelir giderdi. Çok samimi bir insandı. Her konuşmadan sonra, ağlayarak sarılır ve alnımdan öperdi. Mehmed Metin, Hüseyin Çağdır, Sami Bey de alaka gösterdiler. Sami Bey kısa bir müddet, Güzelyalı'daki yurtta da idarecilik yaptı. Bunlar eski Nur talebelerindendi ve iman hizmetine yürekten gönül vermiş hasbilerdi.

İzmir’e ilk geldiğim günlerde Sungur Ağabey de gelmişti. Bana: "Fethullah kardeş, burada hiç evimiz yok. Bir ev açalım. İzmir büyük bir yer" demişti.”

Hocaefendi’nin İzmir’de olduğu o günlerde dünyayı sarsan büyük hadise meydana geliyordu: Altı Gün Savaşı (1967) 
5 Haziran 1967 sabahı havalanan İsrail savaş uçakları, beklenmedik bir ön vuruşla, Arapların hava gücünü neredeyse tamamen yok etmiş, ikinci gün sonunda 450'den fazla uçak havalanmaya bile fırsat bulamadan yerde kilitlenerek imha edilmişti. Araplar, tam bir hezimet olarak andıkları bu savaşta 21 bine yakın asker kaybederken, İsrail'in kaybı ise sadece 700 kişi olmuştu.

"İlkler..."
Hocaefendi, İzmir’de daha çok Mustafa Birlik Bey'in evinde salı ve cumartesi günleri sohbet yapıyordu. Daha sonra Köse Mahmut’un evine de gitmeye başladı. Cemaat arasında vuku bulan ayrılıkları, ayrıştırıcı davranışları önleyebilmek için bütün Ege’yi dolaşıyordu. Mülayemet ve yumuşaklık tavsiye ediyor ve herkesle iyi geçinmenin yollarını araştırıyordu. Belli bir süre sonra, bu şekilde davranmasının faydasını da gördü. O sıralarda İzmir, talebe potansiyeli bakımından çok zayıf durumdaydı.

İlk defa, Mehmed Metin Bey'in odasına, ertesi yıl veya daha sonraki yıl beş-on talebe gönderdi. “Burası ufak bir odaydı. Hatta ihtilalden sonra da o odayı görmeye gitmiştim. Talebeleri gönderdikten sonra ne olur ne olmaz diye arkalarından gittim. Gördüğüm manzara beni çok sevindirdi. "Elhamdülillah" deyip Rabbime hamdettim.” diyor hatıralarında Hocaefendi ve şu şekilde anlatmaya devam ediyor: 

“Bu talebelerle ders başladı. Talebelerin hepsi Kestanepazarı talebelerindendi. O zamanlar tesbihatı kimse bilmiyordu. Nasıl yapıp da öğretsem, diye düşünmeye başladım. Kafamda hep bunu düşünüyordum. Adeta içime ıstırap olmuştu.

Bir diğer husus da bunları bir disipline alıştırmaktı. Talebeler disipline girsinler, evrada, ezkara alışsınlar diye, caminin ışıklarını söndürüp hatme-hacegan yaptığım da oluyordu. Onların ruhen yoğrulmalarını istiyordum...

(Rablerine, sırf O'nun rızasını ve cemaline kavuşmayı umdukları için, sabah akşam yalvaranlarla beraber olmakta sebat et! Dünya hayatının süslerini arzulayarak sakın gözlerin onlardan başkasına kaymasın. Kalbini Bizi zikretmekten gafil bıraktığımız, heva ve hevesine uyan ve işi hep aşırılık olan kimselere itaat etme! (Kehf 18/28)

Bazı istidatlı gördüklerimi caminin mahfiline çıkarır orada hususi kitap okuturdum. Fakat bir kısım art niyetli kişilerin kötü görmesi karşısında onu da terk ettim. Gençlik ve feveran olmasına rağmen, bu işin sessiz ve zarar gelmeden yürümesini arzu ediyordum.

1968 yaz döneminde kamp yaptık. Hepimiz yetmiş kadardık. Kamplardan önceki devrede ise dört talebeyi Edirne'ye göndermiştim.

Uykum Gelmesin Diye
Tehzib-i ahlak derslerine giriyordum. Çocuklar hüngür hüngür ağlıyorlardı. Bir gün yatakhaneleri gezerken Halil Mezik Bey'i gördüm. Kendini boynundan üst kanepeye bağlamış. Ne yaptığını sordum. "Dünkü anlattıklarınızı düşünüyordum. Uykum gelmesin diye de kendimi bağladım" dedi. Gözümü doldurmuş bir talebe idi. Böyle olanlardan biri de İbrahim Kocabıyık'tı. Her ikisi de hazırlık okuyordu.

Bunlarla birlikte Abdullah Aymaz ve Mehmed Binici'yi, dördünü, Edirne'ye gönderdim. Dernekten izin almıştım. Harçlıklarını da verdiler. Dedim ki "Bunlar İstanbul'u Edirne'yi gezsinler. Gözleri gönülleri açılır, ufukları inkişaf eder." Ayrılalı beş gün olmuştu ki aklıma bir şüphe düştü. Ya bunları niçin gönderdiğimi, niyetimi, maksadımı, maksadımdaki inceliği bilmezler de bunlarla alakadar olmazlarsa, diye endişe etmeye başladım. Isındıralım derken sakın bunları soğutmayalım, dedim ve ben de izin alıp arkalarından Edirne'ye gittim. İyi ki gitmişim. Korktuğum başıma gelmişti. Yürekten alakadar olan olmamış. Bir miktar orada, bir miktar da İstanbul'da kaldılar.

İstanbul'da Zübeyr Ağabey vardı. Onların kendi yanında kalmalarını temin etti. Zannederim üç-beş gün orada kaldılar. Ve bu onlar için çok faydalı oldu. Halil Mezik'le Mehmed Binici'nin durumu iyi idi. Abdullah Aymaz, o yıllarda daha derli toplu, daha ümit vaadediciydi. Mehmed Binici biraz futbolcuydu. İbrahim ile Halil Beyler yaşça küçüktü. Bu seyahat onları meselelerimize ısındırdı. Zaten içlerinde nüve de vardı.”

İzmir Hatıraları
Mahmut Sarıoğlu Anlatıyor:
“Hocaefendi Kestanepazarı’na gelince biz de tanıştık. Kendisine karşı sonsuz bir muhabbet duydum. Hatırladığıma göre ilk tanışmamız bizim dükkanda oldu. Ondan sonra da kendisini yalnız bırakmamaya çalıştım.

Geceleri sohbetlere gidiyor ve geriye çok geç vakitlerde dönüyorduk. Çoğu kere sabaha kadar süren sohbetlerimiz oluyordu. Namazdan sonra kahvaltı yapıyorduk. Sonra da kendisi derse girmek üzere çıkar ve odayı da benim üzerimden kapardı. Saat dokuz buçuk ona doğru gelir beni kaldırır ben de işime giderdim.

Günlerimiz hep böyle geçiyordu. Zaruret olmadıkça Hocaefendi’yi yalnız bırakmıyordum. Sultanhisar’lı Atıf Egemen abinin de bunda rolü vardı. Çünkü bana ısrarla böyle davranmamı tavsiye eden oydu.

Hocaefendi o sıralarda sol yayınları çok okurdu. Önceleri bu davranışına akıl erdiremediğim için hayret eder hatta içimden kızardım. Fakat gerek bu küçük kulübede gerekse ev ve kahve sohbetlerinde o gün için moda olan sol düşüncelere ait sorular sorulmaya başlayınca Hocaefendi’nin hareket tarzındaki isabeti daha iyi anlamış oldum.
Bir gece Turgut adındaki üniversite talebesiyle sabaha kadar sohbet etmişti. Turgut soruyor o da cevap veriyordu. O gece tam on dokuz defa çay demlediğimi hatırlıyorum.”

Merhum Cahid Erdoğan Anlatıyor:
“Çiğli'de bir tuz fabrikam vardı. O gün için meşhur olan Tahir Büyükkörükçü ve Yaşar Tunagür gibi hocaların vaazlarını kaydedip, civar bölgelerde dinletmeyi kendime göre bir hizmet telakki ediyordum. Bilhassa Yaşar Tunagür Hocaefendi’nin vaazları bana daha heyecanlı geliyordu. Onun için Yaşar Hoca’nın vaazlarının mümkün mertebe civara yaymaya çalışıyordum.

Bir gün Yaşar Hoca’nın tayini Ankara'ya çıktı. Gelecek şahsı merakla bekliyorduk. Ancak ben, o günün bütün meşhur vaizlerini tanıdığım için, gelen vaizin pek öyle Yaşar Hocaefendi’nin dediği gibi çıkacağına inanmıyordum. Derken Hocaefendi geldi. Dinlemeye gittim. Tabii ki teybimi götürmeye lüzum görmemiştim. Fakat o gün vaazı dinlerken beni bir pişmanlık aldı. Keşke bu vaazı kaydetseydim, diyordum. Vaaz bitmiş ben de bitmiştim. Hayatımda dinlediğim en tesirli vaazdı. O gün karar verdim. Bu şahsın vaazlarını zayi etmeyecek hepsini kaydetmeye çalışacaktım. Rabbime hamd ederim ki beni bu kararımda muvaffak kıldı. Ben kendime bunu birinci bir vazife kabul ettim ve bu günlere kadar, Cenab-ı Hakk'ın inayetiyle getirdim. Ömrüm oldukça da aynı vazifeyi yürütmeyi düşünüyorum. Rabbim muvaffak kılsın.

Hocaefendi vaazlarının teybe kaydedilmesine razı değildi. Hiçbir zaman da razı olmadı. Ancak biz ısrar ettik. Onun razı olmayışını göz ardı ettik. Vaaz ve sohbetlerini kayda muvaffak olduk. İmam Gazali'nin bir sözü var: "Bazen emri dinlememek edeptir." der. Biz de bu yola süluk ettik.

Bu mevzuda Yaşar Hocaefendi çok müsamahakâr ve lütufkardı. Hatta bir gün kendisine "Hocam, dedim, ben bandı değiştirinceye kadar epey bir zaman geçiyor ve bu arada konuşulanları kaydedemiyorum. Bant bittiğinde ben size işaret etsem, bir müddet durur musunuz?" Verdiği cevap beni sevindirmişti:" Evet, dururum, işin bittiğinde yine haber verirsin" demişti. Fakat Hocaefendi’ye böyle bir teklif götürmeye asla cesaret edemedim. Bu sebeple de makaralı teypten kasete geçeceğimiz ana kadar arada bazı cümleleri hep kaçırmış oldum. 

Rahmetli Ahmet Feyzi Kul Abi, pek vaiz beğenmezdi. Kendisine ne Tahir Hoca’yı ne de Yaşar Hoca’yı dinletmem mümkün olmadı. Zaten kendisi de alim bir zattı. Hocaefendi’nin İzmir'e gelişinin tahminen üçüncü haftasıydı. Ben vaaza giderken yolda Ahmet Feyzi Abi ile karşılaştım. Nereye gittiğimi sorunca vaaza gittiğimi söyledim. “Beraber gidelim” dedim, kabul etmedi. Israr ettim. Beni çok sevindirdi. Çok fazla ısrar edince teklifimi kabul edip geldi. Vaaz bitti, Cuma namazı kılındı, cemaat boşalmaya başladı. Ben de malzemeleri toparlıyorum. Baktım, Hocaefendi oturuyor, Ahmet Feyzi Abi de birkaç saf arkada oturuyor. Hocaefendi yerinden doğrulunca o da ayağa fırladı ve koşup Hocaefendi’yle musafaha ettiler. Aralarında neler konuştular bilmiyorum; fakat bildiğim bir şey varsa Ahmet Feyzi Abi’nin bu vaaza gelişinden gayet memnun olmasıydı. Çünkü biraz sonra yanıma gelip, "Sen haklıymışsın, bu diğerlerine benzemiyor" demişti. Bu cümleyi vaaza gelmeden evvel ben ona söylemiştim ve şimdi o da aynı kanaati benimle paylaşmış oluyordu.”

Halil Mezik Anlatıyor:
Ben 1965 yılında Kestanepazarı’na geldim. 1966 baharında da Hocaefendi geldi. Hocaefendi’ye bütün talebeler kuşkuyla bakıyorlardı. Çünkü çok gençti. Yaşı genç olmasına rağmen kendisinde 60-70'lik büyük zatların vakar, ciddiyet ve heybeti vardı. Kendisine saygı uyandırıyordu.
Kestanepazarı Camii'nin imamı İbrahim Kılıç Efendi bana "Bu yeni Hoca’da ben bir şeyler seziyorum, onun hakkında tavsiye mektubu da aldım" dedi. Bu mektubu Yaşar Tunagür Hoca, İbrahim Hoca’ya göndermiş. Mektubunda “Size öyle bir hoca gönderiyorum ki, o adam devrin sahabesidir” demiş. İbrahim Hoca hem o mektuptaki ifadelerden hem de Hocaefendi’nin takvasından elde ettiği malumatla Hocaefendi’deki cevheri fark etmiş olacak ki yavaş yavaş bize tavsiyelerde bulunarak bizi Hocaefendi’ye yaklaştırmaya başladı. Tabii çocuk olduğumuz için pek de meselenin ehemmiyetini anlayamadık. Pek aldırış etmedik. Ancak bir müddet sonra Hocaefendi tehzib-i ahlâk derslerini vermeye başlayınca o zaman Hocaefendi’yi sevmeye ve ona ilgi duymaya başladık. Hocaefendi çeşitli meseleleri anlatırdı. Bunları takdim ederken ağırlık merkezi olarak sahabenin hayatını ele alır misalleri onlardan verirdi. Onları anlatırken kendinden geçer ve ağlardı. Öğrenciler de ağlardı. Kısa zamanda Hocaefendi hem talebelere hem dernek mütevellisine kendini kabul ettirdi. Hatta Kestanepazarı’na ondan evvel gelen kendisinden çok daha yaşlı olan diğer hocalar bile O'na saygı duymaya başladılar.

Mehmet Binici Anlatıyor:
Kestanepazarı'na 1961-62 ders döneminde girdim. Hocaefendi geldiğinde ortaokulu bitirmiştim. Hocaefendi geldikten sonra Kestanepazarı'nın havası müspet yönde biraz daha değişti. Daha evvel sadece din adamı olarak yetişeceğimizi biliyorduk. İslami şuur daha derinlemesine pek işlenmiyordu. Hocaefendi geldikten sonra durum değişti. Hem halkın hem talebelerin birbirlerine olan ilgisi arttı. Kardeşlik teessüs etti. Hocaefendi diğer hocalar gibi pek fazla sıkmıyordu belki ama O'nun otoritesi hepsinden daha fazlaydı. Onun otoritesi sevgiye dayanıyordu. Hocaefendi’yi çok severdik. Hocaefendi’yle aramızdaki yaş farkı diğer hocalarımızla olduğu gibi fazla değildi. Bundan dolayı Hocaefendi’yle münasebetlerimiz abi kardeş gibiydi. Hocaefendi hakikaten çok seviliyordu. Zaman zaman bizimle sohbet toplantıları yapıyordu, İzmir'deki diğer sohbetlere beraber giderdik.

Ben talebe temsilcisiydim. Bu sıfatla Hocaefendi ile münasebetlerim daha sıkıydı. Bizim olduğumuz arkadaş grubunu Hocaefendi daha çok severdi. Bizden daha çok dindar ve sofu arkadaşlar vardı. Biz biraz daha sosyaldik. Top oynardık, sinemaya kaçardık. Müsamere ve münazaralara katılırdık. Derslerimiz de çok iyiydi. Bundan dolayı Hocaefendi bizim sınıfı çok severdi.

Hocaefendi talebeler için pişirilen yemeklerden yemezdi. Eğer yemek mecburiyetinde kalırsa ücretini verirdi. Çoğunlukla kendi kulübesinde dışarıdan getirdiği şeyleri yerdi.

Hocaefendi o zaman için diyelim yüz bin lira alırsa bunun 30-40 bin lirasını kendine ayırır kalanını da ihtiyacı olan arkadaşlara dağıtmak üzere bana verirdi. Bu benim talebe başkanlığı yaptığım üç yıl boyunca devam etti.”

Habip Görün Anlatıyor:
1966 yılında Kestanepazarı’na Kur’an Kursu hocası olmak için müracaat ettiğimde Fethullah Gülen Hocamız da Kestanepazarı yurduna müdür olarak gelmişti. Görevi vaizlikti.

Talebelere devamlı tehzib-i ahlak dersleri verirdi. Bizlerle de çok yakından ilgilenirdi. Görüşür, konuşurduk.
1968 yılında Hocamız hacca gitti. Hacca gittiği zaman Dernek başkanı Ali Rıza Güven, bana Hocaefendi hacdan dönünceye kadar onun odasında kalarak talebelerle ilgilenmemi istedi. Ben de kabul ettim. O gece Hocaefendi’nin odasında kalmaya karar vermiştim. Nitekim kaldım. Odaya girdiğim zaman bir yorgandan başka bir şey yoktu. Yattım ama soğuktan uyuyamadım. Altımda döşek, başımda da yastık yoktu. Sadece bir yorgan, altımda da bir kilim vardı. Sabaha kadar derin derin düşündüm. Bu insan burada nasıl uyur, senelerini burada nasıl geçirir? Ve onu bu çalışmalarından dolayı kalben tebrik ettim ve büyük bir hizmeti olduğuna o zaman inandım. İlerde büyük işleri omuzlayacağını o zaman anlamıştım. Bu Cenab-ı Hakkın bir nimetidir ve Allah bu nimeti herkese ihsan etmez. Sabah olduğu zaman samimi olan birkaç talebeyi çağırdım odayı gösterdim. "Bakın, Hocaefendi’nin kaldığı odada bir yorgandan başka bir şey yok. O da yorganı başıma çekince ışık görünüyor" dedim. Bu durum karşısında samimi olan bu talebeler çok hayret ettiler. Odada kalmaya devam ettim. Ancak battaniye getirttim, öyle kaldım.

