Kırık Testi: GAYRETULLAH*
Soru: Farklı yazı ve sohbetlerde bir kısım günahların veya zulümlerin gayretullaha dokunabileceğinden bahsediliyor. Allah’ın “Gayûr” olmasının ve “gayretullaha dokunma” tabirinin ifade ettiği anlamlar nelerdir?
Cevap: Bilindiği üzere Allah’ın bildiğimiz isimleri arasında “Gayûr” diye bir isim yoktur. Gerek Kur’ân-ı Kerim’de varid olan, gerek hadis-i şeriflerde sayılan, gerek geniş olarak Muhyiddin İbn Arabî’nin üzerinde durduğu, gerekse Cevşen’de yer alan esma-i ilâhiyeye bakıldığında -sıfat ya da mübalağalı ism-i fail kipinde- böyle bir isme rastlanmaz. Ne var ki bir ismin, bildiğimiz esma-i hüsnâ içerisinde yer almaması, gerçekte olmadığı anlamına gelmez. Çünkü Allah, isimlerinin bir kısmını Kur’ân vasıtasıyla bize talim etse, bir kısmını Peygamberlerine bildirse de O’nun nezd-i ulûhiyetinde saklı tuttuğu, sadece kendisinin bildiği isimleri de vardır. Zira Cenâb-ı Hakk’ın yaratmış olduğu âlemler, sadece bizim bildiğimiz fizikî âlemlerden ibaret değildir. O’nun, bilemediğimiz farklı âlemlerde tecelli eden isimleri vardır. Fakat bunları bilme ve bunlara inanma bizi çok alâkadar etmediği için bize bildirmemiş olabilir.
Gayretullaha Dokunan Fiiller
Bununla birlikte -soruda da ifade edildiği üzere- hadislerde Allah’ın “gayreti” üzerinde durulmuştur. Dolayısıyla onun, önemli bir hulûk-ı Rabbanî olduğu anlaşılmaktadır. Meselâ Ebû Hüreyre’nin rivayet etmiş olduğu bir hadis-i şerifte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: إِنَّ اللهَ يَغَارُ وَإِنَّ الْمُؤْمِنَ يَغَارُ وَغَيْرَةُ اللهِ أَنْ يَأْتِيَ الْمُؤْمِنُ مَا حَرَّمَ عَلَيْهِ “Allah gayret tecellîsinde bulunur, mü’min de gayûr davranır; Allah’ın gayreti, kulun işleyeceği haramlara karşıdır.” (Buharî, nikâh 6; Müslim, tevbe 36) Konuyla ilgili diğer bir hadis ise şu şekildedir: مَا أَحَدٌ أَغْيَرُ مِنَ اللهِ وَمِنْ غَيْرَتِه حَرَّمَ الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ “Allah’tan daha gayûru yoktur; bu gayretindendir ki O, açık-kapalı fuhşiyatı haram kılmıştır.” (Buhârî, nikâh 107; Müslim, tevbe 32-36)
Yine konuyla alakalı olarak, bir gün Sa’d İbn Ubade’nin aile mahremiyetinin korunmasıyla ilgili söylediği bir söz üzerine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: أَتَعْجَبُونَ مِنْ غَيْرَةِ سَعْدٍ لَأَنَا أَغْيَرُ مِنْهُ وَاللَّهُ أَغْيَرُ مِنِّي “Sa’d’ın gayretine mi hayret ediyorsunuz? Ben Sa’d’dan daha gayûrum, Allah da benden.” (Buhârî, hudûd 42; Müslim, talâk 17)
Allah insanları selim bir fıtratta yaratmıştır. Onlar için bir kısım yasaklar koymuş ve günaha girmeden iffetli ve temiz bir şekilde yaşamanın yollarını göstermiştir. Eğer insanlar, bir kısım yaramaz çocukların üstünü başını kirletmesi gibi, Allah’ın koymuş olduğu sınırlara riayet etmez ve günahlara girmek suretiyle doğuştan gelen temiz fıtratlarını bozar, kalb ve vicdanlarını kirletirlerse bu durum Allah’ın gayretine dokunacaktır.
Biraz daha açacak olursak, Allah, bizi yokluktan varlığa çıkarmış, var etmekle kalmayıp hayat ve şuur ihsan etmiş, akıl ve fikir vermiş ve aynı zamanda gönderdiği peygamberler ve indirdiği kitaplar vasıtasıyla bize hidayet yollarını göstermiştir. Yani O, bir taraftan bizden kulluk vazifemizi yerine getirmemizi talep ederken, diğer yandan da kendisiyle münasebetlerimizi doğru tesis edebilmemiz adına gerekli olan şeyleri lütfetmiştir. İnsanın bütün bunlara rağmen inhiraf etmesi, fısk u fücura girmesi, münkeratı irtikâp etmesi ve böylece doğuştan gelen temiz fıtratına toz kondurması gayretullaha dokunan bir husustur. Çünkü Allah, insana pek çok nimet ihsan etmiş, doğru yolu göstermiş, onun elinde bir mazeret bırakmamıştır.
İnsan günah işlediğinde Allah’ın yaratmış olduğu temiz fıtratı kirletmesinin yanı sıra aynı zamanda O’na karşı gelmiş olacaktır. Zira Allah’ın koymuş olduğu sınırların aşılması ve koyduğu yasakların çiğnenmesi, Allah’a isyan etme ve başkaldırma demektir. İşte yukarıdaki hadislerde Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah’ın kendisine başkaldıranlara karşı gayûr davranacağını ifade buyurmuştur.
Hiç şüphesiz gayretullaha dokunacak en büyük başkaldırı ve isyan ise O’na şirk koşmak ve O’nu inkâr etmektir. Hazreti Bediüzzaman’ın konuyla ilgili ortaya koymuş olduğu izahlar açısından meseleye bakacak olursak, Allah’ı inkâr eden bir kişi, sayfa sayfa, satır satır, kelime kelime Allah’ın varlığına ve birliğine delâlet eden kâinattaki bütün tekvinî âyetleri görmezden gelmiş demektir. Rabbimizin bunca âsâr-ı bergüzidesiyle Kendisini anlatmasına ve tanıtmasına mukabil hâlâ körlük yaşama ve bu eserlerin şehadetlerine göz yumma, kulak tıkama ve hatta onları tezyif ve inkâr etme öyle büyük bir cinayettir ki bunun gayretullaha dokunmaması mümkün değildir.
Gayretullahı bir yönüyle ırzına, namusuna, malına, ülkesine, hürriyetine tecavüz edildiğinde insanların karşı koymasına veya devletin, kanunlarını çiğneyen vatandaşlarına cezaî müeyyideler uygulamasına benzetebiliriz. Çünkü insan tabiatında, zikredilen bu değerleri korumaya karşı bir gayret vardır. Kimse gözünün önünde ırzının çiğnenmesine, namusunun payimal edilmesine tahammül edemez. Aynı şekilde Allah’ın da kendi vaz’ ettiği kuralların ayaklar altına alınmasına, koyduğu sınırların çiğnenmesine -tahammül tabirini onun hakkında kullanmak doğru olmaz- rızası yoktur. Yani sizin bu konuda gayret göstermeniz ve yapılan zulümlere tahammül edemeyip karşı koymanız neyse, Allah’ın da Zât-ı Ulûhiyet’ine yaraşır şekilde böyle bir gayreti söz konusudur. O, mühlet verse de sonunda kendisine yapılan küstahlığı cezalandırır.
Allah’ın Mühlet Vermesi
Cenâb-ı Hak, kullarının kötülüklerini, hata ve günahlarını cezalandırmakta acele etmez. Akıllarını başlarına almaları ve yapageldikleri hatalarını terk etmeleri için onlara mühlet üstüne mühlet verir. Nitekim Hz. Ebû Bekir, Allah’ın fasık, facir ve zalimlere verdiği mehil karşısında, مَا اَحْلَمَكَ يَا رَبَّنَا “Ey Rabbimiz, ne kadar halimsin!” sözüyle soluklanmış ve duygularını baskı altına almıştır.
Eğer ademoğlunun irtikâp ettiği günahlara verilecek cezalar insanların hakemliğine bağlanmış olsaydı, belki de şimdiye kadar yeryüzünde hiç kimse kalmazdı. Fakat Allah, bir âdet-i ilâhiye olarak kullarını cezalandırmada acele etmiyor. Nitekim bir âyet-i kerimede bu konudaki ahlâk-ı ilâhiye şu şekilde beyan edilmiştir: وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللَّهُ النَّاسَ بِظُلْمِهِمْ مَا تَرَكَ عَلَيْهَا مِنْ دَابَّةٍ وَلَكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى فَإِذَا جَاءَ أَجَلُهُمْ لَا يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلَا يَسْتَقْدِمُونَ “Eğer Allah zulümleri yüzünden insanları cezalandıracak olsaydı dünyada tek canlı bile bırakmazdı. Fakat onları takdir ettiği bir vadeye kadar bekletir. Vadeleri gelince ne bir an öne alabilir ne bir an erteleyebilirler.” (Nahl Sûresi, 16/61)
Evet, Allah’ın rahmeti gazabının önüne geçtiği için O (celle celâluhu), insanları cezalandırmakta acele etmez. Fakat günah ve zulüm bataklığına gömülmüş bir insan Allah’ın kendisini kahretmediğini görüp daha da şımarmamalı; bilakis kendisine verilen süreyi düşünüp ürpermelidir. Çünkü Allah imhal (mühlet verme) etse de asla ihmal etmez. Âyet-i kerimede de zerre miktarı iyilik yapanın da kötülük yapanın da mutlaka bunun karşılığını göreceği ifade buyrulmuştur. (Bkz.: Zilzâl sûresi, 99/7-8)
Şurası bilinmelidir ki isyan deryasına yelken açmış bir insana mühlet verilmesi de onun için ayrı bir imtihandır. Eğer kişi, başına bir musibet gelmediğini görüp, bunun böyle devam edeceğini düşünerek yanlış yoldan geriye dönmez, hatta kendisini daha da gaflete salarsa imtihanı kaybeder. Fakat basiretli davranır, aklını başına alır, derlenip toparlanır ve eksiklerini telafi etmeye yönelirse kazanır. Çünkü Allah’ın, günahkâr kullarını hemen cezalandırmamasının önemli bir hikmeti de budur.