Talebelere verilen yemekten yemiyordu. Eğer talebelerin abdest aldığı yerden abdest alıyorsa sonunda oraya bir ücret ödüyordu. Hiçbir karşılık beklemiyordu. Benim inandığım bir şey vardı. O da şuydu: Aldığı maaşın büyük bir kısmını ihtiyacı olan talebelere dağıtıyordu. Bir gün iyi hatırlıyorum bir talebenin ayakkabısı delindiği için ayağı ıslanmıştı. Hocaefendi’nin ayakkabı alacak parası yoktu ve bundan dolayı ağlıyordu. Bunu görünce ben de duygulanmıştım.

Hocaefendi kendisi yemek yemediği gibi orada görevli hocaların da yemek yemesini istemezdi. Bir gün beni çağırdı: "Ben buradaki hoca arkadaşlara örmek olmaya çalışıyorum. Siz de bana destek verseniz" demişti. Ama tatbikatı mümkün olmadı. O zaman aldığım maaş 340 veya 345 liraydı. Bunun 160 lirasını ev kirası olarak veriyordum. Sabah evimden gelirken ciddi bir kahvaltı yapamıyordum. Öğle yemeğini dışarıda yesem maaşım yetmeyecekti. Ne yapacağımı bilemiyordum. Ama derdimi de kimseye anlatamıyordum. Hocaefendi kırılmasın diye yemek de yemiyordum. Günde 8 saat derse giriyordum. 8 saat enerji sarf ediyordum. Bazen halsiz kalıyordum. Evime giderken yayan gidip geliyordum. Çünkü dolmuşa para versem aybaşı gelmeden maaşım bitecekti ve para isteyecek kimsem de yoktu. Büyük bir sıkıntım vardı. Yine böyle bir gün yatağa yattığımda Allah Rasulü’nü rüyada gördüm. Elinde bir tepsi ve içinde yağlı ekmekler vardı. Bana bir tane uzattı ve "Sen yiyeceksin, yiyebilirsin" dedi. Biraz ötede Fethullah hocamız vardı. Ona doğru gitti zannediyorum ona da bir tane ikram etti.

Ertesi gün hocamızın yanına gittim, müdür odasındaydı ve abdest almak için hazırlık yapıyordu. "Hocam, bir rüyam var size anlatacağım” dedim.. “Rüyamda Allah Rasulü’nü gördüm. Bana yağlı ekmek ikram etti ve “sen de yiyebilirsin” dedi. Ben bunu burada yemek için izin olarak yorumluyorum. Yemek yemek için icazeti büyük yerden aldım" dedim. Hocaefendi ağlayarak oradan ayrıldı ve bir daha da o mevzuda bana ısrar etmedi.

Hocaefendi’nin büyük hizmetlerine şahit oldum. Cenab-ı Hak muvaffak etsin. Belki ahiret hayatında da bizlere yardımcı olur ümidindeyim.

Hocaefendi’yle 1966’dan 1970’e kadar beraber kaldık. O'nun her davranışı beni etkiliyordu. Tabii Cenab-ı Hak ona bir hizmet nasip etmiş. O hizmeti onun istediği ölçülerde bize nasip etmemiş. Biz o hizmeti yapamadık. Ondan sonraki dönemlerde Hocaefendi daha ciddi hizmetler verdi. Allah kendinden razı olsun. Cenab-ı Hak yaptığı bu hayır ve hasenatı kabul etsin.”

Gelecek Bölüm… Berzahî Haritalar: Kamplar


Asr-ı saadet’in Yamaçlarına Kurulan Kamplar

Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, Kestanepazarı yıllarına ait unutulmaz ve en bereketli faaliyetlerden birisi de kamplardı. Üst üste üç sene, yaz aylarında gerçekleştirilen bu kamplar, yer olarak Buca ile Kaynaklar Köyü ortasında etrafı tarlalarla çevrili küçük bir çamlıkta kurulmuştu. Kampın bulunduğu yerde, suyu daha sonraki yıllar kifayet etmemeye başlayan bir kuyu ve küçük bir de peynir imalathanesi vardı. Etrafta, kendi tarlalarındaki tütünleri işleyen köylülerin kaldıkları minik çardaklardan başka da meskun saha yoktu. Sessiz, havadar ve o günkü imkanlar içinde güzel bir yerdi. Kamplarla, talebenin yaz günlerini değerlendirilmesi hedeflenmişti. Yani öğrenciler, köyüne, kentine gidip dağılmasın, derslerinden uzaklaşmasın; aklı, kalbi, ruhu disipline edilsin ve bu arada dini duygu, dini düşünce adına da derinleşsin istenmişti. 

İlk Kamp
Hocaefendi, Kestanepazarı'ndaki ikinci yılında öğrencilerle kamp yapmaya karar vermişti. İsmail Büyükçelebi’yi de o zamanlarda tanıdı. Çok ciddi ve gayretli görmüştü onu. Hatta, Hocaefendi onun şu sözlerini hiç unutamayacaktı: "Abdullah Ağabey, bu meseleleri biliyormuş da bana hiç söylememiş."  

Kamp meselesi Hocaefendi’yi iyiden iyiye düşündürüyordu. Finansman meselesi çok önemliydi. İhtiyaçları nasıl karşılayacaktı? Sonra çadır almak icap ediyordu. O günlerde bu kadarcık imkanı bile bir araya getirmek çok zordu. Meblağ küçüktü ama, altın bir nesil için himmette bulunacak insanlar yoktu henüz. 

Hocaefendi bu sıkıntıları nasıl aştıklarını kendisi anlatıyor:
“Ankara'ya gittim. Orada tanıdığım insanlar vardı. Aklıma bir çare gelmişti. 27 Mayıs ihtilalinden sonra, askeriye milletten para toplamış, karşılığında da bono dağıtmıştı. Bu bonolar istendiği zaman paraya çevrilebilecekti. Gittim ve 3000 lira tutarında bono topladım. Bunları Kestanepazarına verdim. Onlar da bonoları paraya çevirdiler.
Böylece çadırların yapımına hızla başladık. İlk sene kampa yetmiş kişi kadar gitmiştik... 
İlk kampta iki büyük çadır bir de benim küçük çadırım vardı. Ayrıca mevcut bir binayı da mutfak olarak kullanıyorduk. Vasıtamız yoktu. Rahmetli Ali, motoguzisiyle gelir gider ve bazı işlerimizi görürdü. Şaban Hoca da Arapça okutmaya gelip-gidiyordu.

O sene imkanlar dardı. Bazı geceler fırtına çıkardı. Hasırları, gemici feneri gibi diker ve içinde kitap okumaya devam ederdik. Kitaplar guruplar halinde okunurdu. İlk kamp, tam gönlüme göre bir şey oldu. Herkes tesbihatı gürül gürül ezberledi. Talebenin bu halini gördükçe, kamplara olan ihtiyacı daha iyi hissettim; kamp düşüncemizin isabetine bir kat daha inandım.
Tesbihatın açıktan ve koro halinde yapılması o günlerden kalma bir adettir. Tabiatın bağrında ve tabiata karşı tesbihat cehri, kalb ve gönle karşı da hafi ve gizli olmalıdır, diye istidlal ediyordum.

İlk kamp öylece fakirane ve gayet sade olarak ihya edildi. Gelenler de hep beğendiler. Ali Rıza Güven geldi. Kendi yanında çalışan adamları da hep gönderdi. Harem-i Şerif'in Emiri, Mahmud Mahdum da geldi. Çok beğendi. Ertesi sene yine geldi. Fakat biz kendine has urbası dikkat çeker düşüncesiyle geri çevirdik. Hacı Kemal, darıltıp gücendirmeden, münasip bir dille durumun nezaketini anlatmış, o da bize hak vererek geri dönmüştü. Hacı Ahmed Tatari de gelip de kampı sevenlerdendi.

Üç ay kadar orada kaldık. Bir gün de Mustafa Birlik'in çocukları ile Münteha Bacı geldiler. Onlara dışarıda bir çardak kurduk. Bize yemek yaptılar. Hulusi Ağabey ile Sungur Ağabey de kampa gelenlerdendi.

Kamptaki bütün işler bana bakıyordu. Ders okuturdum. Sonra da kalkar yemeklere bakardım. Bazen sütlaç da yapıyordum. Dağıtımını da yine kendim yapıyordum. Onun bile kendine göre bir zevki vardı. Sandalyeye oturur, kepçeyi elime alır, herkes elindeki tasıyla gelir, sıraya geçer, ben de "Bir kepçe halib, salli alel Habib" derdim. Sütlacını alan giderdi.”

Sağlam Beden Sağlam Düşünce
Kamplarda, ruh ve düşünce cimnastiğinin yanında, gece gündüz, müsait olduğu ölçüde kültür-fizik hareketleri yapılırdı. Bazen de derste onları "U" şekline sokar ve anlatılacakları anlatırdım. İdeal bir nesil, hem fizik hem de kültür yönünden mükemmel olmalıdır, düşüncesiyle böyle yapıyordum.

Tabiiki, o zamanlar, yapacağımız şeylerde bu bugün ki kadar hür değildik. Bir şey yapılacaksa, en yakınımdakiler bile "Abiler bu işe ne der?" diye soruyorlardı. Bunlar da bende ciddi sarsıntı meydana getiriyordu. Ciddi bir "Abi" baskısı altındaydık. Ve atacağımız her adımda, yüzde yüz isabetine kanaat getirsek bile "Acaba abiler ne der." endişesini üzerimizden atamıyorduk. En azından bu mevzuda mülahaza dairesini açık tutmamız gerekiyordu.

İlk kamp benim için biraz sıkıntılı oldu. Çünkü hemen her şey üzerimdeydi. Çadır kurmadan yemek yapmaya, ondan bir şey bozulursa onu tamir etmeye kadar. Kuyunun pompası çok bozulurdu. Onu hep kendim tamir ederdim. O sene elektrik yoktu. Ertesi sene 3 kw'lık küçük bir jenaratör bulduk. O da sık sık arıza yapardı. Tabii ki tamir işi yine bana bakıyordu.

Daha sonraları da çok kamp yaptık. Fakat bu ilk kamplar, ruhani zevk duyduğum ve derinlemesine bu hazzı yaşadığım en bereketli kamplar oldu. O kampları hiç unutamayacağım.

Belki, sır ve hafa planında, bu kamplarda nefsanilik de olmuş olabilir, bilemeyeceğim. Yani, sır ve hafa planında içimde dolaşan düşünceleri her zaman kontrol altında tutamamış olabilirim ve belki o yönüyle rahat ve rehavet için oraları sevmiş bulunabilirim; ancak, hayalimden asla ayrılmayan düşüncem şu idi: Yetiştireceğimiz nesil, bir asker gibi disiplinli olmalıdır. Fakat ruhani zevklere açık yönleri tıkanmamalıdır. 

Tesbihat, Cevşen ve Evrad-ı Kudsiye'nin cehri olarak okunması ayrı bir güzellik buudu teşkil ediyordu. Ancak, kalbin yanında kafanın da işlettirilmesi gerekiyordu ki, kamplarda okunan kitaplar ve Arapça tedrisat, orayı adeta bir medreseye çeviriyordu. Durum böyle olunca, kamplarda askeriyenin disiplini, tekkenin edebi ve medresenin ilmi bütünleşiyor ve hayallerimizde renk ve çizgileri bütün güzellik ve netliği ile mevcut olan dünyaya ilk adım atılmış oluyordu.

İşin doğrusu, mecbur kalmadan kamptan ayrılıp şehre gelmeyi hiç düşünmüyordum. Sadece cuma günleri vaaz için İzmir'e geliyordum. Ertesi sene izin aldım ve kamptan hiç ayrılmadım. Üçüncü sene ise, yine vaaz için cuma günleri gelip gittim.

Geceleri kalkıp ibadet etme, o kısa gecelerde erkenden kalkıp sabah namazına hazırlanma, geceleri geç vakte kadar kitap okuma, hakikaten yeryüzünde olmayan bir hayat buuduydu. Ben, kamplardaki, bilhassa bu kamplardaki hissimi, bir manzumede çok seviyeli olmasa da yine de dile getirmeye çalışmıştım. Hislerimi olduğu gibi ifade ettim diyemem; fakat duyduğum ledünnî haz ve zevki anlatmaya gayret etmiştim.

Bir inayet ve bir koruma altında olduğumuz apaçıktı. Umumi teveccüh ekseriyetteydi. Davanın içinde ayrılık gayrılık düşüncesi yoktu. Arkadaşlarımız, Türkiye'nin her tarafından istedikleri talebeleri gönderiyorlardı. Urfa'dan, Diyarbakır'dan bile talebe geliyordu. Komünizmin gemi azıya aldığı bir dönemde ona karşı, hem de böyle nizamî bir mücadele, geleceğin milliyetçi ve maneviyatçı tarihçilerini derin derin düşündürecektir...

İkinci ve üçüncü kamplara, gücümüz yettiği ölçüde müracaat eden her talebeyi almaya çalıştık. Bu arada, ziyaret maksadıyla bir iki gün kalanlar da eksik olmuyordu.
Şuur ve irademiz, tam taalluk etmese bile, zannediyorum cebren bir işin içine itilmiştik ve içine itildiğimiz bu iş, milletimizin uyanışı ve kültürü adına büyük hizmetler vaad ediyordu.

Evet, iman hizmetleri adına, bütün Türkiye'deki hizmete denk hizmet edildiği söylenebilir bu kamplarda. O gün, herkes her yerde bu kampları solukluyordu. Kamplar adeta dillere destan olmuştu.

Bazen Kaynaklar Köyü'ne, hatta daha ilerlere gittiğimiz oluyordu. Bir iki defa da suyun başına çıktık. Köylü bizi cidden seviyor ve ellerindeki imkânlarla destekliyordu. Gidişattan Kestanepazarı idarecileri de memnundu. Herhangi bir rahatsızlık izhar etmiyorlardı. İkinci sene talebe sayısı iki yüze yükseldi. Üçüncü sene ise üç yüze çıktı. Tabii ki, bu her gün orada bulunanların mevcudu. Bazıları beş-on gün kalıp gidiyor, yerine başkaları geliyordu. Kamp bir sevkiyat ocağı gibi çalışıyordu.

Sayı arttıkça zorluklar da artıyordu. Bilhassa üçüncü sene ciddi su sıkıntısı çektik. Uzak mesafelerdeki civar kuyulardan araba ile su taşıyordum. Hem araba kullan, hem su taşı, hem de ders ver; bütününe güç yetirmek hakikaten beni zorluyordu. Ama yetişmeye çalışıyordum.”

Kamplar devam ederken bu arada siyasilerden de görüşme talebi geliyordu. İlk görüşme teklifi, 69'lı yıllarda yeni kurulmuş Milli Nizam Partisi’nin lideri Necmettin Erbakan’dan geldi. Hatta buna teklif demek de uygun olmaz, çünkü Erbakan bizzat kampa geldi. 

Hocaefendi bu ziyareti şöyle anlatıyor: “Orada kendisiyle uzun uzun sohbet edildi. Daha doğrusu o bir şeyler anlattı, biz de dinledik. İlk görüşmemizde, yanında Süleyman Karagülle Bey de vardı. Erbakan Hoca'nın bazı sorularına, bizim namımıza o cevap vermişti. Bizim yaptığımız işin, bir kültür hizmeti olduğunu ve bu memleketin yetişmiş insanlara ihtiyacı bulunduğunu anlatmıştı. Anlatmıştı diyorum; zira Süleyman Karagülle Bey de o gün bu anlayışa arka çıkmış ve destek olmuştu. 

Erbakan Hoca Milli Nizam Partisi'ni kurmuştu. Taraftarlarda da aynı mülahaza söz konusuydu; zira artık o, kavgasını, siyonizme, masonluğa ve farmasonluğa karşı verdiği inancıyla dopdoluydu. Bu açıdan da ona göre inanan herkes, onun arkasında yer almalıydı. Tabii böyle bir talepte ne kadar haklıydı; onu ileride tarih söyleyecek.

Daha sonra bir kere de o zat, ben hasta iken geldi. Zaten o esnada yataktan kalkamıyordum. Sabah namazı vakti gelip ziyaret etti ve ayrıldı. Bu sadece bir hasta ziyaretiydi. Ancak onun ve diğer siyasilerin bizimle görüşme talepleri, elbette sadece benim şahsımdan kaynaklanmıyordu. Onlar, bizim arkadaşlarımızda gördükleri veya zannettikleri potansiyel gücü, 'rey'e çevirebilmek cehdi ve gayreti içindeydiler. Aslında bir siyasi lider için böyle bir davranış gayet normal ve tabiidir, ancak, eskiden beri ruhuma hakim olan bir düşünce vardır. Bu adamlar politikacıdır; görüşmeleri, konuşmaları hep birer siyasî yatırım olabilir. Bugün burada bizimle oturur bir şeyler konuşurlar. Yarın gider bunu bir yerde kendilerine malzeme yapabilirler. Bu iş basına akseder ve bunun tekzibi de mümkün olmaz, ancak, tavrımızın siyaset üstü olduğunda şüphe edilmemelidir.”

Kamptaki gençleri ve o meşakkatli hayatı gören Erbakan, Hocaefendi’ye:
- Bu çocuklarla uğraşmayı bırakın. Ülkeye hizmetin en etkili yolu siyasettir, diyordu. Hocaefendi’nin yaptığı bu hizmetler, iğneyle kuyu kazmak olarak algılanıyordu. 