Aksi takdirde had bilmezlere, sınır tanımazlara Allah hadlerini bildirir. Bir gün gelir işlenen günah ve zulümler gayretullaha dokunur ve o zaman Allah asi ve zalimlerin iflahını keser. Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde, إِنَّ اللَّهَ لَيُمْلِي لِلظَّالِمِ حَتَّى إِذَا أَخَذَهُ لَمْ يُفْلِتْهُ “Allah zalime (zulmünden dönsün diye) imkân, fırsat ve mühlet verir. Fakat bir de yakaladı mı artık onu iflâh etmez, canını çıkarır.” (Buhârî, tefsîru sûre (11) 5; Müslim, birr 61) buyurmuş ve arkasından da Kur’ân-ı Kerim’in şu âyetini hatırlatmıştır: وَكَذَلِكَ أَخْذُ رَبِّكَ إِذَا أَخَذَ القُرَى وَهِيَ ظَالِمَةٌ إِنَّ أَخْذَهُ أَلِيمٌ شَدِيدٌ “Halkı zalim olan ülkeleri cezaya çarptırdığı zaman Rabbinin derdest etmesi işte böyle olur! Şüphesiz ki O’nun azapla derdest etmesi pek acı, pek çetindir!” (Hûd sûresi, 11/102)
İcraat-ı Sübhaniye Karşısında Saygı
Hemen cezalandırmama ve mühlet verme, sünnetullahtır yani Allah’ın bir kanunudur. O, kurmuş olduğu bu sistemde bazı şeylere belirli bir vakte kadar müsaade etmektedir. Biz, her zaman meselenin mahiyetini anlayamayabiliriz. Bu açıdan aklımızın ermediği meseleler karşısında itiraz veya şikâyet ifade eden tavırlardan kaçınmalıyız. Cezayı hak eden zalimlere niçin gayretullahın dokunmadığı mevzuunda zaman zaman hayret ve şaşkınlık yaşasak da icraat-i sübhaniye karşısında her zaman, “Her işte bir hikmeti vardır; abes fiil işlemez Allah.” demeli ve sabretmeliyiz. Muttali olduğumuz veya maruz kaldığımız her hâdiseyi sabır ve şükür duygularıyla karşılamalı, her ne olursa olsun Rabbimize saygıda kusur etmemeli, O’nun hiçbir icraatını sorgulamamalıyız.
İnsanın heyecanlı olacağı yerler olduğu gibi sakin, sabırlı ve temkinli olması gereken yerler de vardır. Mesela bir mü’minin, baştan sona kadar dinin bütün emirlerini yaşama, yaptığı amelleri iç ve dış dinamikleriyle tastamam eda etme, Allah rızasını kazanma, Zât-ı Ulûhiyet’i herkese tanıtma, insanlarla Allah arasındaki engelleri bertaraf ederek kalblerin Allah’la buluşmasını sağlama, sorumlu olduğu hizmetleri yerine getirme, elli farklı handikapla karşı karşıya kalsa, elli defa plân ve stratejileri alt üst edilse ve bütün tabyaları işgal edilse yine de “vira bismillah” deyip yeniden hizmete koyulma gibi mevzularda dopdolu bir heyecan ve gerilime sahip olması gerekir. Çünkü kalbin, yapılan davranışların yanında olması, eda edilen amellere iç heyecanların katılması hakiki Müslümanlığı anlama ve yaşama adına çok önemlidir.
Fakat insan, Cenab-ı Hakk’ın tasarrufları, icraatları, meşieti hususunda temkinli olmalıdır. Velev ki bunlar karşısında hırpalansın ve incinsin. Velev ki Allah, karşısına, onun isteklerine, plânladığı hususlara muhalif bir kısım vakıalar çıkarmış olsun. Bütün bunlar karşısında yapılması gereken şey, hoşa gitmeyen ve iç yakan hâdiseler vuku bulduğunda öncelikle bunları sabır ve rıza ile karşılamak, arkasından da bunlar üzerinde tefekkür ve teemmülde bulunmaktır. Yani bu tür durumlarda mutlaka heyecanlar baskı altına alınmalı ve iradî hareket edilmelidir.