Ama, Hocaefendi’yi ikna etmesi mümkün değildi. O kararını vermişti, siyaset ona göre değildi. Çünkü, Türkiye’nin bulunduğu durumdan kurtuluşu ancak siyaset üstü bir yaklaşımla toplumun bütün fertlerini kucaklamakla mümkün olabilirdi. Daha sonra, aynı teklif Adalet Partisi’nden ve Milliyetçi Hareket Partisi’nden gelecek, fakat onlara da Hocaefendi’nin cevabı aynı olacaktı.

O, Efendisi Aleyhissalatü vesselam gibi iğneyle kuyu kazacaktı. 

Günlük politika oyunlarını, kitlelerin aldatılıp iğfal edilmesini, iktidar ve menfaat mücadelelerini ve bu uğurda bütün gayrımeşrûların meşrû gösterilmesini siyaset telâkki edemezdi. Bu yüzden, kalbî hayatı, düşünce istikameti ve Hakk'la münasebetleri adına her siyâsî hareketten uzak kalmayı zarûri görüyordu. Onun lezzet aldığı şeyler farklıydı.

Bediüzzaman Said Nursi de bu konuda şöyle diyordu: 'Sevdiğinizi Allah için sevme, sevmediğinizi de Allah için sevmeme yerine, siyaset için sevme, siyaset için buğzetme şeklinde siyasi bir düstur size hakim olmasın. Evet, siyaset, kalpleri bozar, asabi ruhları azap içinde bırakır. Kalp selameti ve ruh istirahatı isteyen adam siyasetle uğraşmamalı.' (Kastamonu Lahikası)....'Siyaset, nefse çekici gelmesi sebebiyle, meraklıları kendisiyle meşgul eder, hakiki ve büyük vazifeleri (İman ve Kuran'a hizmet) unutturur veya noksan bıraktırır. Her halükarda bir tarafgirlik meyili verir ve bu meyille tuttuğu tarafın zulümlerinin hoş görülmesine yol açar.' (Emirdağ Lahikası)

En Lezzetli Anlar
Hocaefendi, çok meşakkatli de olsa altın bir nesil yetiştirmek için iğneyle kuyu kazmaya devam edecekti:
“Jenaratör çok eskiydi. Her gün söküp tamir etmek zorunda kalıyordum. Adeta bir jenaratör ustası olmuştum. Bir ara kuyuyu da biraz eşmemiz gerekti. Kazma-kürek aldık, arkadaşlarla beraber onu da hallettik. Tuvalet ve banyo binalarımızı da kendimiz yaptık. Hela çukurlarını da kendimiz kazdık.
Sakın bunları mesele edindiğimden anlattığım sanılmasın. Sadece hayatımın en lezzetli anları olduğu için anlatıyorum. Hatta, arkadaşlardan biri daha sonraları bana şöyle bir hatıra anlatmış ve o gün için böyle bir davranışı çok garip karşıladığını söylemişti. Hadise şuydu: Ben elimde kazma hela çukuru kazıyorum. Talebelerden biri de "Hocam iki kazma da şuraya vur" diyerek bana bazı yerler gösteriyor...
Hadiseyi bana anlatan arkadaşa bu durum çok garip gelmiş; halbuki ben o gün yaptıklarımı bir vazife olarak yapmıştım. Davranışlarım başkalarına örnek olsun diye bir düşünce de taşımıyordum... Yaptığım her işi zevk alarak yapıyordum. Tabii bu sıkıntı yoktu manasına gelmez. Elbette çok sıkıntılı günlerimiz oluyordu.

Mahmud Mahdum Hocaefendi'nin dediklerini hâlâ unutamıyorum. Şöyle demişti: "Şu anda, Kâbe de dahil, yeryüzünde bu kadar ruhaniyatın hâkim olduğu bir yer yoktur. Böyle bir hayat, bir kere Asr-ı saadette yaşanmıştır, bir de şimdi burada sizler tarafından yaşanmaktadır..."

Aradan seneler geçecek ve ben Ravza-i Tahire'de birkaç kişinin, hiç istemediğim halde bana karşı hürmetkâr davranışlarından ötürü gidip karakolda hesabını verecektim. Ve o zaman daha iyi anlayacaktım ki, serbestlik adına, bizim kamplarda yaşadığımız hayatı oralarda dahi yaşamak mümkün değildir. Ve Mahmud Mahdum Hocaefendi'ye daha çok hak verecektim...

Disiplinli ama ruhaniyatlı insanlar yetiştirme tek gaye ve hedefimizdi. Bunun için kitapların okunması, tesbihatın gürül gürül icrası, Sünnet-i Seniyye'nin yaşanması, namazların tâdil-i erkanla kılınması gibi hususlara dikkat ediyor; aynı zamanda onları disipline alıştırıcı bazı temrinatta bulunuyordum. Gece yürüyüşleri, gündüzleri koşular, yat-kalklar hep bu hedefe yönelikti. Bütün davranışlarda kalbî ve ruhî hayat aranıyor, ona ulaşmanın yolları araştırılıyor ve bütün bu işler bir disiplin içinde yapılıyordu.

Son kamp benim için çok zor olmuştu. Çünkü ikinci kampta arkadaşların tedbirsiz hareketleri, her gün akın akın insanların toplu halde kampa geliş-gidişleri çevreyi rahatsız etmeye başlamıştı. Kestanepazarı kampa soğuk bakmaya başladı. Yerin sahipleri de orada kamp yapmamızı istemediler. Bir-kaç kişi bizi ellerinde nacaklarla karşıladı ve gözdağı vermeye çalıştılar. Bir kötülük yapabilirler diye ben de kampın başka yerde olmasını istiyordum. Çatalkaya’da, Nif Dağlarında tam bir ay dolaştım ve bir kamp yeri aradım. O dağları avucumun içi gibi bilirim. Fakat uygun bir yer bulamadım. Üçüncü sene yine aynı yerde kamp yapmamız tamamen başka yer bulamayışımızdan oldu. Yoksa orayı düşünmüyordum.
Her şeyi göze aldık ve üçüncü sene de kampı aynı yere kurduk. Fakat Kestanepazarı bütün desteğini çekti. Arkadaşlarımız da müzahir olmasa idi, durumumuz çok müşkülleşecekti.

Kamplarda şoför olmadığı için arabaları ben kullanıyordum. Müftülüğün minibüsünü emanet olarak almıştık. Buca'dan talebeleri alıp, kampa getiriyordum. Arabayı devirdim. Nasıl dışarıya çıktım, farkında değilim. Koca Yusuf ayaklarımın altında yatıyordu. Müftülükte kâtiplik yapan Mevlüd Bey'in oğlu Sacid'in başı yarılmıştı. Üç-dört bin liralık masraf açılmıştı. Durumu Mevlüd Bey'e telefonla bildirdim. Oğlunun yaralandığını söylediğimde hiç unutamayacağım şu cevapla karşılaştım: "Hocam, dedi, benim oğlum gibi yüzlercesi sana feda olsun. Sana bir şey olmadı ya..."

Üçüncü sene arkadaşlar bir Skoda almışlardı. Onu da yine ben kullanıyordum. Zaten başka bilen de yoktu. Sadece Hacı Muammer yeni yeni araba kullanmasını öğreniyordu. Yanımda İsa Bey oturuyordu. Bucâ’ya gidip üniversite talebelerini kampa getirecektik. Teybe bir Kur'an bantı koydum. Onunla uğraşırken araba yuvarlandı. Yine bir sürü masraf açıldı.

Son kampa Mustafa Polat da gelmişti. Zaten beş-altı ay sonra da vefat etti. O tam bir dava adamıydı. Vefatı, bütün dostlarını olduğu gibi beni de çok üzmüştü.

Eğer ötelere seyahatimizde, herkese birer hatıra götürme fırsatı verilseydi, şüphesiz ben, ilklerinden başlayarak, kampların o bahar çiçeklerine benzeyen pırıltılı, tılsımlı, hülyalı mavi hatıralarını alır götürürdüm.

O günleri bizimle beraber yaşamayanlara, kampların hülyalı iklimini anlatmanın çok zor olduğunu bildiğim halde, yine de anlatmak istedim.. Kimbilir, belki de bendeki bu anlatma hissi, anlatma kabiliyetimin yetersizliğini görüp de, o günleri gerçek buudlarıyla dile getirebilecek istidatları, kampları araştırmaya sevketmek için olmuştur. O kadarcık olsun, yararlı olduysam kendimi bahtiyar sayarım.

Kendimin böyle bir hizmete layık olduğumu hiçbir zaman hayal dahi etmedim. Ömrüm boyunca "Demek ki Allah (c.c) şahısların şahsi durumunu hesaba katmadan, istediğine istediği hizmeti gördürüyor" diye düşündüm. Meseleye bu açıdan bakılırsa, bu devrede büyük işler yapılmış sayılmaz. Eğer, Cenab-ı Hakk, bu hizmeti başkalarına değil de bize yaptırmışsa, vazifemiz sadece şükürdür. Minnet âlemlerin Rabbi olan Allah'adır.”  

---------------

Gürül gürül Bir Hizmetin Özlemi…

Fethullah Gülen Hocaefendi, İzmir'e geldiğinde Edirne'deki mahkemesi devam ediyordu. Bir gün kendisini savcılıktan çağırdılar. Hocaefendi hadiseyi şöyle anlatıyor:
“Yanımda İrfan Akça ve Hacı Kemal Abi olduğu halde gittik. Meğer Edirne'de benim mahkememe bakan hâkimlerden biri değişmiş ve yerine bir kadın hâkim tayin olunmuş. Birisi de benim adımı ve imzamı kullanarak bu kadına hakaret dolu bir mektup yazmış. Mektubu benim yazıp yazmadığım tetkik olunuyordu ve savcılığa bunun için çağrılmıştım. Allah'tan mektup el yazısıyla yazılmış. Benim yazımı aldılar ve daha sonra takipsizlik kararı verdiler. Bu mektubu kim ve hangi gaye ile yazmıştı bilemiyorum. Fakat aleyhime bir komplo olduğu muhakkaktı.”

Hocaefendi, İzmir’de de sürekli takibe maruzdu. Peşinde daima bir sivil polis bulunuyordu. Fakat bütün bunlara rağmen, Hocaefendi, hizmetlerinde geri durmuyordu. 

Kestanepazarı'nda bulunduğu sıralarda, üniversitelerde yapılan seminerlere katılıyor, konuşmalar yapıyordu. Yaşar Hoca’nın İzmir'e vaiz olarak tayin ettiği Kemal Solak Bey Yüksek İslam Enstitüsü'nde okuyordu. Hocaefendi, konuşma yapacağı zamanlar Kemal Bey ona yardımcı oluyordu. Hocaefendi’nin orada İslam iktisadı gibi mevzuları anlatması o camianın hoşuna gidiyordu.

“Bazen seminer şeklinde tasavvuf dersleri olurdu. Bir keresinde Necdet Bey de bulunmuştu. Sohbetten sonra, Vahdet-i Vücud ve Hallac-ı Mansur hakkında çeşitli sorular da sorulmuştu. Necdet Bey bu sohbetten çok hoşlanmış ki daha sonra yanıma gelip, bir hayli takdirkâr sözden sonra, ikili sohbet yapmamızı teklif etmişti. Üç-beş defa bir araya geldik. Bu sırada Gültekin Sarıgül Bey de sohbete gelmeye başladı. Halbuki Necdet Bey, bazı çevrelerle görülmekten endişe ediyordu. Bu sebeple sohbetlere ara vermek zorunda kaldık. Sohbet günü o, bir iş münasebetiyle Ankara’ya gitti. Sohbet de yapılamadı sonra. 12 Mart Muhtırası olunca benimle de görüşmekten çekindi ve bir daha da bir araya gelmemiz mümkün olmadı.

O zamanlar, bir taraftan ülkücüler, diğer taraftan da MTTB talebe kesimine sahip çıkma yarışındaydılar. MTTB'de benim tanıdığım müspet insanlar da vardı. Hatta onlardan bazıları her hafta beni dinlemeye gelir ve sohbetlere katılırlardı. Çok samimi bir hava içindeydik. Daha sonra particilik ortaya çıkınca onlar parti tarafını iltizam ettiler.”
MTTB’yi (Milli Türk Talebe Birliği’ni) ilk defa İttihat ve Terakki kurmuştu. Pan Türkizm akımının etkisiyle kurulan teşkilatlardan birisiydi. 

Sokaklar Arena
Zaman geçtikçe, ülke yeniden bir kaosa doğru sürükleniyordu. Sokaklar sol kesimden insanların yazdığı yazılardan geçilmiyordu. Müslümanlardan bir grup da onların yazısına yazı ile cevap vermeye çalışıyordu. Hocaefendi, sokaklara yazı yazma veya silmenin hiçbir faydası olmayacağını söylediğinden dolayı da bu sağ kesim ondan rahatsızlık duymaya başladı. Fakat yine de onları akl-ı selime davet etmek için Hocaefendi, onlarla irtibatını koparmamaya çalıştı. 

Fethullah Gülen Hocaefendi, Kur'an'ın fen ve tekniğe bakan ayetlerini izah sadedinde birçok konuşmalar yaptı. Bu ayetleri izah ederken, o günlerde de kanaatı tayin ve tahsisin doğru olmadığı yolundaydı. “Hele şu ayet şuna delalet eder dememeli, daha şumüllü düşünmelidir. Aksi halde isabetsizlik olur. Bu tür konuşmalardan sonra, bu kanaatımı da izhar ederdim.” diyor Hocaefendi.

“O sıralarda bir hafta konferans verilir, diğer hafta da bu konferansın kritiği ve tenkidi yapılırdı. Benim yaptığım konuşmanın kritiği yapılırken Dr. Baha Kitapçı Bey ve bazı arkadaşların takdirkâr ifadeleri olmuştu. Dr. Baha Kitapçı Bey, zaten herkesi takdir eden bir insandı. Bazı arkadaşlar, camide his ve heyecan burada mantık ve muhkeme, diyerek takdirlerini bildirdiler. O gün itiraz edenlerden biri Süleyman Karagülle Bey idi. "Niçin ilme karşı tavır alınıyor? Kur'an her şeyi sarih olarak anlatmıştır.." gibi sözler söyledi. Yine itiraz edenlerden biri de bir avukat arkadaştı. O da ayetleri çeşitli alternatiflerle ele almamın, bu ayet sadece buna işaret eder demeyişimin karşısında olduğunu söylüyordu. Bir de yarı meczub bir ilahiyatçı vardı. Onun teklifi ise, Kur'an'daki fen ve tekniğe ait meseleleri, o sahanın uzmanlarına anlattırmalı, şeklindeydi. Süleyman Karagülle Bey'in münferid dersleri oluyordu. Onu bir konferans haline getirip anlattığı da olmuştu. Vakit buldukça bu konuşma ve sohbetleri dinlemeye de gidiyordum. Fakat, gün geçtikçe hizmet alanımızın genişlemesinden dolayı, daha sonraları oralara gitmeye zaman ayıramaz oldum...”

Gürül gürül Bir Hizmetin Özlemi…
Hocaefendi, bugün geniş bir ufukla yapılan hizmetleri, mantık ve muhakemenin zor anlayabildiği ta o günlerden arzu ediyordu. Fakat, yapılan her faaliyette belli bir çizginin yakalanamamasından dolayı çok rahatsızdı. Kendisi şöyle anlatıyor: 

“Beyler Sokağı'nda, Diriliş Derneği'ni açmıştık. Üyeleri, üniversite talebeleri ve üniversite mensubu bazı kişilerdi. Hatırımda kalanlardan bazıları Zafer Ayvaz, İsa Saraç ve Kemal Solak Beyler’dir. Başta Sezai Karakoç Bey'in kitapları olmak üzere İslami yayın bulundurulur ve okunurdu. Ufuk oldukça geniş sayılırdı. Bu sefer de arkadaşlar arasında fikir ayrılıkları başladı. Herkes gelip konuşuyor, konferans veriyordu. Ben de birkaç konuşma yapmıştım. Fakat ne konuşmalarda ne de düşüncede belli bir çizgiyi tutturmak mümkün olmuyordu. Bu durumdan rahatsızdım.

Bir yaz günü, çok insan olmadığı bir zamanda, yanıma Yusuf Pekmezci Bey'i ve bir-iki arkadaşı alıp gittim. Kitapları kolilere doldurduk. Rafları da söküp aşağıya indirdik. Yeri de sahibine teslim ettik. Tam eşyaları arabaya yükleyeceğimiz sırada İsa ile Zafer Beyler geldi. Rahatsızlık izhar ettiler; ancak yapacakları bir şey yoktu. "Bizim yerimiz kendi evlerimiz" dedik ve bütün gayretlerimizi o türlü çalışmalara teksif ettik.

Kestanepazarı'nda bulunduğum devreye ait hayırlı teşebbüslerden biri de İmam Hatip ve Yüksek İslam Enstitülerinin şu anda bulundukları yerleri alma çalışmaları oldu. Ali Rıza Güven, Dr. Dursun Bey ve ben, üçümüz, o arsalara beraber bakmıştık. Daha sonra da arsalar alındı ve bina yapıldı. Turgutlu'ya yardım toplamaya gittiğimizde ise, bir de bize Hacı Bekir katılmıştı.”

 “Varlıklı insanların, hayır işlerine katılmayışı çok tuhafıma giderdi. Bir fabrikatör, çıkarıp elli lira vermişti, bunu çok garipsemiştim.

Böyle dolaşmakla bir yere varılamayacağını anladım. Yardım isteyeceğimiz insanları bir araya toplayalım ve birbirlerini teşvik etsinler, dedim. Bu teklifim kabul edildi ve Hacı Ahmed Bey'in mağazasının üstünde toplandık.