Acaba bu hâdiselerin arka plânında ne vardır? Bizim için ne tür mânâlar ifade etmektedir? Günah, hata veya gafletlerimiz bunlara sebebiyet vermiş olabilir mi? Bunlar ne tür hata ve günahlardır? Yoksa Allah, bazı hususlar hakkında bizim gözümüzü açmak, dikkat kesilmemizi temin etmek için bizi ikaz etmek, uyarmak mı istemektedir? Ya da zahiren hakkımızda zararlı gibi duran bela ve musibetlerle bizi bileyip, olgunlaştırmayı ve yarınki daha büyük problemlerin üstesinden gelebilecek bir kıvama ulaştırmayı mı murat buyurmaktadır?
İşte temkinle, bütün bu hususlar değerlendirmeye alınmalı ve sonrasında da yapılması gereken neyse o yapılmalıdır. Zira yerinde değerlendirilen heyecan bizim için bir kıymet ifade ettiği, hatta dikey olarak kurbet ufkuna yükselmemize vesile olduğu gibi, yerinde kullanılan tedbir, temkin ve sabır da aynı şekilde bizi amudî olarak o ufka yükseltecektir.
Meseleye Hz. Pir’in farklı yerlerde temas ettiği şu düsturla yaklaşabiliriz: مَنْ آمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ (Biraz açarak meal verecek olursak şöyle diyebiliriz:) “Her kim kadere iman ederse, zihin ve ruh dünyasındaki bulanıklıklardan kurtulur; tahayyül ve tasavvurunu kirli düşüncelerden korumuş olur; iç dünyası itibarıyla da emniyet ve itminana erer.” Şunu da hatırda tutmak gerekir ki bir insanın zihnini ve kalbini temiz tutma ve oraya gelen kirli düşünceleri defetme adına ortaya koyacağı her türlü ceht ve gayret, sevap defterine ibadet gibi kaydolacaktır.
Bardağı Taşıran Son Damla
Evet, Allah Teâlâ’nın, akıllarını başlarına almaları adına günah ve zulüm bataklıklarında çırpınan kullarına mühlet verdiğini, isyanlarında devam etmeleri durumunda ise onları derdest edip cezalandırdığını ifade etmiştik. Fakat biz, bardağı taşıran son damlanın hangisi olduğunu, işlenen günahların ne zaman gayretullaha dokunacağını ve zalimlerin ne zaman cezalandırılacağını bilemeyiz.
Bununla ilgili şöyle bir menkıbe anlatılır: Hac yolculuğu yapan bir kervanın önünü eşkıyalar keser ve kervandakilerin üzerlerindeki bütün kıymetli mallarını alırlar. Kervanın içinde ehlullahtan bir zat vardır. Yalnız olarak hac yolculuğuna çıkmış fakat sonra o da bu kervana katılmıştır. Eşkıyaların reisi onu emniyet ve güven vaat edici görünce doğru söyleyeceğini düşünerek yanına gider, “Başka kimsenin üzerinde bir malı kaldı mı?” diye sorar. O da, “Kervancı başının sırtında çok kıymetli bürümcük bir gömleği var.” der. Onlar, bunu da alırlar.
İyilik yapıp kervanına aldığı bir zatın böyle yapması kervancı başına çok dokunur ama hüsn-ü zan ettiği bu zata bir şey de demek istemez. Kısa bir müddet sonra devletin muhafızları eşkıyaların hepsini yakalar ve kimin nesi çalınmışsa gelip alması için etrafa haber salarlar. Kervandakiler de gider ve çalınan eşyalarını geri alırlar. O zaman kervancı başı bu zata niye gömleğini onlara haber verdiğini sorar. O da şöyle cevap verir: “Bu zalimlerin yaptıklarına baktım. Gayretullaha dokunmasına dört parmak kalmıştı. Zulümleri biraz daha artıp gayretullaha dokunması için böyle yaptım.” der.
Neticede bu bir menkıbedir. Menkıbelerin de aslından ziyade faslına, vermek istediği mesaja bakılır. Buradan anlıyoruz ki her şeyin bir gayretullaha dokunma kertesi vardır. Zulüm bir işlenir, iki işlenir, üç işlenir ve bir sınırdan sonra gayretullaha dokunur.
Gayretullah’ın Tecelli Keyfiyeti
Biz, gayretimize dokunan saldırı ve tecavüzler karşısında rahatsız olur, huzursuzluk duyar ve bunu önleme adına elimizden ne geliyorsa yaparız. Fakat rahatsız olma veya huzursuzluk duyma gibi tabirler bizim hakkımızda kullanılsa da bunlar Zat-ı Ulûhiyet’e nispet edilemez. Fakat Kur’ân-ı Kerim’de O’nun gazaplanmasından söz edilir. Burada da biz meseleyi lazımıyla anlamalıyız. Yani bir insan öfkelendiğinde ne yaparsa Allah’ın gazaplanmasını da -O’nun münezzehiyeti mahfuz- buna göre anlamaya çalışmalıyız. Biz, nasıl ki suç işleyenleri, başkasının hukukuna tecavüz edenleri adalet eliyle cezalandırıyorsak, Allah da asi ve zalimleri gerek bu dünyada gerekse ahirette farklı şekillerde tecziye edecektir.