On kişi kadardık. Hatırladıklarım arasında, Konyalı Hacı Mustafa, Ali Rıza Güven, Hacı Ahmed Tatari ve İsmail Alkan Beyler vardı. Ben bir şeyler söyledim. Ali Rıza Güven Bey de bir şeyler anlattı. Daha sonra da para toplandı. Ahmet Tatari 100 bin lira verdi. Ali Rıza Güven Bey 50 bin lira ile onu takip etti. Herkes bir miktar söyledi. İsmail Alkan ise 2500 lira verdi. Halbuki çok zengin bir insandı. Verirken de "Herkes inandığı kadar yapar" dedi. Bu sözü hiç unutmadım.

Bu arada İmam Hatip Okulu'nun yapımına başlandı. Taban döşemelerini toplamaya Ali Rıza Güven Bey'le ikimiz gittik. İstemediğim halde bir kadınla da muhatap olmak zorunda kalmıştık. Hatta Ali Rıza Bey, dönüşte bana şöyle demişti:
"Hocam, sizi çok takdir ettim. Prensipleriniz, dini düşünceleriniz... Fakat burada yaptığınız fedakarlık.... Doğrusu bizi çok mütehassis etti."

Fakat ben İmam Hatip Okulu hatırına o gün bana zor gelse de prensibimden taviz vermiştim. Bu da Ali Rıza Bey'i duygulandırmıştı. İşin garibi o kadından hiçbir şey alamamıştık...

İmam Hatip ve Yüksek İslam Enstitüsü'nün faaliyetlerinde içinde bulunmaya çalıştım. Her açılış ve kapanış merasimlerine mutlaka iştirak etmeye gayret ettim. Bu müesseselerin her zaman fayda ve yararına inandım. Ve gelecekte de inşallah tarihi vazifesini eda edecektir.”

“Hizmetin Hiç Kimseye Bir Diyet Borcu Yoktur”
Kuveyt emiri, “Her yıl zekât fonumuzun bir kısmını Türkiye’deki İslami hizmetlere aktaralım!” diye talimat vermişti. Türkiye’ye resmi bir ziyarette bulunan Kuveytli bakan, emirin bu isteğini yerine getirmek için bir muhatap arıyordu. Bu meseleyi Hocaefendi’ye getirdiler. Ama o, böyle bir yardımın Türk insanı için doğru olmayacağını ifade etti. Türkiye zengin bir ülke değildi. Belki 1970’li yıllarda hizmetler için yardımlar henüz yeterli değildi, ama yapılacak iş ne olursa olsun, müracaat edilecek yer samimi Türk insanının himmeti olacaktı. Nitekim ileride sadece hizmete yardım için iki evinden birini satan hatta tek evini satıp kiraya çıkan insanlar çıkacaktı.

Hocaefendi şöyle diyordu: 
“Bu harekette hiç kimsenin, hiçbir gücün tek bir senti bile yoktur. Hizmet insanı başka bir milletin uydusu olamaz… Bağımlı hareketler bir gün mutlaka kundaklanır ve çökerler. Geleceğin dünyasını bağımsızlar kuracaktır. Millete mal olmuşluk size yeter. Tek sermayeleri samimiyetleri olan bu garipler dünyayı değiştirmeye vesile olacaklar. Bu destan, dünyayı değiştirmeye gelmiş bir insanın (Hazreti Muhammed (sav)) peşinde koşanların destanıdır… Bu, sahabe dönemi gibi örneği kendinden olan bir harekettir. Benzeri az bir fedakârlık örneğidir…  lemin kurtuluşunu kendilerinden beklediğimiz nesillere evvel ve ahir tavsiyemi söylemek istiyorum: 
Aziz ve onurlu olun. Yakanızı ve paçanızı belli güç kaynaklarına kaptırmayın. Onların yanına derdinizi ve kendinizi ifade etme için gitmiş olsanız bile her zaman müstağni davranın. Başkalarının tahdit ve kayıtları altına girmeyin. 

Kimse bizi alet olarak kullanamaz. Çünkü kimseye diyet ödeme mecburiyetinde değiliz… Bir zamanlar âleme nizam vermiş bu milletin hamiyetli çocuklarını hiçbir dış güç kendi hedefleri istikametinde kullanamayacak, figüre edemeyecektir. Çünkü bu vatan evladının hiç kimseye bir diyet borcu ve minneti yoktur.”

İttihad Gazetesi
Hocaefendi’nin ifadesiyle, gazete Müslümanların geç tanıdıkları bir güçtür. Gerçi belli dönemlerde haftalık, aylık bazı gazeteler çıkmış ise de takip, tazyik ve imkansızlıklar yüzünden devam ettirilememişti. Yine böyle güçlü bir gazetenin hikâyesini şöyle anlatıyor Hocaefendi: 

“Salih Özcan Bey'le tanışıklığımız çok eskilere dayanır. Sık sık İzmir'e gelip giderdi. Bu esnada böyle bir duygu belirdi, olgunlaştı, pekişti ve merhum Zübeyr Ağabey'in te'yidiyle de gazete çıkarıldı. Gazete haftalık olarak çıkıyordu. Adı "İttihad Gazetesi" idi.

1968 hac mevsiminde gazete Türkçe-Arapça olarak oldukça fazla miktarda basıldı ve arkadaşlar Mina'da, Müzdelife'de ve Mekke'de sattılar. Gazete adına o yıl bereketli bir yıl olmuştu.” 

Hacı Kemal Erimez 1968 yılında gittikleri hacda İttihad Gazetesi’ni Salih Özcan'la birlikte çadır çadır gezerek bizzat dağıtmıştı. İttihad gazetesi o aralar maddi yönden çok sıkışık bir durumdaydı. Zeytinliklerinden elde edilen zeytinlerini satan Hacı Kemal henüz parasını alamamıştı. Salih Özcan kendisine gazetenin içinde bulunduğu zor durumu anlatınca, mertlikte ve cömertlikte yarışan Erimez, daha henüz eline geçmeyen parasını Salih Bey’e devretti ve böylece gazete zor durumdan kurtuldu.

Gergin Hava
Hocaefendi, daha sonraları İttihad gazetesi ile yaşanan süreci şu şekilde anlatıyor:
“Sonra Salih Özcan Bey gazeteden ayrıldı. Her şeyde beraber olduğum için, ayrılmadan evvel beni de İstanbul'a çağırdılar. Hacı Kemal, Mustafa Birlik Bey ve ben üçümüz İstanbul'a gittik. Florya Oteli'nde görüştük. Zübeyr Ağabey'in dışındaki bütün büyükler oradaydı. O gelmemişti. Havanın gerginliğinden, hiç de hoş olmayacak bir hadisenin vukuunu sezmiştim. Ayrıca Zübeyr Ağabey'in toplantıya gelmeyişi kuşkumu daha da arttırmıştı. Bir ayrılık seziyordum ve bu da beni çok üzüyordu.

Bu arada Abdülvahid adındaki bir arkadaş bana "Zübeyr Ağabey sizinle görüşmek istiyor" dedi. Gittim, görüştüm. Şahsım adına vifak ve ittifakın ancak, bu işin dışında kalmakla mümkün olacağına inandım ve aktif planda bir şeye karışmamaya karar verdim.”

Gazete ondan sonra günlük çıkmaya başladı. Hocaefendi’nin çok sevdiği çocukluk arkadaşı Mustafa Polat Bey de onların yanında kalmıştı. Hocaefendi anlatıyor: 
“Babıali'de bugün bile onun gibi gazeteci az bulunur. Mesela çok usta bir mizanpajcıydı. Yazı yazarken müsvedde yazdığını hiç görmedim. Kış gününde bile terler, ayaklarını bir leğene sokar, önüne daktilosunu alır, yazar "Bunu gazeteye koyun" derdi. Çok istidatlı ve çekirdekten gazeteciydi. Zaten babası da ‘Hür Söz’ gazetesinin sahibiydi. Gazete, Erzurum'da mahalli olarak çıkıyordu. Mustafa Polat Bey, minnacık çocukken, notlarını steno ile alırdı. Menderes Erzurum'a geldiğinde, onu kürsünün önünde not alırken görmüştüm. Gazetecilerin en genci oydu. Bu manzarayı da hiç unutamam. İttihad Gazetesi'nin başına onu getirdiler. Gazete hakikaten kaliteli çıkıyordu.”

O günlerde Mehmed Şevket Eygi, Bugün Gazetesini çıkarıyordu. Gazetenin tirajı 100 binin üstündeydi. Fakat, İttihad, kendi çizgisinde hizmetlerini sürdürürken; yine bir kısım hazımsızlıklar olmaya başladı. 

Hocaefendi, o günkü hadiseleri şöyle anlatıyor: “Ben her iki gazete arasında neler geçtiğini teferruatıyla bilemiyorum. Fakat, Bugün Gazetesi'nin İslam’ı Türkiye'de temsil eden tek gazete olduğu imajı vardı. İttihad gibi o da yararlı oluyordu ve arkadaşların hepsi meşrepler üstü hareket etme gayreti içindeydiler. Fakat, yine de bir hayli rahatsız olan vardı. Bu arada, dengenin tam korunup korunmadığını bilemeyeceğim. Mustafa Polat Bey ve bazı arkadaşların yazılarından rahatsız olanlar vardı. Bu durum beni çok rahatsız etmeye başladı. Bir gün, hiç unutamıyorum, Mustafa Polat Bey'i telefonla aradım. Neler konuştuğum bütünüyle hatırımda değil. Fakat şunları söylediğimi zannediyorum: "Sağa, sola durmadan tecavüz ediyorsunuz. Ben bunu Bediüzzaman’ın mesleği ile telif edemiyorum." Ben bunları söyleyince Mustafa Polat "Ağabey, onlar da bize hücum ediyor" dedi. Ben de "Onlar bize on defa hücum etseler, biz onlara bir defa karşılık versek, yine biz zulmetmiş oluruz. Çünkü bizim elimizde yol gösterici düsturlar var. Eğer bu tutumunuzda devam ederseniz, işi tamir için bizim de anlatacağımız değişik şeyler olabilir" dedim ve ahizeyi kapattım. Daha sonra bu konuşma benim için bir hicran oldu. Çünkü o aziz ve çok kıymetli dostum ve kardeşim Mustafa Polat Bey, bu konuşmamızdan kısa bir müddet sonra elim bir trafik kazası sonucu vefat etti. Ve ben ona "Hakkını helal et" diyememiştim. Cenaze namazında bulundum; fakat son görüşmemizin bu şekilde söylenen sözlerle bitmiş olmasının üzüntüsünü hâlâ yaşarım. Mustafa Polat, tertemiz, pırıl pırıl asil ve seçkin bir insandı. Cenab-ı Hakk onu firdevs cennetiyle mükafatlandırsın. Ve dostluğumuzu ebedi kılsın. (Amin)”

Gelecek Bölüm: İlk Hacc ve İlk Hizmet Evi

--------------

İlk Hacc ve İlk Hizmet Evi

Hocaefendi, İzmir Kestanepazarı Kur'an Kursunda hocalık yaptığı sıralarda Diyanet İşleri Başkan Vekili Lütfü Doğan kendisini telefonla arayarak Diyanet Görevlisi olarak hacca gönderileceğini söyleyince o sene ilk kez hacca gitti. 1968 yılı Kurban ve Hac mevsimi 10 Mart günüydü. Hocaefendi’nin hacca gidişi ile ilgili haber 19 Şubat 1968 tarihli İttihad gazetesinde yer aldı. 

Hacca bu ilk gidişini şöyle anlatıyor Hocaefendi:

“Hacca gidememek, Ravza-i Tahire'ye yüz sürememek benim için hicranların en ızdırap vericisiydi. O güne kadar niceleri hacca giderken hep onları gıpta ile seyretmiş ve bazen de tanıdıklarımın eline bir nâme tutuşturup bunu parmaklıkların arasından içeriye atmasını söylemiştim. Çünkü dayanamayacağım ölçüde özlemiştim. Ama imkanım olmadığı için de gidemiyordum. İçim cayır cayır yanıyordu. Bazan kalbim duracak hale geliyordu. Hasretimi bir iki satırlık mektupla dile getirmeye çalışıyor ve Allah Rasulü’nün hayatta olacağı mülahazasıyla mektubumu ona gönderiyordum. Belki bana bir vesile eliyle uzanır ve beni de huzuruna kabul eder, diye ümitleniyordum.

O sene, şimdi ismini hatırlayamayacağım talebelerden biri (Büyük İhtimalle İbrahim Çalışkan olabilir) bana: 'Hocam hacca gitmeyi düşünmüyor musunuz?' dedi. Yarama öyle bir tuz basmıştı ki dayanılacak gibi değildi. 'Ben kim, oraları kim?' dedim ve ağlayarak sınıfı terkettim. Müdür odasında başımı masaya dayadım ve duygularımı masanın camına döktüm. Zaten camın altında Ravza-i Tahireye ait çeşitli resimler bulunuyordu. Ben de hicranımı doğrudan oraya anlatıyordum.

Aradan kaç saat geçti bilmiyorum. Bildiğim ve hatırladığım gözyaşlarımın bir türlü dinmek bilmeyişiydi. Ben bu vaziyette otururken idareci arkadaşlardan biri içeriye girdi ve 'Hocam, sizi telefondan istiyorlar' dedi. 'Kim' diye sordum. 'Galiba Lütfi Doğan' cevabını verdi. Lütfi Doğan o sırada Diyanet İşleri Reis Muaviniydi. Reisliğe o vekalet ediyordu. Hemen telefona koştum. Karşıda hakikaten Lütfi Doğan vardı ve o tatlı, yumuşak sesiyle bana hitaben şöyle diyordu:

'Arkadaşlarla kararlaştırdık, bu sene, hacıların durumunu kontrol için Diyanet adına üç kişiyi hacca göndereceğiz. Biri Denizli Müftüsü İbrahim Değirmenci, İkincisi Eskişehir Müftüsü Ahmed Baltacı, üçüncüsü de siz.'

O sene Diyanet adına hacca gitme işi ilk defa oluyordu. Kendimi bir ara rüyada zannettim. Biraz evvelki hicranım neydi, şimdi neler duyuyordum…
Hemen Ankara'ya gidip muameleleri tamamladım. Orada anladım ki, bunu Yaşar Hocaefendi (Tunagür) hazırlamış. Ona da çok dua ettim. 

Gittiğim bu ilk hacc, benim için çok bereketli oldu. Tabii ki Cenab-ı Hakk'ın rızası ölçüsünü bilemem. Fakat iç âlemim itibariyle bu hacdan çok istifade ettim.

Kabe'yi ve Ravzâ’i Tahire'yi ilk gördüğümde öyle bir ruh haline büründüm ki, tarifi mümkün değildir. Hani, benim gibi birine olmaz; ama farz-ı muhal, o anda cennetin bütün kapıları ardına kadar açılsa ve cennete davet edilseydim, herhalde oralardan ayrılıp cennete gitmeyi arzu etmezdim. Harem-i Şerif’te ve Ravza-i Tahire'de bulunmak bana öyle ledünni bir haz ve lezzet vermişti...

Kestanepazarı'ndaki talebelere hep apayrı bir gözle baktım. İslam âlemine ait büyük kurtuluşun hiç olmazsa bir bölümünü onların temsil ettiğine inanıyordum. Hacca giderken onların isim listelerini yanımda götürmüştüm. Hepsine orada teker teker dua ettim. Ayrıca tanıdığım birçok kimseye de ismen dua ettim. O sırada bütün Türkiye çapında tanıdıklarımın sayısı bugünle kıyas edilemeyecek ölçüde azdı. Onun için hepsini ismen zikredebilmiştim.

Bir-iki defanın dışında Beytullah'tan hiç ayrılmadım. Gece gündüz orada kalıyor, sadece abdest almaya çıkıyordum. Açlığım dayanılamayacak dereceye varırsa hurma veya bisküvit gibi şeylerle açlığımı yatıştırıyor ve yine ibadetime devam ediyordum. Her gün üç umre yapıyordum. Tabii ki o sırada gençlik de var. Buna güç yetirebiliyordum.
 
Efendimiz'den başlayarak sırasıyla Raşid Halifeler için umre yaptım. Benim gibi birinin yaptığı umre onlar namına olur mu, olmaz mı, bunu düşünmedim. Çünkü ben her şeyimi onlara borçluydum ve kendimi onlar için umre yapmaya mecbur hissediyordum. Bu mecburiyet hissinin zorlamasıyla cesaret ediyor ve yaptığım umrelerin sevabını onlara bağışlıyordum. Bu arada kendi yakınlarım için de umre yaptım. Başta Üstadım için sonra da annem, babam, ninem ve dedelerim için umre yaptım.

Enteresandır; Şamil Dedem için umre yaparken birdenbire bende bir hal değişmesi oldu. Sâfâ ile Merve arasında gidip gelirken ayaklarım yerden kesiliyor ve ben, adeta havada uçuyordum. Vücudumdan raşeler dökülüyordu.

Her insanda olduğu gibi bende de bazen fevkaladeden haller olmuştur. Belki de bu gibi durumlar Efendimiz'in 'Lî zamânün' dediği hallerden biridir. O andaki konsantreyi ve kazanılan durumu başka zaman yakalamak mümkün olmaz. Müsbet manada beni çıldırtacak derecede yaşadığım haller vardır. Fakat Şamil Dedem için umre yaparken elde ettiğim durum bunların hepsinin üstünde ve ötesinde bir durumdur ve tarifi mümkün değildir.

O günü tarihiyle tespit ettim. Zaten unutmam mümkün değil. Daha sonra Erzurum'a geldiğimde Vâlidem gördüğü bir rüyasını anlattı. Şâmil Dedem'i, melekler gibi bulutlar üstünde yüzüyor görmüştü. Rüyanın görüldüğü tarih, aynen benim umre yaparken ayaklarımın yerden kesilip uçtuğum tarihti.

Rahmetli Ömer Kirazoğlu da bana yazdığı bir mektupta: 'Sizin için umre yaparken, Beytullah'ın kenarında birdenbire başkalaştım.' demişti. Demek ki, bizzahr'il gayb yapılan tavaf ve umreler çok ciddi dualar nevindendir ki, Cenab-ı Hakk böyle bir hâl ihsan etmektedir. İşte Şamil dedemin bende unutamadığım böyle bir hatırası da vardır.”
Peki, bu hal niçin Şâmil dedesiyle ilgili umrede olmuştu? Hocaefendi bunu şöyle izah ediyor: “Bir yönüyle böyle bir hal yapılan umrenin kabul edildiğini gösterir. Ben öyle bir kabule layık olmasam dahi, Rabbimin lütfu ve keremi çok engindir. 

İkinci olarak, bu bir frekans mevzuudur. Ruh haleti itibariyle benim gönderme yaptığım bir yerde onun almacı bunu almaya müsaitmiş. İkimiz de aynı ruh halini paylaşıyormuşuz.

Üçüncüsü de dışa karşı çok kapalı gibi duran dedem, torunlarından birine çok ciddi alaka duyuyormuş ve adeta her ikisi bir biriyle bütünleşiyorlarmış...

Bu ilk haccda unutamadığım hatıralarımdan biri de şudur: Harem-i Şerif’te, bilhassa cemaatla namaz kılarken, renk renk çiçekleri andıran cemaatların topluca rüku ve secdeye varışlarını seyretmek bana apayrı duygular ilham ediyordu. Orada, her renkten insan, kendine has urba ve giysileri içinde renk renk açmış nadide çiçekler gibiydi. Harem-i Şerif bunlarla, bağrında her mevsimin çiçeğini bitiren bir çiçek bahçesine benziyordu. Bu manzarayı seyretmek için rüku ve secdelere biraz gecikerek gidiyordum. Ve kendimi böyle yapmaktan alıkoyamıyordum.

O sene azmetmiştim. Bütün talebe ve dostlarıma küçük de olsa birer hediye götürecek ve mutlaka onlara zemzem ikram edecektim. Cenab-ı Hak, bu niyetimde beni muvaffak kıldı. Bilhassa her talebeye bir gümüş yüzük hediye getirdim. Bazılarına hurma ve zemzem de ikram ettim. Bu o gün için bana çok büyük mutluluk veren bir hadiseydi. Çünkü talebelerimi çok seviyordum...”

Cenâb-ı Hakk, Hocaefendi’ye bundan sonra iki kez daha (toplamda üç defa) hacca gitmeyi nasip etti. 

İkincisinde; kendisine hac farz olduğu halde gidemeyen çok yakın bir dostunun karşı konulamayacak ısrarı üzerine onun babası adına gitti. Aslında bu şekilde bir hacca gitmeyi kendisi hiç istemiyordu. Çünkü öyle birinin namına yapılacak bir hac, Hocaefendi’ye çok ağır geliyordu. Ama, bütün bunların yanında bir de oraları özlemişti. Bu vesileyle o arkadaşıyla beraber ikinci kez o kudsî yolculuğa çıktı. Üçüncü haccına ise 1986 yılında gidecekti. 

“Bu arada yaşadığım bir-iki hadiseyi nakletmek isterim. Orada bulunduğum sıralarda, çok küçük suçlardan dolayı çadır hapsine maruz kalan insanların olduğunu duyduk. Sizin gidip onları ziyaret etmeniz ve ihtiyaçlarını karşılamanız ise mümkün değildi. Çünkü onları arayıp sormanız, sizin de aynı cezaya maruz kalmanız için yeterli bir sebepti.
Diğer bir şey ise, İnsanlığın İftihar Tablosu'nun medfun bulunduğu Ravza-yı Tâhire'nin bir köşesinde, Emr-i bi'l-Maruf Nehy-i ani'l-Münker diye bir müesseseye şahid oldum. Hadd-i zatında bu müessese, İslâm'ın güzel ve hoş gördüğü şeyleri emredip, nâhoş ve çirkin gördüğü şeylerden de men'eden bir müessesedir. İnsanların Peygamber'e ve bu kutsal mekanlara duydukları özlem, aşk ve muhabbetle geldikleri bu yerde, böyle bir müessesenin kurulmasına bir anlam veremedim. Ve hiç unutmam, bu müessese tarafından, elimde üç el tesbih bulundurduğumdan mı, yoksa Kur'ân ve dua okuyorum diye mi, ya da beni tanıyan üç-beş insanın gelip hal-hatır sorarak çevremde toplanmasından dolayı mı, derdest edilip götürüldüm? Sanki cürm-i meşhûd bir suçlu gibi muamele gördüm. Gariptir, onlar üç el tesbihlerin ticaretini yapacaklar, milyonlarca hacıya dağıtacaklar, siz ise, bunları çekemeyeceksiniz.. tabii çok garip geldi bana. 

İşin ilginç bir yanı da bu insanlara bir şey anlatmanın mümkün olmadığıdır. Sizin de bir Müslüman olduğunuzu söylemeniz bu insanları harekete geçirmiyor ve kurtuluşu bir daha bu gibi şeyleri yapmama üzerine bir mazbata imzalamakta buluyorsunuz. Aksi ise, hemen sınırdışı edilmek… tabii haccınızı eda edemeden!”

İlk Hizmet Evi
1968 yılı hac dönüşünde İzmir Müftüsü Ahmed Karakullukçu bir imam arkadaşıyla Ankara’ya Hocaefendi’yi almaya gitmişlerdi. O zamanlar üniversiteli gençlerin kaldığı evler vardı. O akşam 35 kadar üniversite talebesi sohbet için toplanıp onları da davet etmişlerdi. Ahmed Karakullukçu Bey ile birlikte gittiler. O zamanlar bu kadar üniversite talebesinin böyle evlerde kalması ve kendilerini bu şekilde dindar yetiştirmeleri çok büyük bir hadise idi. Ve Ahmed Karakullukçu, onları bir arada görünce çok duygulanmış, son derece memnun olmuştu. Yolda gelirken Hocaefendi’ye: "Biz de böyle bir ev açalım. İzmir'e gidişte ilk işimiz bu olsun. Siz bir ev tutun, istediğiniz talebeleri de yetiştirin, kirasını ben temin ederim" dedi. Böylece Tepecik tarafındaki ilk ev tutulmuş oldu.

Ahmed Karakullukçu'nun bu hizmeti unutulacak gibi değildir. O bunları söyleyince dünyalar Hocaefendi’nin olmuştu. O gün için 500 liraya tuttukları bu evin bir yıla kadar kirasını o ödedi. Ve İzmir'de bu türlü hizmetlerin başlamasına ilk nüve bu evle atıldı...

Burası iki katlı bir binaydı. Üstünde de bir çekme kat vardı. Fırsat buldukça Hocaefendi bu eve gidip geliyordu. Abdullah Aymaz, Ali Candan, Mehmed Atalay ve Hüseyin Rençber Beyler devamlı burada kalıyordu.

Bu ilk evin olduğu mahalle çok kötü bir yerdi. Fakat bu evde hikmetini bilemediği bir ruhanilik seziyordu Hocaefendi. Gece geç vakitlere kadar bu ışık evde kalıyor ve ayrılmak kendisine çok zor geliyordu. Ancak Kestanepazarı'ndaki sorumlulukları sebebiyle dönmek zorundaydı.

"Ey Habib-i Şefik"

Bu ilk hizmet evinde Hocaefendi, aynen Bediüzzaman’ın Barla’ya ilk getirilişinde kaldığı evdeki gibi olağanüstü bir duruma şahitlik etmişti. Bunu şu şekilde anlatıyor: ‘Bu evde unutamadığım bir hatıram oldu. Mübarek gecelerden biriydi. Arkadaşlarla İşaret'ül İ'caz kitabını okumaya başladık. Gece geç vakit bazı arkadaşlar yattılar. Muazzam Bey'le okumaya devam ettik. Tam, "Ey Habib-i Şefik! Ey Şefik-i Habib" ifadesini okurken evin duvarlarından inilti sesleri gelmeye başladı. Ben beş defa aynı iniltili ve hicran dolu sesi duydum. Ses "Of! Of!" diyor ve duvar adeta vuslat hasretiyle inliyordu. Muazzam Bey, ben üç defa duydum, dedi. Ben ise beş defa aynı iniltiyi duymuştum.’

Üstad Bediüzzaman Said Nursi, 1 Mart 1927 yılında Ramazan’dan üç gün önce Isparta’nın bir beldesi olan Barla’ya sürgün edildiğinde aynı hali yaşamıştı. Bediüzzaman, Muhacir Hafız Ahmet’in evinin üst katına yerleşmişti. 

Ev, gece, Bediüzzaman Hazretleri’nin ibadetiyle, evrad u ezkarıyla zelzeleye gelmiş, evin duvarları Bediüzzaman’ın zikrine iştirak edip sallanmaya, ses vermeye başlamıştı. 

Muhacir Hafız Ahmet’in hanımı, hayretle eşini uyandırmıştı. İkisi de evlerinde misafir ettikleri zatın aslında kim olduğunu böylece anlamış oldular.

Muhacir Hafız Ahmet, sevinc¸ ve heyecanla eşine:

“Hanım! dedi, Allah başımıza devlet kuşu gönderdi. Bu mübarek zatı memnun edip duasını almalıyız. Yoksa evden gider, biz de bu manevi kazançtan mahrum oluruz.”

Yeni Hizmet Mekanları

Hocaefendi’nin gayretleriyle, 12 Mart Muhtırasından biraz evvel Buca ve Bornova'da da evler açıldı. Bornova'daki evi Mustafa Birlik Bey almıştı. Babasından kalma dükkanları satmış, eline 85 bin lira para geçmişti. 15 bin lira da başka bir arkadaştan bularak 100 bin lira ile ev alınmıştı. Aslında Birlik'lerin henüz ciddi bir evleri yoktu. Buna rağmen Hizmet edecek olan bir ışık evi kendilerine tercih etmişlerdi. 

Yine o dönemlerde 18 bin liraya bir yer daha alınmıştı. ‘Ben hacdâ iken orası satıldı. Oradan alınan paraya biraz daha ilave yapılarak Fettah'taki ev alındı. Fettah'ın elli metre karelik bir salonu vardı. Orada çok sayıda insan toplanıp sohbet yapabiliyorduk. Fakat daha sonra burası Hyde Park'a döndü. Önüne gelen, gelip nutuk atmaya başladı. Hayr-ı kesir için şerr-i kalil irtikap edildi ve satıldı.’ diyor Hocaefendi. Daha sonra da o para ile Hatay'da hizmetler için bir  ev satın alındı.

Hazımsızlık

Fethullah Gülen Hocaefendi tam gürül gürül bir Hizmet ortamının heyecanıyla dolup taşarken yine hazımsızlık, kıskançlık ve kör olası haset kendisini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. O günleri şöyle anlatıyor Hocaefendi:

‘Beşinci senenin sonuna doğruydu ki, Kestanepazarı'ndaki idareciler bana karşı tavır koymaya başladılar. Belki istihbarat tarafından tazyik ediliyorlardı, bilemiyorum. Fakat kulağıma böyle bir söylenti gelmişti. Benim üzerime idareci getirdiler. Bana, ‘Sen talebeye karışmayacaksın, sadece derslere girip çıkacaksın!’ dediler. İstemediğim bazı hocaları da getirmişlerdi. Sıdkı Şenbaba Bey'i müdür yaptılar. Bu zat sevdiğim bir insandı. Hatta babam geldiğinde onu alıp evinde misafir etmişti. Fakat o, idareci arkadaşların, maksad ve gayelerinden habersizdi. Safiyane ve hizmet gayesiyle gelmişti. Benim refüze edilmek istendiğimden belki haberi yoktu.

O sene Gediz'de bir deprem olmuştu. İzmir'de toplanan eşya ve malzemeleri götürmek için birkaç arkadaşla Gediz'e gitmiştik. Günlerden pazardı. Talebe, Sıdkı Şenbaba'ya isyan etmiş; hakaret ifade eden sözler söylemişler. O da talebenin bu antipatisini görünce bırakıp gitmiş. Bir daha da gelmedi. Fakat Rabbim şahiddir, bu olanlardan hiçbirinden benim haberim yoktu. Hadiseyi geldiğimde duydum ve cidden üzüldüm.

Öyle temiz ve samimi bir insanın, hakarete maruz kalması, asla tasvip edilecek bir durum değildi. Fakat, hiç dahlim olmadığı halde, idareci arkadaşlar, talebenin bu ayaklanmasını da benden bildiler. Şenbaba Bey'den sonra Suad Bülbül adında birisini getirdiler.

İstenen belliydi. Benim Kestanepazarı'nı terk etmem isteniyordu. Kalabileceğim bir ev aramaya başlamıştım. Esas istenen, talebeyi benden koparmaktı. Onun için de İmam Hatip Okulu'nun yanında yapılan binaya talebeyi taşımakta ısrar ediyorlardı. Talebe ihzari kısmını ben hiç düşünmeden reddettim. Çünkü son ârzum, Kestanepazarı'nın bir yerinde gömülmek ve kabrimden talebelerin gürültüsünü dinlemekti. Evet, dünyada bütün arzu ve isteğim buydu.

Bazı hocaefendiler çoğu itibariyle, benim düşündüğüm hizmet şekline muhalifti. Orada kaldığım beş senelik zaman zarfında, her gün adeta ağzımda kaktüs çiğniyor gibi olurdum. Bana taraftar olmalarını zaten beklemiyordum. Tek istediğim muhalefetlerindeki dozun biraz hafif olmasıydı. Ancak, yine de hep şiddetli bir muhalefetle karşı karşıya bulunuyordum. Buna rağmen, hizmet her şeyden önemliydi. Selden kurtarabildiğim kârdır, diyordum. Cemaatımızdan da gördüğüm bir tek kelimelik teşvik yoktu. Hiçbir şey yapmasalar dahi, sadece, bu hizmetine devam et, deseler benim için bu da yeterli. İnsan yapayalnız kaldığında ancak bu kadarcık bir ilginin bile ne büyük bir şey olduğunu anlayabilir. Yalnız kalmak çok zordur. Elden ne gelir ki, bu da bizim kaderimizdir.”


----------------

Örnek Hizmet İnsanı

Fethullah Gülen Hocaefendi, insanlığın kurtuluşunun Hizmet ile olacağına yürekten inanmıştı. O yüzden İzmir Kestanepazarı'nda geçirdiği o günlerin her anında hizmet etme çabası içindeydi. Küçük tahta bir kulübede yaşıyor, riyazat yapıyor, az yiyor, az içiyor, talebenin, vakfın, yurdun imkanlarından kesinlikle yararlanmıyordu. Kılı kırk yararcasına çok dikkatli yaşıyordu. En küçük bir şüphe dahi gördüğü sahalara asla yaklaşmıyordu.    
  
Hocaefendi’yi Kestanepazarı’nda geceyarısı yurdun tuvaletlerini temizlerken, günün bir saatinde yurdun önünü yıkarken, Kurban bayramlarında herkesin uyuduğu saatlerde kalkıp onca kurbanın kesildiği yurdun bahçesini temizlerken görmek mümkündü. Öyle bir durumda yanına gelip o işi yapmak isteyenlere işi kesinlikle devretmiyor, başladığı işi kendisi bitiriyordu. 

Yurdun yemeğini yemediği gibi, kullandığı abdest ve banyo suyunun parasını bile hesaplayıp ödüyordu. O yıllarda Ankara’dan gelip yanında birkaç ay kalan arkadaşı Erdoğan Tüzün’e de yurtta yemek yedirmemiş ve onun da kullandığı suyun parasını hesaplayıp ödemişti. Yurdun terlik ve havlu gibi malzemelerini de kesinlikle kullanmıyordu.

Ayrıca, Hocaefendi’nin anlayışında müstağni bir hayat yaşamak yalnızca yeme içme gibi konulardan ibaret değildi. Öğrenciler toplu faaliyetler sırasında bazen ayakkabı ve terliklerini çıkardıkları zaman Hocaefendi, “İzinsiz birbirinizin terliğine bile basmayacaksınız” diyordu. 

“Bir insan, hakkı olmayan bir yerde başkasına ait seccade üzerinde izinsiz namaz bile kılamaz. Yurtlarda halının tüyü yıpransa hesabını veririm” diyen Hocaefendi, seccadesini halıya serdikten sonra namaz kılıyordu. Çünkü yurda ait her şey sadece öğrencinin hakkıydı.

Ayrıca Hocaefendi, İzmir’de öğrenciler tarafından evlerine davet edildiğinde, yemeklerini yemiyor, orada bir çay bile içse, evden ayrılırken mutlaka bir hediye bırakıyordu. Öğrencilerine de “Nerede yemek yerseniz yiyin parasını bırakmak mecburiyetindesiniz” diyordu.

Hocaefendi, o günlerdeki hissiyatını şöyle anlatıyor:
“Kestanepazarı’nda beş sene kadar kaldım. Arkadaşlarıma bir örnek olması bakımından söylüyorum, bu beş senelik zaman zarfında beş kuruş maddi istifadeyi düşünmedim. Banyoda ve abdestte kullandığım suyun parasını dahi verdim. Bugün de aynı şeyi düşünüyorum. Talebenin hakkı olan bir müesseseden bir başkasının ne surette olursa olsun istifadesi doğru değildir.”