Her ne kadar sapkınlık ve dalâlet yolunda olanlara bir süreliğine mühlet verilse de gayretullaha dokunduğu zaman işledikleri cürümlerin cezasını çekeceklerdir. Bu ceza, bazen bela ve musibetlere maruz kalma şeklinde gelebileceği gibi bazen de asi ve zalimlerin ölüm anında imanlarının ellerinden alınmasını netice verebilir. Fakat cezanın her zaman için bu dünyada geleceğini beklemek de doğru değildir. Hususiyle küfrün cezası çok ağır olduğu için ahirete kalacaktır.
Yaşar Tunagür Hoca’dan ya kendi yaşadığı ya da yakın bir tanıdığının başından geçen şöyle bir hâdise dinlemiştim. Bir çocuk, bir çeşmenin başında kovasını doldururken oraya beygirini sulamak için birisi gelir. Onun önüne geçerek beygirini sulamak ister. Çocuk henüz işi bitmediği için beklemesini söyleyince de adam haksız yere ona bir tokat vurur. O, buna hiçbir karşılık vermeden doğrudan hocasının yanına gelir ve olup biteni anlatır. Hocası demek ki ehl-i hâl bir insanmış ki durumun farkına varır ve şöyle der: “Derhal o zatın yanına git ve sen de ona bir şeyler söyle! İlahî takdire kalırsa cezası şiddetli olur.” Bunun üzerine o da koştura koştura çeşmenin başına gelir. Fakat bir de bakar ki beygiri bir çifteyle adamı yere sermiş.
Bütün bunların yanında, zalimin zulmünün gayretullaha dokunması mevzuunda mazlumun tavrının da çok önemli olduğunu ifade etmek gerekir. Bazen zalimin zulmünü, mazlumun kendi nefsine yaptığı zulüm nötrler. Yani Allah, zalim hakkında hükmünü vereceği zaman, onun zulmü yanında mazlumun gerçekten konumunun hakkını verip vermediğine de bakar. Eğer mazlum Allah’a vefalı bir kul değilse, yürekten O’na yönelememişse, hatta bir kısım olumsuz tavırlar içinde bulunuyorsa Allah zalimin cezasını tehir eder. Bu itibarla gayretullahın tecelli etmesi için bir taraftan işlenen zulümlerin bir safhaya ulaşması gerekirken, diğer yandan da mazlum ve mağdur konumundaki insanlarda onu kırabilecek tavır ve davranışların bulunmaması gerekir.
Dolayısıyla mesele dönüp dolaşıyor, yine bizim kendi nefsimize bakmamız gerektiğine geliyor. Şunu bilmeliyiz ki Allah hiçbir kuluna zerre miktarı zulmetmez ve kimsenin hakkını zayi etmez. Fakat biz bazen farkına varmadan çok küçük şeylerle kendi kendimizi zayi edebiliriz. Bu açıdan zalimlerin durumuna bakıp, Allah’ın nasıl olup da onlara mühlet verdiğine şaşırmamalı; bilakis bu türlü meselelerde öncelikle kendi durumumuzu nazar-ı itibara almalıyız. “Acaba zalime mühlet verilmesine sebep olabilecek ne tür hatalarımız var?” demeliyiz. Yüz davranışımızın yüzü de isabetli olsa ve doğruluk abidesi gibi yaşasak bile yine de “Eğer bende bir eğrilik ve inhiraf varsa ve ben yapılan hizmetlerin ahengini bozuyor, onlarda aritmiye sebep veriyorsam benim için yerin altı üstünden daha hayırlıdır.” diyecek kadar yürekli davranmalıyız. Meseleye böyle yaklaşırsak ne kaderi tenkit ederiz ne Zât-ı Ulûhiyet hakkında saygısız mülâhazalara gireriz ne de başkaları hakkında su-i zan ederiz.