“Dışarıda bir ev tutacak, çoluk çocuğa bakacak imkânlarım helal yoldan olmadığı mülahazasıyla ben dünyaya doğru adım atmadım. Hayatımın, gençliğimde ilk üç senesini bir caminin penceresinde geçirdim; altı senesini Kestanepazarı’nda iki metre boyu, iki metre de eni bir tahta kulübede… Allah’a binlerce hamd u sena ederim. Ben o talebenin yemeğine bir kaşık çalmadım. Buna yedi cihan şahittir. Abdest alırken talebelerin takunyalarına ayağımı basmadım. Orada banyo vardı, onlardan birine girip yıkanmadım. Talebenin hakkıdır, benim hakkım değil. Her gün altı saat derse girdim, cumartesi pazar da dahil. İdarecilikle gece talebenin başında bulundum. Üç tane insana, mütalaacıya birer maaş veriyorlardı. Onların mesailerini de üstlendim ama hiçbir ücret almadım. Tenezzül etmedim dünyaya. Yirmi küsur yaşımdayken ayağımın ucuna kadar gelince milletvekilliği, “Allah Allah, dedim, beni böyle komik mi buluyor bu insanlar? Çok küçük bir insan olabilirim ben, fakat Allah’a bağlanmak gibi büyük bir meselenin peşindeyim.” Cenâb-ı Allah kalbimi, Kendi nuruyla, aşk u iştiyakıyla doldursun. Genel karakterimiz bu.” 

O yıllarda Hocaefendi, öğrencisi İsmail Büyükçelebi ve İzmir esnafından Yusuf Öztanzan’la birlikte bir köye gittiler. Ardından yaya olarak köyün üst tarafındaki çaya kadar çıktılar. Çayın kenarında oturup yemek yediler, namaz kıldılar. Dönüşte bir noktada derenin kenarında yürünecek yol olmadığından iki tarlanın içinden geçmek zorundaydılar. Bir tarladan diğerine geçmeden Hocaefendi ayakkabılarını çıkardı. Ayakkabılarını silkeleyerek toprağını temizledikten sonra öteki tarlaya geçti. Yusuf Öztanzan ve İsmail Büyükçelebi şaşkınlıkla birbirlerine bakıyorlardı. Hocaefendi, “Niye hayretle bakıyorsunuz, bu tarlanın toprağı benim ayakkabımla diğer tarlaya geçse Allah bunu sormayacak mı sanıyorsunuz? Allah bir arpanın dörtte birinden bile hesap soracak” dedi. Bir başka gün, kamp yeri aranırken, bir tarladan diğerine geçerken çamur bulaşan ayakkabısını temizlemeden öteki tarlaya geçmiyordu.

Hocaefendi, müdür, öğretmen, vaiz, işçi, hizmetli, aşçı…kahvehanede konuşmacıydı. İzmir’e geldiği daha ilk yıldan itibaren İzmir Türk Ocağı’nda verdiği konferansın dinleyicileri arasında Ege Üniversitesi’nden öğretim üyeleri ve İzmir Adliyesi’nden hakimler vardı. 

İzmir ve çevresinde Hocaefendi’nin gidip kahvesinde konuşma yapmadığı semt neredeyse kalmadı. Hatta konuşması üzerine, bazı kıraathanelerde oyun kâğıtlarının yerini kütüphane aldı. Kıraathane sahibi oyun kağıtlarını yakarak imha etti. Bir kahvehane toplantısı, mimarlık fakültesinin yanındaki üniversite kıraathanesinde oldu. Çoğu üniversite öğrencisi olan dinleyicilerle bu sohbeti dört saat sürdü. Öyle ki, cadde tıkandı, belediye otobüsleri geçemedi. 

Ama bütün bu gayretlerine ve çok mütevazi bir kişiliğe sahip olmasına rağmen çevresindeki bazı yakın kişiler onu sinsi sinsi kıskanıyorlardı. Samimi çabaları bugün olduğu gibi o gün de hasetle engellenmek isteniyordu.
 
“Ben kendimi, yapılan hizmetler açısından bu işin ehli olarak asla görmedim ve hâlâ da görmüyorum. Fakat, bu bana ait olması gereken düşünceyi, bana bir başkasının söylemesi asla doğru değildir. Bu tür ifadeler de beni ayrıca rahatsız ediyordu. Şunu kasemle temin edebilirim ki, ben "fücur" kelimesinin kendisinden dahi rahatsız olan bir insanım ve hayatımı öyle disipline etmeye çalıştım. Buna rağmen bir gün bir kitap açtım. Karşıma "Allah bu dini racul-ü facir ile de kuvvetlendirir" mealindeki hadis çıktı. Ben bunu okudum ve kendime hitap ediyor kabul ettim. Fakat orada bulunanlardan biri, bu payeyi de bana çok gördü gayet müstehzi bir eda ile: "Sen kendini hizmet ediyor mu sanıyorsun ki, dini kuvvetlendiren racul-ü facir olasın" dedi. İster istemez bu tür ifadelerden rahatsız oluyordum.’ diye anlatıyor o günleri Hocaefendi.

Ayrılık…
Kestanepazarı'ndaki gerginlik gün geçtikçe artıyor, azalmıyordu. Güzelyalı tarafında bir ev bulmuştu Hocaefendi. Bir gece eşyalarını topladı ve talebelerin de yardımıyla bir arabaya yükledi. Ve gözyaşları içinde, gönlü hicranla dolu olarak Kestanepazarı'ndan ayrıldı... “Beni beş sene barındıran tahta kulübemi çok özleyecektim. Uzuvlarım vücudumdan koparılmış gibi oldum. Ben kulübemle, Kestanepazarı'yla ve onlardan da önemlisi canım kadar sevdiğim talebelerimle öylesine bütünleşmiştim...”

Hocaefendi, Kestanepazarı’ndaki tahta kulübesini hiç unutmayacaktı:
“Belki bunlar sizin gelecekte iyi günleri idrak ettiğiniz zaman, geriye dönüp yüzüne bakacağınız günler olacaktır. Çok kimseler, tatlı günleri ileride arayacak, fakat siz yer yer dönüp gerilere bakacaksınız. Alınlarında nur tele’vü’ eden, çehreleri dırahşan, evlerinizin çehrelerine bakacaksınız. Emeğinizle kurduğunuz yurtlarınızın çehrelerine bakacaksınız, okullarınızın çehrelerine bakacaksınız ve camileri lebâlep dolduran genç delikanlıların çehrelerini tahayyül edeceksiniz ve bir gün sahabinin dediği gibi “Hey gidi günler” diyeceksiniz, “Meğer tatlı günler o günlermiş” diyeceksiniz. Belki ben de öyle diyeceğim. Ama belki yerin altında, belki de yerin üstünde ben de öyle diyeceğim.

Hey gidi günler! Tam yaşanacak günlermiş, hiç durmadan gecelerinde koşulacak günler. Hiç durmadan soluk soluğa küheylanlar gibi gündüzlerinde koşulacak günler… Himmet toplantısı deyip utana utana, hicab ede ede, terleye terleye “ne olur Allah aşkına, coşun” denen günler!

Burs verin, kurbanlarınızı verin, imam hatip yapın, yurt yapın, pansiyon yapın, okul açın… açın deyip terin tabandan çıktığı günler!

Ben de diyeceğim, siz de diyeceksiniz. Bugün, belki bu günler hicranlı günler, belki hasretli günler ama bir gün gelecek “özlenen günler” olacak. Nesibe, yetiştiği gül devriyle şen, şâd ve hurrem değildi. O Uhud'u düşününce seviniyor ve gülüyordu. Sırtında elin yumruğun girip saklandığı sırtındaki yarayı gösterdikleri zaman mesud ve bahtiyar oluyordu. Gül devrini yaşarken değil. Abdullah İbni Hüzâfetü’s-Sehmî başının kaynayan sulara sokulduğu günleri hatırlıyor “Hey gidi günler!” diyordu.

Huzeyfe babasının evinden kovulduğu günü düşünüyor, “Hey gidi günler!” diyordu. Ammar yeldire yeldire geziyordu. Sırtında ateşlerin söndürüldüğünü düşünüyor “hey gidi günler” diyordu. Zübeyr bin Avvam hasırlara sarılıp yakıldığı günleri hatırlıyor, “Hey gidi günler” diyordu. Onlar “hey gidi günler”di. Çünkü o günlerde müminler, tırmanma şeridinde sürekli olarak tırmanıyorlardı. Hiçbir şeye gönül kaptırmadan, başka hiçbir sevgiye dilbeste olmadan, turnikeye önce girmiş olmanın hakkını araştırmadan, hizmet karşısında hakk-ı temettu aramadan, sadece “hizmet diyor” ve yürüyorlardı.

“Hey gidi günler!” “Hey gidi günler!” diyorlardı, o çile günlerine, o ızdırap günlerine. Çünkü o günlerde “içlerinde Allah’ın hoşnutluğundan başka mülahaza” yoktu, çünkü o günlerde büyüklük yoktu, çünkü o günlerde herkes küçüktü, çünkü o günlerde herkes neferdi, çünkü o günlerde turnikeye evvel girmiş olmanın hesabını yapma yoktu. Çünkü o günlerde “Kün inde’n-nâs ferden mine’n-nâs.” vardı, “insanlar arasında insanlardan bir insan ol” vardı.

“Ah! nankör nefsim!” sen de “hey gidi günler” diyeceksin. Kafanda hiç o türlü duygular ve düşünceler yoktu, dinleseler de dinlemeseler de alınmıyordun. Sekiz saat derse girdikten sonra, iki yerde de akşam derse iştirak ediyordun. Bir Cumartesi-pazar, burası Simav senin, orası Gediz benim, şurası da Demirci senin. Ve pazartesi derslere yetişme de yine senin. Ama alınmıyordun gönül koymuyordun, “dinleyen yok” diye üzülmüyordun, “tesir etmiyorum” diye müteessir olmuyordun.
 
“Hey gidi günler!” ne kadar arkada kaldınız, bizden ne kadar uzaklaştınız, biz ne kadar büyüdük. “Hey gidi günler!” siz ne kadar küçük kaldınız. “Ah eyyâmullah!”, “ah peygamber günleri!”, “ah hizmet günleri!”, “ah başka mülahazaların içine girmediği günler!” Biz büyüdükçe sizler arkada küçük kaldınız. Benim Kestanepazarı’ndaki tahta kulübeciğim içinde kaldınız! Ah tahta kulübem, her şey senin içinde kaldı gitti. Ah küçüklük, sen ne iyiydin, arkadaştık seninle ve yine “hey gidi günler...”

Güzelyalı'da günler geçmek bilmiyordu. Sanki saniyeler sene olmuştu. Halbuki, talebelerin arasında bulunduğu günlerde; vaktin arkasından koşturuyor ve adeta zamanla yarışıyordu. Yapacağı işler ve yapması gerekenler günün yirmi dört saat olması gerçeğine karşı pervasız bir meydan okuyuş içindeydi. Başka türlü bu kadar işi bu kadar dar zamana sığdırmak nasıl mümkün olurdu ki? Halbuki şimdi vaktinin büyük kısmını okumaya ayırabiliyordu. Ama, ‘O hey gidi hizmet günleri’nin arkasından küheylanlar gibi koşmaktan hoşlanıyordu. 

Gerçi, standartlaşmış bazı insanlar için onun o andaki programı da çok yüklü sayılırdı. Bir kere bütün geceleri ev sohbetleriyle geçiriyordu. Haftanın bir-kaç gününde vaaz veriyor, dersler yapıyordu. Meşgul olunan üniversite talebelerinin sayısı gün geçtikçe artıyor ve onlarla meşguliyeti de yine vaktini alıyordu. Fakat, yine de Kestanepazarı günleri bir başka bereketliydi. Hele o küçücük tahta kulübede verilen hizmet, bütün Türkiye sathında, hizmet adına gösterilen gayrete denk neticeler veriyordu.

Yaşar Tunagür Hoca bu ayrılma hadisesini şöyle anlatıyor:
“Hocanın İzmir'de büyük himmeti ve hizmetleri oldu. Fakat vaazlar bilinen bazılarını rahatsız etti. Bunun üzerine dernektekiler de 'Sana sormadan bir şey yapamayız' diyorlar ama Hoca'nın Kestanepazarı'ndan gitmesini de istiyorlar. Ben de Derneğin Başkanı Ali Rıza Bey'e 'Her şeyi bir tarafa bırakın, hocaya dokunamazsınız. Eğer hocanın işine son verirseniz cami başınıza yıkılır' dedim.” 

Ve Fethullah Gülen Hocaefendi, mecburen ayrıldıktan üç ay sonra Yaşar Tunagür Hocaefendi yine Kestanepazarı'na gider. Camiye girmek ister, ancak cami kapatılmıştır. Neden kapalı olduğunu sorunca şu ibretlik cevabı alır:
 "Caminin kubbesi dört yerinden çatladı. Niye bilmiyoruz." derler.

Adım Adım 12 Mart İhtilali’ne…
O dönemde, Türkiye hızla bir kamplaşmaya doğru gidiyor ve birileri de bunu sürekli tahrik ediyordu. Çatışma ve kamplaşmalar sadece üniversitelere değil, toplumun her alanına sıçramıştı. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, Başbakan Süleyman Demirel’le yaptığı bir görüşmede onu uyarıyordu. Ülkede bir devrim düzeni kurmak isteyen sol gruplar, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne el atmıştı. Orgeneral Tağmaç, bu devrimci subayların yapacağı bir ihtilalin ne anlama geleceğini şöyle anlatıyordu:

“Türkiye yapısı itibariyle ne Bulgaristan, ne Çekoslovakya, ne de Macaristan’dır. Türkiye’ye hakim olacak komünist idare, tamamen Sovyetler Birliği’nin hakimiyeti altında olacak ve son Türk devleti de böylece yok olup gidecektir.” 

35 milyon nüfuslu Türkiye, tamamı yedi tane olan üniversitelerdeki ve birkaç akademideki olaylarla âdeta esir alınmıştı. 12 Haziran 1968 günü İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’nü işgal eden Deniz Gezmiş ve arkadaşları şöyle bağırıyorlardı: “Amerikan uşakları, severler paraları, biz hesap sormaya geldik, devrim yapmaya geldik…” Rektör Ekrem Şerif Egeli’ye parmağını uzatan Gezmiş, “Devrim istiyoruz. Üniversitede reform ve söz hakkı istiyoruz” diyordu.

Banka soygunları, insanların kaçırılması, evlerin bombalanması, fabrikalarda işçi grevleri günlük olaylar haline gelmişti. 17-20 yaşlarındaki gençler düşman iki kampa ayrılmıştı. Ülkede mezhep çatışması çıkarmak için, İskenderun’un Kırıkhan ilçesi gibi yerlerde camilere bomba atılıyordu. Ankara’da Erdal İnönü, Profesör Muammer Aksoy gibi kişilerin evlerine dinamit atılıyordu.

Muhtıradan üç ay önce, 1970’in Aralık ayında bir milyon işçi greve giderken, bir ay sonra Orta Doğu Teknik Üniversitesi süresiz kapatıldı. Aynı günlerde Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne sis bombaları atarak giren polise öğrenciler tabanca, tüfek ve dinamitle karşılık verdi. Bir ay sonra, İstanbul Üniversitesi ve Hacettepe Üniversitesi de ders yapamaz hale geldi, iki üniversitede de öğrenime ara verildi. Hacettepe’nin kapatılmasının ertesi günü Hacettepe öğrenci yurdu âdeta savaş alanına döndü. 15 öğrenci yaralanırken, 191 öğrenci gözaltına alındı. Öğrenciler, Ankara-Eskişehir yolunu trafiğe kapatırken, bir grup Dev-Genç mensubu Ziraat Fakültesi’ni bastı. Muhtıradan sadece 6 gün önce, 2.500 jandarma ve 1.000 polis güvenliği sağlamak için Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ne girdi.

12 Mart Muhtırası (12 Mart 1971)
12 Mart 1971 Cuma günü saat 13'de radyodan okunan bildiri üzerine Muhtıra resmen verilmiş oldu. Başbakan Süleyman Demirel görevinden istifa etti. 12 Mart Türkiye'nin önemli dönemeç noktalarından biri olup, tarihe daha çok baskıları ve işkenceleriyle geçmiştir. Ordu içindeki radikal subaylara karşı, statükocu subayların bir karşı hamlesi olmuştu. 

Demirel’in istifasından sonra tarafsız bir hükümet için CHP’den istifa eden Kocaeli milletvekili Nihat Erim başkanlığında "teknisyenler kabinesi" kuruldu (26 Mart 1971). Nihat Erim, anarşik olaylarla sokakları ve üniversiteleri teslim alıp Türkiye’yi muhtıranın eşiğine getiren sağ ve sol gruplar için “Kafalarına balyoz gibi ineceğiz” diyordu.

Hocaefendi, 12 Mart Muhtırası’nı şöyle yorumluyor:
“12 Mart Muhtırası’nın bize ait yönüne geçmeden evvel bu muhtıraya zemin hazırlayan bir-iki hususun tahlili daha gerekmektedir. Şöyle ki: Biz bir iç değişikliğine uğramadan Cenab-ı Hakk verdiği nimetleri değiştirecek değildir. Kur'an'da anlatılan bu külli kaide o gün de kendisini gösterdi. Devletler planında birbirine düşen İslam dünyasındaki devletçiklerin başına-ki daha önceki devrelerde de bu kaide değişmemiş sadece musallat olanlar değişmiştir- batıyı musallat etmiş ve İslam ülkeleri ciddi şekilde tazyik altında kalmıştır.

Allah bir zamanlar Cengiz, Hülagü ve Timurlenk'in eliyle hırpaladığı ve ikaz ettiği İslam âlemini bugün de Batılılar vasıtasıyla hırpalayıp ikaz etmektedir. Ta ki Müslümanlar kendilerine gelsin ve ruh köklerine dönsünler. Devletler çapında görülen bu durum Türkiye'de Müslüman cemaatler arasında vardı. Dolayısıyla Müslümanlar böyle bir sarsıntıya, kendi iradeleriyle müstehak olmuşlardı. Fikir ve düşünceler çarpışıyor ve Müslüman cemaatler her geçen gün birbirinden uzaklaşıyordu.

Meselenin bir de hususi olarak kendimizle alakalı yönü vardır. Gıybet İslam'ın en çok üzerinde durduğu hususlardan biridir. Kur'an, gıybet etmeyi mü'min kardeşinin etini çiğnemeye teşbih etmektedir. Durum böyle olmasına rağmen o devrede gıybet revaçtaydı. Herkes birbirinin arkasından hiç de yakışmayacak şeyler konuşabiliyordu.