Cevap: Bilindiği üzere Allah’ın bildiğimiz isimleri arasında “Gayûr” diye bir isim yoktur. Gerek Kur’ân-ı Kerim’de varid olan, gerek hadis-i şeriflerde sayılan, gerek geniş olarak Muhyiddin İbn Arabî’nin üzerinde durduğu, gerekse Cevşen’de yer alan esma-i ilâhiyeye bakıldığında -sıfat ya da mübalağalı ism-i fail kipinde- böyle bir isme rastlanmaz. Ne var ki bir ismin, bildiğimiz esma-i hüsnâ içerisinde yer almaması, gerçekte olmadığı anlamına gelmez. Çünkü Allah, isimlerinin bir kısmını Kur’ân vasıtasıyla bize talim etse, bir kısmını Peygamberlerine bildirse de O’nun nezd-i ulûhiyetinde saklı tuttuğu, sadece kendisinin bildiği isimleri de vardır. Zira Cenâb-ı Hakk’ın yaratmış olduğu âlemler, sadece bizim bildiğimiz fizikî âlemlerden ibaret değildir. O’nun, bilemediğimiz farklı âlemlerde tecelli eden isimleri vardır. Fakat bunları bilme ve bunlara inanma bizi çok alâkadar etmediği için bize bildirmemiş olabilir.
Gayretullaha Dokunan Fiiller
Bununla birlikte -soruda da ifade edildiği üzere- hadislerde Allah’ın “gayreti” üzerinde durulmuştur. Dolayısıyla onun, önemli bir hulûk-ı Rabbanî olduğu anlaşılmaktadır. Meselâ Ebû Hüreyre’nin rivayet etmiş olduğu bir hadis-i şerifte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: إِنَّ اللهَ يَغَارُ وَإِنَّ الْمُؤْمِنَ يَغَارُ وَغَيْرَةُ اللهِ أَنْ يَأْتِيَ الْمُؤْمِنُ مَا حَرَّمَ عَلَيْهِ “Allah gayret tecellîsinde bulunur, mü’min de gayûr davranır; Allah’ın gayreti, kulun işleyeceği haramlara karşıdır.” (Buharî, nikâh 6; Müslim, tevbe 36) Konuyla ilgili diğer bir hadis ise şu şekildedir: مَا أَحَدٌ أَغْيَرُ مِنَ اللهِ وَمِنْ غَيْرَتِه حَرَّمَ الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ “Allah’tan daha gayûru yoktur; bu gayretindendir ki O, açık-kapalı fuhşiyatı haram kılmıştır.” (Buhârî, nikâh 107; Müslim, tevbe 32-36)
Yine konuyla alakalı olarak, bir gün Sa’d İbn Ubade’nin aile mahremiyetinin korunmasıyla ilgili söylediği bir söz üzerine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: أَتَعْجَبُونَ مِنْ غَيْرَةِ سَعْدٍ لَأَنَا أَغْيَرُ مِنْهُ وَاللَّهُ أَغْيَرُ مِنِّي “Sa’d’ın gayretine mi hayret ediyorsunuz? Ben Sa’d’dan daha gayûrum, Allah da benden.” (Buhârî, hudûd 42; Müslim, talâk 17)
Allah insanları selim bir fıtratta yaratmıştır. Onlar için bir kısım yasaklar koymuş ve günaha girmeden iffetli ve temiz bir şekilde yaşamanın yollarını göstermiştir. Eğer insanlar, bir kısım yaramaz çocukların üstünü başını kirletmesi gibi, Allah’ın koymuş olduğu sınırlara riayet etmez ve günahlara girmek suretiyle doğuştan gelen temiz fıtratlarını bozar, kalb ve vicdanlarını kirletirlerse bu durum Allah’ın gayretine dokunacaktır.
Biraz daha açacak olursak, Allah, bizi yokluktan varlığa çıkarmış, var etmekle kalmayıp hayat ve şuur ihsan etmiş, akıl ve fikir vermiş ve aynı zamanda gönderdiği peygamberler ve indirdiği kitaplar vasıtasıyla bize hidayet yollarını göstermiştir. Yani O, bir taraftan bizden kulluk vazifemizi yerine getirmemizi talep ederken, diğer yandan da kendisiyle münasebetlerimizi doğru tesis edebilmemiz adına gerekli olan şeyleri lütfetmiştir. İnsanın bütün bunlara rağmen inhiraf etmesi, fısk u fücura girmesi, münkeratı irtikâp etmesi ve böylece doğuştan gelen temiz fıtratına toz kondurması gayretullaha dokunan bir husustur. Çünkü Allah, insana pek çok nimet ihsan etmiş, doğru yolu göstermiş, onun elinde bir mazeret bırakmamıştır.
İnsan günah işlediğinde Allah’ın yaratmış olduğu temiz fıtratı kirletmesinin yanı sıra aynı zamanda O’na karşı gelmiş olacaktır. Zira Allah’ın koymuş olduğu sınırların aşılması ve koyduğu yasakların çiğnenmesi, Allah’a isyan etme ve başkaldırma demektir. İşte yukarıdaki hadislerde Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah’ın kendisine başkaldıranlara karşı gayûr davranacağını ifade buyurmuştur.