Söz dinlememeye güzel bir kılıf bulunmuştu: 'Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşit tavrını takınamaz' deniyor ve herkes kendi bildiğine hareket ediyordu. Bilhassa, tedbir ve dikkat hususunda söylenenleri hiç kimse dinlemiyordu. Hatta bazı kesimler, akıllarına yatmış olsa da sırf bana muhalefet olsun diye aksini söylüyor, aksini yapıyordu. Bu durum mahkemelerde de böyle devam etti. Ben ılımlı konuşulsun, onların isnat ettikleri şeyleri kimse sahiplenmesin, diyorum. Muhalif gruptan birisi bana Deniz Gezmiş'i misal veriyor ve onun gibi davranılması gerektiğini söylüyordu. Solu destekleyen güç odakları bizler için söz konusu muydu? Bu düşünülmüyordu. Hem solcular hakikaten bir eylem içindeydiler ve onlara isnat edilenler birer vakıa idi. Halbuki bize isnat edilenlerin hiçbiri vaki değildi. Öyleyse onların kabullendiği gibi bizim de bize isnat edilenleri kabullenmemiz nasıl birbirine kıyas edilebilirdi? Hem onlar da kendilerine isnat edilenleri bütünüyle kabulleniyor değillerdi. Bütün bunları anlatıp izah ediyorduk; ancak bir iki arkadaşın dışındakilere söz anlatmam mümkün olmuyordu.

Muhtıra Türkiye'deki umumi anarşiye karşı verilmişti. Fakat herkesin kendine ait bir hissesi vardı. Kader açısından bunu böyle bilmekte fayda vardır.

Tutuklamalar başlayınca arkadaşlarla teker teker görüştüm. Onlara Amerika'da cereyan eden ve daha sonra basına yansıyan bir mahkemeden misal verdim. Kadın mahkemeye çıkarılmış. Adı Leydi. Hâkim soruyor: 'Adın ne?' 'Leydi' cevabını veriyor. Ardından hâkimin sorduğu bütün sorulara 'Adım Leydi' diye cevap veriyor. Amerikalı Leydi, 'var'ın sorgulanmasında bir şey konuşmamak suretiyle yakasını sıyıracaktı ama biz senelerden beri devam eden bir 'yok'un istintakından kurtulamayacaktık...

Ben burada 12 Mart Muhtırası'nı tafsilatıyla mevzu edecek değilim. Çünkü o başlı başına işlenmesi gereken bir konu. Zaten yeterince de işlenmiş durumda. Söylenenler son söz müdür? Elbette hayır. Fakat hiç olmazsa fikir verme açısından yeterli çalışmalardır. Nitekim harekâtın içinde aktif görev almış bir kısım paşaların daha sonra yayınladıkları hatıraları da mevzu ile ilgili birçok ipucu vermekte. Olanların hepsi -anlatılanlar değil elbette- fakat anlatılanlar dahi insana ürperti vermekte...

İkbal hastalığına tutulmuş bir kısım maceraperestlerin Türkiye'yi sürükledikleri uçurum bugün daha açık ve net bir şekilde görülmektedir. Sabah erken kalkanın içine düşen ilk heves ihtilal yapmak olduğu görünümü insanı utandıracak mahiyettedir.
Cunta içinde cunta... Aynı şahıs bazen dört cuntayla temas halinde. Hangisi neticeye varacak olursa ondan görünecek ve ikbalini garanti edecek... Milletin düşeceği badire kimsenin umurunda değil. Kuvveti elinde tutanlar kelle istiyor. Niçin ve neden, diyebilen yok. Çünkü cevap malum nakarat: Türkiye elden gidiyor.

İttihat Terakki hoyratlığının sızıntılarından beslenen bu zihniyet on senede bir hortlatılarak devletin her sahadaki hamle gücü kırılıyor ve ülke her müdahale sonunda bilmem kaç sene geri gidiyor... Ama kimin umurunda... Nihayet üç-beş senelik fani dünya. Otur sen de bir koltuğa, rahatına bak. Dünyaya bir daha gelecek değilsin ya! İşte hayat felsefesi bu olan insanların yaptıkları ve yapacakları!..

Burada, asker-sivil milletimizin mümtaz şahsiyetlerini ve hakiki vatanperver evlatlarını -ki onlar kahir bir ekseriyettedir- tenzih ve tebrie ederim. Benim ifadelerimi sahiplenmesi gerekenler, hangi devirde olursa olsun teröre çanak tutup onlarla işbirlikçilik yapanlardır.’

Devam edecek…


----------------

Gerçek Dava Adamı İmtihanlarla Belli Olur

12 Mart 1971 Muhtırası’nı yayınlamasının üzerinden henüz 20 gün geçmişti. Hocaefendi, edebiyat öğretmeni arkadaşı Erdoğan Tüzün’ün 2 Nisan 1971 tarihinde yapılacak düğünü için İstanbul’a gitti. 
Tam da o gün, Bediüzzaman’ın talebelerinden Zübeyir Gündüzalp Ağabey İstanbul’da vefat etti. Zübeyir Ağabey, Hocaefendi’nin çok sevdiği ve saygı duyduğu biriydi. 
O gün, İstanbul’a gelenlerden birisi de Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde asistan olan Hocaefendi’nin arkadaşı İbrahim Erkul’du. İkisi, yedi yıl önce Ankara’da tanışmışlardı. Hacettepe’nin kurucusu olan İhsan Doğramacı, Erkul’u Ankara Tıp Fakültesi’ni bitirdikten sonra 1968’de ABD’deki Yale Üniversitesi’ne göndermiş ve orada bir süre eğitim görmesini sağlamıştı.

Asker devreye girip muhtıra vermiş olduğundan Türkiye hâlâ kaynıyordu. O gece İstanbul Fatih’te, Hocaefendi ve arkadaşı Erkul karmaşık duygular içindeydiler. Gidip yatacak yerleri yoktu. Sabahın ilk ışıklarına kadar ikisinin de gözüne uyku girmedi. Kâh Fatih Camii’nin çevresinde dolaştılar kâh bir bankın üzerine oturdular ve sabaha kadar Türkiye’nin geleceği hakkında konuştular.

Hocaefendi, o gece (2 Nisan 1971 gecesi) asistan arkadaşı Erkul’a şunları söyledi: “Servet sahiplerini harekete geçirebilsek, bunlar okullar açsa, buralarda okuyacak çocuklar iyi yetişip anarşiye yem olmasalar. Türkiye’nin geleceği böyle kurtulur.” 
Hocaefendi’ye göre Türkiye’nin gelip anarşiye toslamasının sebebi, üniversite gençliğinin içine düştüğü inanç boşluğuydu. Hocaefendi, aslında İzmir’de altı yıldır fiilen öğrencilerle uğraşıyordu. 1966 yılının başından 1970’e kadar 4,5 yıl boyunca, İzmir’in göbeğinde yer alan ve o günlerin Türkiyesi’nde tek sayılabilecek Kestanepazarı Öğrenci Yurdu’nun müdürlüğünü yapmış, ardından da İzmir’in Güzelyalı semtinde yine öğrencilerin yetiştirilmesine öncülük etmişti. Ama bir hizmet yapılacaksa bu toplumun bütün kesimlerini kapsamalıydı. Türkiye’yi getirip 12 Mart Muhtırası’na toslatan toplumsal sorunların kaynağı toplumun bütün katmanlarında aranmalıydı. O yüzden, yalnızca camide vaaz vermekle, yurttaki 400 öğrenciyle ilgilenmekle olmazdı. 
 
Hocaefendi o günden sonra tekrar İzmir’e döndü ve hadis derslerine devam etti. 
Bu arada, Gazeteciler Çetin Altan ve İlhan Selçuk, muhtıradan kısa bir süre sonra, Nisan ayında İstanbul’da tutuklandılar. Ankara’da tutuklananlar arasında Cumhuriyet gazetesi yazarı Uğur Mumcu, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Profesör Mümtaz Soysal, Profesör Uğur Alacakaptan gibi isimler vardı. Ankara’da tutuklanan başka bir isim daha vardı: Diyanet İşleri Başkanvekili Yaşar Tunagür.

Tutuklanan sol görüşlü üniversite hocalarına ve bazı aydınlara, kendisi de profesör olan Başbakan Nihat Erim, “Bu insanlar fikir suçlusu, bunların tutuklanmasını dünyaya anlatamayız” sözleriyle sahip çıktı. Ama bu aydınları ve profesörleri tutuklayan bazı sıkıyönetim görevlileri yine de direniyordu. Onlara göre bu kişiler fikir suçlusu değildi, bunların devlete karşı “gizli eylemleri” vardı. Başbakan Nihat Erim’in itirazları üzerine bu aydınların ve hocaların bir bölümü serbest bırakıldı.

Hocaefendi’nin Tutuklanması (03 Mayıs 1971)
Hocaefendi, Kestanepazarı'ndan ayrılınca, Güzelyalı'da bir camide İmam Hatip ve Yüksek İslam Enstitüsü talebelerine hadis dersi yapıyordu. Dersler ikindiden sonra olduğu için de katılım fazla oluyordu.
Bu dersler bir müddet devam etti. Son gün, Hocaefendi bir rüya gördü. Rüyada ders yaptığı o camide ikindi namazı kıldırıyordu. Sağ tarafına selam verince Efendimiz’in de (sav) orada bulunduğunu gördü. Ancak mübarek yüzü yağmur yüklü bulut gibi dopdoluydu… İçinden 'Acaba Efendimiz'i üzen bir şey mi oldu?' diye geçirdi ve uyandı.
Bu rüyadan sonra bir daha o camide hadis dersi yapması mümkün olmayacaktı. Zira, bir müddet sonra tutuklanıp hapse konulacaktı. Efendimiz’in mahzun olmasının manası buydu. Hocaefendi, tutuklandığında rüyasının bu anlama geldiğini bizzat ifade edecekti. 
Hocaefendi, İstanbul’dan İzmir’e dönmesinden bir ay sonra 3 Mayıs 1971 günü gözaltına alındı. Tıpkı Ankara ve İstanbul’daki tutuklamalar gibi, İzmir’de Hocaefendi ve arkadaşlarının tutuklanması da hukuki değil, siyasiydi. 

Tutuklanmasını Hocaefendi şöyle anlatıyor: “Babamın çantasını kendi elimle hazırladım. Biraz sonra Dr. Mustafa Asutay geldi. Onun arabasıyla babamı garaja götürüp Ankara'ya yolcu ettik. Dönüşte, bazı arkadaşların evlerine uğradım. Sizi götürüp kitaplarınızı da müsadere edebilirler, dedim. 
Mustafa Birlik Bey'in evine iki yüz metre kadar kalmıştı ki, Mustafa Asutay Bey'e arabayı durdurmasını söyledim. Onun oğlu Rıdvan'a -ki o sıralarda ilkokula gidiyordu- 'Sen gidip bir bak. Evde yabancı kimseler var mı?' dedim. O koşarak eve gitti. Biraz sonra da yine aynı şekilde koşarak geldi. 'Evde bir sürü insan var. Her tarafı arıyorlar' dedi. İş anlaşılmıştı. Mustafa Birlik Bey'in evi aranıyordu.
Doktor Bey'e 'Bizim eve gidelim' dedim. Eve girdiğimde siyasî polislerin bütün eşyaları didik didik edip evin ortasına yığdıklarını gördüm..
Evde Sabahattin Atalay vardı. O sıralarda henüz talebeydi. Hafta sonlarında gelir, benim yanımda kalırdı. O gün ben gittikten sonra gelmiş. Pilav yapmış, benim gelmemi bekliyormuş… Ben içeriye girince polisler 'Hoş geldin' dediler. Aramaya devam ettiler.
Kitaplığın bir tarafında Mevdudi'nin eserlerinden biri duruyordu. Vakıa alıp götürüyorlar diye evde hiç Risale bırakmamıştım. Cübbemi Mevdudi'nin kitabının üzerine koydum. Ben biraz sıkıştım, tuvalete gideceğim' dedim. Cübbeyle beraber kitabı da aldım ve tuvalete gittim. Sonra tuvaletin penceresinden uzanarak kitabı çatıya koydum. Daha sonra o kitap ne oldu bilemiyorum… Zaman zaman Kur’an-ı Kerim'in bile suç sayıldığı günleri yaşamıştık. Bu kadarcık heyecan çok görülmemeli… Gayem onların suç sayabileceği bütün delilleri ortadan kaldırmaktı. 40 kadar kitap aldılar. Fakat içlerinde hiçbiri suç unsuru sayılabilecek eserlerden değildi. İnsaflı davrandılar ve takım halinde olan kitapların takımını bozmadılar. Hatta arama esnasında pencereleri kapamışlar, perdeleri çekmişlerdi. Etrafa karşı ayıp olur, demeyi de ihmal etmemişlerdi. Zaten ev sahibesi, ihtiyar vehimli bir kadındı. Arama yapıldığını duysaydı fenalık geçirebilirdi. Daha sonra duyup duymadığını da bilmiyorum.