Hiç şüphesiz gayretullaha dokunacak en büyük başkaldırı ve isyan ise O’na şirk koşmak ve O’nu inkâr etmektir. Hazreti Bediüzzaman’ın konuyla ilgili ortaya koymuş olduğu izahlar açısından meseleye bakacak olursak, Allah’ı inkâr eden bir kişi, sayfa sayfa, satır satır, kelime kelime Allah’ın varlığına ve birliğine delâlet eden kâinattaki bütün tekvinî âyetleri görmezden gelmiş demektir. Rabbimizin bunca âsâr-ı bergüzidesiyle Kendisini anlatmasına ve tanıtmasına mukabil hâlâ körlük yaşama ve bu eserlerin şehadetlerine göz yumma, kulak tıkama ve hatta onları tezyif ve inkâr etme öyle büyük bir cinayettir ki bunun gayretullaha dokunmaması mümkün değildir.
Gayretullahı bir yönüyle ırzına, namusuna, malına, ülkesine, hürriyetine tecavüz edildiğinde insanların karşı koymasına veya devletin, kanunlarını çiğneyen vatandaşlarına cezaî müeyyideler uygulamasına benzetebiliriz. Çünkü insan tabiatında, zikredilen bu değerleri korumaya karşı bir gayret vardır. Kimse gözünün önünde ırzının çiğnenmesine, namusunun payimal edilmesine tahammül edemez. Aynı şekilde Allah’ın da kendi vaz’ ettiği kuralların ayaklar altına alınmasına, koyduğu sınırların çiğnenmesine -tahammül tabirini onun hakkında kullanmak doğru olmaz- rızası yoktur. Yani sizin bu konuda gayret göstermeniz ve yapılan zulümlere tahammül edemeyip karşı koymanız neyse, Allah’ın da Zât-ı Ulûhiyet’ine yaraşır şekilde böyle bir gayreti söz konusudur. O, mühlet verse de sonunda kendisine yapılan küstahlığı cezalandırır.
Allah’ın Mühlet Vermesi
Cenâb-ı Hak, kullarının kötülüklerini, hata ve günahlarını cezalandırmakta acele etmez. Akıllarını başlarına almaları ve yapageldikleri hatalarını terk etmeleri için onlara mühlet üstüne mühlet verir. Nitekim Hz. Ebû Bekir, Allah’ın fasık, facir ve zalimlere verdiği mehil karşısında, مَا اَحْلَمَكَ يَا رَبَّنَا “Ey Rabbimiz, ne kadar halimsin!” sözüyle soluklanmış ve duygularını baskı altına almıştır.
Eğer ademoğlunun irtikâp ettiği günahlara verilecek cezalar insanların hakemliğine bağlanmış olsaydı, belki de şimdiye kadar yeryüzünde hiç kimse kalmazdı. Fakat Allah, bir âdet-i ilâhiye olarak kullarını cezalandırmada acele etmiyor. Nitekim bir âyet-i kerimede bu konudaki ahlâk-ı ilâhiye şu şekilde beyan edilmiştir: وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللَّهُ النَّاسَ بِظُلْمِهِمْ مَا تَرَكَ عَلَيْهَا مِنْ دَابَّةٍ وَلَكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى فَإِذَا جَاءَ أَجَلُهُمْ لَا يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلَا يَسْتَقْدِمُونَ “Eğer Allah zulümleri yüzünden insanları cezalandıracak olsaydı dünyada tek canlı bile bırakmazdı. Fakat onları takdir ettiği bir vadeye kadar bekletir. Vadeleri gelince ne bir an öne alabilir ne bir an erteleyebilirler.” (Nahl Sûresi, 16/61)
Evet, Allah’ın rahmeti gazabının önüne geçtiği için O (celle celâluhu), insanları cezalandırmakta acele etmez. Fakat günah ve zulüm bataklığına gömülmüş bir insan Allah’ın kendisini kahretmediğini görüp daha da şımarmamalı; bilakis kendisine verilen süreyi düşünüp ürpermelidir. Çünkü Allah imhal (mühlet verme) etse de asla ihmal etmez. Âyet-i kerimede de zerre miktarı iyilik yapanın da kötülük yapanın da mutlaka bunun karşılığını göreceği ifade buyrulmuştur. (Bkz.: Zilzâl sûresi, 99/7-8)
Şurası bilinmelidir ki isyan deryasına yelken açmış bir insana mühlet verilmesi de onun için ayrı bir imtihandır. Eğer kişi, başına bir musibet gelmediğini görüp, bunun böyle devam edeceğini düşünerek yanlış yoldan geriye dönmez, hatta kendisini daha da gaflete salarsa imtihanı kaybeder. Fakat basiretli davranır, aklını başına alır, derlenip toparlanır ve eksiklerini telafi etmeye yönelirse kazanır. Çünkü Allah’ın, günahkâr kullarını hemen cezalandırmamasının önemli bir hikmeti de budur.