Görevlilere 'Geç kalır mıyım? Bir şeyler yiyeyim mi?' dedim. Gayem hem biraz açlığımı yatıştırmak hem de esas niyetlerini öğrenmekti. Bana 'Karnını doyur. Ne zaman döneceğin belli olmaz' dediler. Bir iki lokma pilavdan aldım. Biraz sonra Tepecik inzibat merkezine götürülmek üzere yola çıktık.
Beni Tepecik İnzibat Merkezine getirdiler. Sağdan, soldan, arkadan ve önden fotoğraf çektiler. Götürecekleri yere götürmeden evvel 'Bana biraz su getiriniz, abdest alacağım' dedim. Şimdi ismini hatırlayamadığım başçavuş temiz mi kirli mi bilmiyorum ama bir teneke su getirdi. Abdest alarak dışarıda namazımı kıldım. Böylece yatsı namazımı eda etmiştim. Hiç olmazsa sabaha kadar namaz kaçırma tehlikesi yoktu. Rahatlamıştım.
Beni alıp hücre gibi bir yere tıktılar. Bir de ne göreyim, benden evvel aynı yere Şaban Düz, Harun Reşid Tüylü, Mustafa Birlik ve ülkücülerden de bir arkadaş getirilmiş.
Hepsi de melül, mahzun oturuyorlar. Durumları benden farklı değil. Geceyi sohbet ederek geçirdik. İçeriye girerken her şeyimi almışlardı. Kur'an ve Cevşen yoktu. Kur'an'ı ezberimden okuyordum da cevşeni ezbere okumam mümkün olmuyordu. Cevşeni ezberlemediğime ilk defa o kadar üzüldüğümü hatırlıyorum. Herhalde, keşke onu da ezberleseydim, diye hayıflandım durdum.
Ertesi gün bir iki ülkücü daha getirdiler. Onların ardından, İmam-hatip hocalarından Nizameddin Bey ile matematik hocası Recep Bey'i getirdiler. Recep Bey, Komünizmle Mücadele Derneği'nde bizimle beraberdi. Ateşîn bir insandı: Bütün suçu antikomünist olmasıydı. Nizameddin Bey ise iyiden iyiye sarsılmıştı. Zaten kalbi de vardı. Recep Bey'in kızı intihara kalkmış. Haber ulaşınca bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağladığını hatırlıyorum. Hepimiz onu teselliye çalışıyorduk.
Daha nezaret dönemindeyiz. Kaldığımız yerin sadece tavanda küçük bir penceresi vardı. Depo gibi bir yerdi. İçerdekilerin sayısı çoğalınca bizi yemekhane gibi bir yere çıkardılar. Artık burada kalacaktık. Buranın hiç olmazsa pencereleri vardı, hava alabiliyorduk.
Bir gün de Dr. Kâhid'i getirdiler. Dört ülkücü ve diğerleri bizim arkadaşlar epeyce bir kalabalık olduk.. Ben İsmail Büyükçelebi'ye el altından haber gönderdim. Cevşenimi getirmesini tembih ettim. O gün ikindiye doğru İsmail Hoca geldi. Cevşenimi de getirmişti. Hiç konuşmadan cevşenimi açtım, doya doya, ağlaya ağlaya okudum. Öyle zevkli cevşen ancak birkaç defa okumuşumdur. Daha sonraları okunacak başka kitaplar da getirtmiş olabiliriz, hatırlamıyorum.
Henüz tevkif edilmemiştik... Burada bir hayli zaman kaldık. Günler acı fakat ümit dolu, biraz buruksu fakat renkli geçiyordu. Askerlikten on sene sonra yeniden asker olmuştuk. Bir astsubay vardı. Kısa boylu bir şeydi. Gider gelir bize çatardı. Mustafa Birlik -ki onun babası yaşındaydı- O'na: 'Ulan sen askerlik yapmadın mı? Benimle nasıl yatarak konuşuyorsun?' derdi. Sonradan öğrendik ki dinden rahatsızmış ve bize olan düşmanlığı da ondanmış.
Yemekhanede yirmi gün kadar kaldık. Okuyor, ibadet ediyor ve kurtuluş yolları araştırıyorduk. Ülkücü arkadaşlardan bir ikisi namaza başladı. Diğerlerinin biraz rahatsızlığı oluyordu ama itiraf etmek gerekir ki mert çocuklardı. 
Ali Rıza Hafızoğlu askeri savcıydı. Ülkücü arkadaşların salıverilmesinde dahil olup olmadığını bilemiyorum. Recep Bey ile Nizameddin Bey de ilk duruşmada bırakıldılar. Kala kala, Harun Hocaefendi, Mustafa Birlik Bey, Kahid, bir de ben kaldık. Bizi de mahkemeye götürdüler. Baktım Osman Kara salonda dolaşıp duruyor. Kendisini şahitlik için çağırmışlar. Ama daha sonra onu da tevkif edip arkadan gönderdiler. Harun Hocaefendi, Mustafa Birlik Bey, Kahid Bey ve Şaban Hocaefendi'yi tutuklamışlar. En son beni çağırdılar.. Ben onların tevkif edildiklerini duyunca, hakkımda verilecek kararı anladım: Ben de tevkif edilecektim. Onun için de savcının dediklerine hiç aldırış etmedim. Nasıl olsa, ne söylesem netice değişmeyecekti. Savcının önünde; bana gönderilmiş mektup ve tebrikler vardı. Masanın üstü doluydu. Bana gelen mektupların hepsi açılmış, birer fotokopisi alınmış ve bana öyle verilmiş… Tabii benim söylediğim veya yazdığım hiçbir şey yok.
Evet, işin enteresan tarafı bana gelen bunca mektup ve tebrike cevabi hiçbir mektup fotokopisi mevcut değil. Aklımda kalan mektuplardan biri mealen şöyle:
'Muhterem Hocam, Bizim beldede hainin haini bir müftü var. Bu adam nur düşmanı. Bu alçağı, Diyanet'e aracı ol da attır gitsin..' Şimdi bu mevzuda benim iki kelimelik bir şeyim yok ama bu mektup bana gelmiş. Zaten benden giden tek bir mektup yok. Binlerce defa telefon konuşmam olduğu halde demek onlarda bile menfi tek konuşmam olmamış.
Savcı uzunca bir masanın üstüne bütün bu mektupları sermiş ve benden cevap bekliyor. Hangi birini izah edeceksin, mümkün değil.
Sonra katıldığım bütün sohbetleri kaydetmişler, ama suç unsuru ne? Bu dokümanlarda benim adım büyük harflerle en başa yazılmış. Bir de bütün arkadaşlar ifadelerinde beni nazara vermişler, o yapıyor, o ediyor, demişler.. Şaşırdım kaldım. Savcı 'Bütün bunlara ne diyorsun?' diye sordu. Ben de gayet soğukkanlı ve ciddi bir teslimiyet içinde 'Vallahi, istihbarat memurlarına iş lazımmış, oturmuş bütün hayal güçlerini kullanarak bunları yazmışlar' dedim.
Savcı öfkelendi. Teker teker ifadeleri okudu. Okuduğu ifadelerin altındaki imzalara baktım, imza var ama kime ait? İnsan ne diyeceğini bilemiyor. İşte o esnada, vicdanımda hesap gününün ağırlığını bütün baskısıyla hissettim. İfadelerdeki bütün sözler atf-ı cürümdü.. O ana kadar konuşanlardan hiçbiri lehime bir tek kelime konuşmamış. Yine de 'Sizin bu dediklerinizden ben hiçbir şey anlamadım. Mevzu bana çok karışık geldi.' dedim.
Canım iyiden iyiye sıkılmıştı. Zaten buraya gelmeden önce inzibat karakolunda tam sekiz saat ifade vermiştim. Bu sekiz saatlik zaman zarfında verdiğim ifade bir sahife bile değildi. Zira sorular vehimdi ve konuşulacak bir şey yoktu. Ancak arkadaşların ifadesi çok bağlayıcı oluyordu. Yazıp imzalatmışlardı.
Sabahaddin, Naci ve Ferdi adındaki Emniyete mensup kişiler ifademizi almışlardı. İfade alırken çok zorladılar. Bir sürü isim saydılar. 'Bunları tanıyor musun? Nereden tanıyorsun?' diye. Bazı isimler üzerinde durmuşlardı. Ben de hizmet icabı tanıdığım mesela Ali Rıza Güven Bey, Ahmed Tatari Bey, Hacı Bekir Bey gibi zatları tanıdığımı, söylemiştim. Çünkü Kestanepazarı Derneği’nin idarecileriydiler. Şaban Hocaefendi'yi tanıdığımı söyledim. Aynı kursta ikimiz de hocaydık. Faziletli bir insandır, diye de ekledim. Harun Hocaefendi'yi sorduklarında 'Öyle değerli bir arkadaşı tanıma fırsatı verdiğiniz için size teşekkür ederim' dedim. Çünkü onu nezarette tanımışım..
Yine sordukları bazı isimleri 'Bazen camiye gelirdi, görüşürdük' diye söyledim. Diğer bazılarını hatırlayamadığım için mühlet istedim. Sordukları ismi bir miktar düşünüyor, sonra da iyi tanıyorsam söylüyordum. Ve o isimlerin çoğunu şer'i ve hakiki manada sahiden tanımıyordum. Verdikleri ifadelerle de benim onları tanımadığımı ispat etmişlerdi. İnsan tanıdığı hakkında nasıl olur da öyle ifadeler verebilirdi.. Demek ki ben onları tanıyamamıştım ve tanımıyordum.
Risaleleri okuyup okumadığımı sordular. Bir din adamına sorulması kadar komik tasavvur edemeyeceğim bu soruyla da muhatap oldum. Kısmen okuduğumu söyledim. Neleri okuduğumu sordular. Ben de bazı kitaplar okuduğumu söyledim. Mesela, 23. Söz'ü okudum.. Haşir Risalesini okudum vs. gibi. Söylediğim kitapların hepsi elli defa mahkeme görmüş ve ellisinde de beraat etmiş kitaplardı. Onlar 'Başka hangisini okudun?' diye soruyorlar, ben de masum kitapların birer birer isimlerini söylüyordum. Bu fasıl da epey uzun sürmüştü. 'Artık aklıma hiçbir kitabın adı gelmiyor' dedim, onlar da kitap ismi sormaktan vazgeçtiler.
Esasen verdiğim ifadede bulabilecekleri tek suç unsuru yoktu. Fakat yukarıdan gelen emirle bizi tutuklayacakları muhakkaktı. Ve nitekim de öyle oldu. 
Savcı Nureddin Soyer ifademi aldıktan sonra mahkemeye sevk etti. Zaten mizansen baştan hazırlanmıştı. Mahkeme tutuklayacaktı. Vazifesi tutuklama kararını okumaktan ibaret gibi bir şeydi. Mahkeme Heyetinde bulunanlardan biri Kemal Yağcıydı, efendi bir insandı. Bir de ismini şimdi hatırlayamayacağım bir binbaşı vardı. Hakkımdaki iddiaları okudular ve 'Mahkeme tevkifini düşünüyor' dediler. Neticede tevkif edildik. Beklediğim netice olduğu için bende bir değişiklik olmadı. 
Mahkeme tevkifimize karar verince bizi inzibat merkezine geri getirdiler. Akşam da Abdullah Çiftliği'nin ötesinde Bademli'ye götürdüler.. Tutuklu kaldığımız dönemin ilk 21 gününü inzibat merkezinde geçirmiştik. Son bir ayını da Şirinyer'deki askeri hapishanede geçirdik. 6.5 ayın diğer kısmını ise hep Bademli'de geçirmiş olduk.
Hapishanenin üç koğuşu vardı. Birinde kadınlar kalıyordu. Diğer ikisinde de solcularla biz kalıyorduk. Önceleri solcularla karma şekilde kaldık. Daha sonra bizim arkadaşlar çoğalınca solcuları yanımızdan ayırdılar ve biz hep bir arada kalmaya başladık.” 

Savcı Soyer’in Suç Delili Üretme Telaşı
Savcı Nurettin Soyer, Hocaefendi’nin yöneticilik yaptığı yurtta bir süre kalmış olan bu öğrencilere “Sizin bir şeyden haberiniz yok. ‘Bu işleri organize eden kişi Fethullah Gülen’dir’ deyin, serbest kalırsınız” diyordu. Bazı öğrenciler, Soyer’in istediği biçimde ifade verdiler. Savcı Soyer, Hocaefendi aleyhine ifade vermeyi reddeden öğrencisi Necdet Başaran’a, “Bıyıklarını cımbızla yolacağım” diyordu. Kendi elde ettiği bilgilere göre bir ifade metnini zabıt kâtibine yazdıran Savcı Soyer, Başaran’a dönerek bu metni imzalamasını istedi. Başaran, bu ifadeyi imzalamayı reddedince sinirlenen Soyer, bu metni yırtıp onu koğuşuna geri gönderdi. 
Bu hadiseyi şöyle anlatıyor Hocaefendi:

“Karşıyaka'da tutuklanan arkadaşları -ki bir kısmını önceden bırakmışlardı- son mahkemeye çıkaracakları gün bizim yanımıza getirdiler. Bunun çok faydası oldu. Zira kendilerine çok yanlış şeyler söylettirilmişti. Ve hepsi, haklarında denilenleri kabullenmiş ve onu müdafaa eder bir vaziyet takınmışlardı. Halbuki bu tavır hepimizi bağlayıcı durumdaydı. İkna oldular. Zaten ertesi gün de onları bıraktılar. Sadece Necdet Başaran Bey ev sahipliği iddiasıyla alıkonulmuştu. Bırakıldıkları tarih 3 Eylül'dü. Demek ki 5 ay tutuklu kalmışlardı.”

Soyer, Hocaefendi’yi Ege Bölgesi’ndeki faaliyetlerin organizatörü olarak gösterip tutuklamıştı. Bu iddiasını destekleyecek delillere ve tanık ifadelerine ihtiyacı vardı. Oysa elinde akşamları yapılan ve Hocaefendi’nin de katıldığı sohbet programlarıyla ilgili bazı takip raporları dışında kayda değer bir şey yoktu. Soyer, dava dosyasını her geçen gün genişleterek, başka davalardan yargılanan bazı kişileri de dahil ederek sanık sayısını 54’e çıkardı. Yine de 33 sayfalık iddianamesinde Hocaefendi ve arkadaşlarına dini kitaplar okumak dışında somut bir suçlama getiremedi. 
Mahkemedeki duruşmalar sırasında da ilginç bazı gelişmeler yaşanıyordu. Savcı Soyer’e göre bu dava “dinin istismarı” davasıydı. Soyer bir duruşmada, bazı savunmalarda Bediüzzaman Said Nursi’nin ismi kullanılırken, “Çağın Harikası” anlamına gelen “Bediüzzaman” ünvanıyla anılmasını eleştirdi. Ona göre “Bediüzzaman”, dini anlamlar da içeren bir ünvandı ve mahkeme salonunda sık sık kullanılarak dini propaganda yapılıyordu. Avukat Nadir Devlet, Soyer’e ilginç bir karşılık verdi. Devlet’in, “Savcının adı olan Nurettin, dinin nuru anlamına geliyor. Onun ismi bu salonda söylenince dini propaganda mı yapılmış olacak?” sözlerine Savcı Soyer herhangi bir karşılık vermedi.

Savcının Hocaefendi aleyhine ifade vermeleri için çağırdığı bazı tanıklar, doğru konuşmadıkları anlaşılınca mahkeme heyeti tarafından sert bir muameleyle salondan çıkarıldılar. Bu tanıklardan bir kısmının dindar olarak bilinen insanlardan olması Hocaefendi’yi üzüyordu. Örneğin tanıklardan biri şöyle diyordu:
“Gülen bir öğrenciyi imtihan ediyordu. Öğrenciye ‘Atatürk’ü seviyor musun?” diye sordu. Çocuk ‘Sevmiyorum’ cevabını verince Gülen ‘Niçin sevmiyorsun?’ dedi. Çocuk, “O memleketimize dinsizliği getirdi’ diye cevap verince Gülen, sırtını okşadığı çocuğa ‘Haydi oğlum, sen imtihanı kazandın’ diyerek imtihan odasından çıkardı.”
Savcı Soyer’in 33 sayfalık iddianameye aldığı bu tanığın anlattıkları baştan sona hayal mahsulüydü. Ne böyle bir öğrenci vardı, ne de böyle bir diyalog yaşanmıştı. Bir diğer tanık “Bunlar Cumhuriyet düşmanı. Eve sandalye bile almazlar. Eski medrese usulü hasır sererler. Terlik yerine takunya kullanırlar. Osmanlı özentileri var” diyordu. Oysa Karşıyaka’da sohbet yapılan evi basıp 25 kişiyi gözaltına alan polis yetkilileri bu evin memur ve öğrenci imkânlarıyla döşenemeyecek kadar lüks olduğunu söylüyorlardı. Bu tanık da mahkeme başkanı tarafından salondan çıkarıldı.

Hocaefendi’yi oldukça üzen bu kişilere rağmen yine Savcı Soyer tarafından onun aleyhine ifade verir beklentisiyle mahkemeye çağrılan bir tanık, bambaşka şeyler söyledi. Bu kişi, Hocaefendi’nin yöneticilik yaptığı yurdun idare meclisi üyesi olan emekli Albay Mehmet Çatalkaya’ydı. Hocaefendi ile idare meclisi arasında o dönemde bir tatsızlık meydana gelmiş ve öğrenciler Hocaefendi’den yana tavır almıştı. Savcı bunu bildiğinden, Albay Çatalkaya’nın onun aleyhinde tanıklık yapacağını hesaplayıp onu mahkemeye çağırmıştı. Ancak Albay Çatalkaya, mahkeme salonundaki tanık kürsüsünde Hocaefendi’nin lehine bir konuşma yaptı. Albay Mehmet Çatalkaya, Mahkeme Başkanı Tuğgeneral Fahrettin Burkay’ın komutanlığını yapmıştı. Tuğgeneral Burkay, eski komutanı Çatalkaya’ya saygı ifadesi olarak bir sandalye getirtip Çatalkaya’nın oturarak ifade vermesini sağladı. 
Hocaefendi’nin lehine tanıklık yapan bir diğer kişi Kestanepazarı Öğrenci Yurdu’nu idare eden derneğin yöneticisi Ali Rıza Güven’di. Güven, “Fethullah Gülen, maaş almadı, öğrencinin yemeğini yemedi. Sabunlarına bile el sürmedi. Kamp bizim yurdun yeriydi. Yazın öğrenciler köylerine dağılacağına orada zamanlarını değerlendirmelerini sağlıyordu” dedi.
Abdullah Aymaz da mahkeme önünde şöyle diyordu: “Modern çağın bir ferdi olarak, memleketimde hurafelerden arınmış dini kültürü yayma gayreti içinde yetişmeye çalıştım.”

Hocaefendi bütün bu tutukluluk ve yargılama sürecini şöyle anlatıyor:
“Her gün bir arkadaş geliyordu. Bir gün Mustafa Asutay Bey'i getirdiler. Başka bir gün de Bekir Berk Bey geldi. Yanında çok vefalı arkadaşlarından biri vardı. Bizim Paşa'yı da getirdiler. Hasan Aktunç ve İzzeddin Hocaefendi de getirilenler arasındaydı.. Hepimiz 55 kişi olmuştuk. Fakat daha sonra bir-iki kişiyi salmışlardı.

Bademli'de kaldığımız dönemin ilk günlerindeydi. Solcular kendi aralarında konuşuyorlardı. Çok üzüntülü oldukları belli oluyordu. Daha sonra gelen yeni bir haberle hepsi ağlamaya başladı. İçlerinde baygınlık geçirenler dahi olmuştu. Hepsi ağlıyordu. Hatta bir ara gardiyan gelmişti. İçlerinde Hoca dedikleri bir öğretmen, gardiyanı kovmuş ve "Git başımızdan, başımızda dert var" demişti. Daha sonra ranzaları kapının arkasına çektiler ve kapıları kapattılar.
Mustafa Birlik, bir ara kulağıma eğilerek "İster misin, dedi, şimdi bunlar bizi rehin alsınlar" ben de "Bizi rehin alıp da ne yapacaklar. Bizim idarece bir değerimiz yok ki, rehin almakla onlara bir iş yaptırsınlar. Bizi öldürseler, diğerlerinin zaten canına minnet. Onun için hiç endişelenme, onlar bizi rehin filan almazlar" dedim. Ama gerilim her geçen dakika daha da artıyordu. Bir kötülük yapabilirlerdi. Daha sonra onları bu kadar üzen meseleyi anlamıştık.
İbrahim ve Nedim adında iki kardeş -ki ikisi de onlar arasında çok sevilen ve birer rükün kabul edilen insanmış- aranmakta imişler. İbrahim İstanbul'da polislerle çatışmaya girmiş ve vurularak ölmüş. Onlar Nedim'in de aynı çatışmada öldürüldüğünü duymuşlar.
Daha sonra Nedim'in Bornova'da yakalandığı duyuldu. Bir müddet sonra da Bademli'ye getirildi. Nedim, anarşistti. Fakat çok kibar ve çok nazikti. Sorgulaması işkence altında yapılmış; ancak tek kelime konuşturamamışlar. Solcular onunla övünüyorlardı. Hakikaten kendisine çok işkence yapılmış. Bizim gördüğümüzde ayak tabanının kemiği çıkmış ve ayağının altı lime lime edilmiş bir durumdaydı. Usturayla kesmiş ve tuz basmışlar. İki üç ay seke seke gezdi. Bir insan olarak ona çok acıyordum.

Dr. Kâhid Bey sefirlere aracılık yaptığından onu bırakmışlardı. Şunu hemen kaydedeyim ki, Dr. Kâhid Bey'i çok mert gördüm. Yabancı bir ülkede, yabancı uyruklu bir insan.. Bir de sıkıntıdan hanımının çocuk düşürdüğü haberi geldi. Ama bütün bunlardan o hiç sarsılmadı. Abide gibi ayakta durdu. Şen, şakrak ve de neşeli.. Demek ki insanlar imtihan olmadan belli olmuyorlar. Ben, Hz. Ömer Efendimizin bir insanı tanımada ölçü birimi olarak koyduğu üç kaideye bir dördüncüsünü ilave ettim: Hapishanede beraber kalma.. Hapishane psikozlarını paylaşma, oradaki tafralara göğüs germe ve bu arada kardeşliği devam ettirme meselesi…

Devam edecek…


--------------



Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.