Aksi takdirde had bilmezlere, sınır tanımazlara Allah hadlerini bildirir. Bir gün gelir işlenen günah ve zulümler gayretullaha dokunur ve o zaman Allah asi ve zalimlerin iflahını keser. Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde, إِنَّ اللَّهَ لَيُمْلِي لِلظَّالِمِ حَتَّى إِذَا أَخَذَهُ لَمْ يُفْلِتْهُ “Allah zalime (zulmünden dönsün diye) imkân, fırsat ve mühlet verir. Fakat bir de yakaladı mı artık onu iflâh etmez, canını çıkarır.” (Buhârî, tefsîru sûre (11) 5; Müslim, birr 61) buyurmuş ve arkasından da Kur’ân-ı Kerim’in şu âyetini hatırlatmıştır: وَكَذَلِكَ أَخْذُ رَبِّكَ إِذَا أَخَذَ القُرَى وَهِيَ ظَالِمَةٌ إِنَّ أَخْذَهُ أَلِيمٌ شَدِيدٌ “Halkı zalim olan ülkeleri cezaya çarptırdığı zaman Rabbinin derdest etmesi işte böyle olur! Şüphesiz ki O’nun azapla derdest etmesi pek acı, pek çetindir!” (Hûd sûresi, 11/102)
İcraat-ı Sübhaniye Karşısında Saygı
Hemen cezalandırmama ve mühlet verme, sünnetullahtır yani Allah’ın bir kanunudur. O, kurmuş olduğu bu sistemde bazı şeylere belirli bir vakte kadar müsaade etmektedir. Biz, her zaman meselenin mahiyetini anlayamayabiliriz. Bu açıdan aklımızın ermediği meseleler karşısında itiraz veya şikâyet ifade eden tavırlardan kaçınmalıyız. Cezayı hak eden zalimlere niçin gayretullahın dokunmadığı mevzuunda zaman zaman hayret ve şaşkınlık yaşasak da icraat-i sübhaniye karşısında her zaman, “Her işte bir hikmeti vardır; abes fiil işlemez Allah.” demeli ve sabretmeliyiz. Muttali olduğumuz veya maruz kaldığımız her hâdiseyi sabır ve şükür duygularıyla karşılamalı, her ne olursa olsun Rabbimize saygıda kusur etmemeli, O’nun hiçbir icraatını sorgulamamalıyız.
İnsanın heyecanlı olacağı yerler olduğu gibi sakin, sabırlı ve temkinli olması gereken yerler de vardır. Mesela bir mü’minin, baştan sona kadar dinin bütün emirlerini yaşama, yaptığı amelleri iç ve dış dinamikleriyle tastamam eda etme, Allah rızasını kazanma, Zât-ı Ulûhiyet’i herkese tanıtma, insanlarla Allah arasındaki engelleri bertaraf ederek kalblerin Allah’la buluşmasını sağlama, sorumlu olduğu hizmetleri yerine getirme, elli farklı handikapla karşı karşıya kalsa, elli defa plân ve stratejileri alt üst edilse ve bütün tabyaları işgal edilse yine de “vira bismillah” deyip yeniden hizmete koyulma gibi mevzularda dopdolu bir heyecan ve gerilime sahip olması gerekir. Çünkü kalbin, yapılan davranışların yanında olması, eda edilen amellere iç heyecanların katılması hakiki Müslümanlığı anlama ve yaşama adına çok önemlidir.
Fakat insan, Cenab-ı Hakk’ın tasarrufları, icraatları, meşieti hususunda temkinli olmalıdır. Velev ki bunlar karşısında hırpalansın ve incinsin. Velev ki Allah, karşısına, onun isteklerine, plânladığı hususlara muhalif bir kısım vakıalar çıkarmış olsun. Bütün bunlar karşısında yapılması gereken şey, hoşa gitmeyen ve iç yakan hâdiseler vuku bulduğunda öncelikle bunları sabır ve rıza ile karşılamak, arkasından da bunlar üzerinde tefekkür ve teemmülde bulunmaktır. Yani bu tür durumlarda mutlaka heyecanlar baskı altına alınmalı ve iradî hareket edilmelidir.
Acaba bu hâdiselerin arka plânında ne vardır? Bizim için ne tür mânâlar ifade etmektedir? Günah, hata veya gafletlerimiz bunlara sebebiyet vermiş olabilir mi? Bunlar ne tür hata ve günahlardır? Yoksa Allah, bazı hususlar hakkında bizim gözümüzü açmak, dikkat kesilmemizi temin etmek için bizi ikaz etmek, uyarmak mı istemektedir? Ya da zahiren hakkımızda zararlı gibi duran bela ve musibetlerle bizi bileyip, olgunlaştırmayı ve yarınki daha büyük problemlerin üstesinden gelebilecek bir kıvama ulaştırmayı mı murat buyurmaktadır?
İşte temkinle, bütün bu hususlar değerlendirmeye alınmalı ve sonrasında da yapılması gereken neyse o yapılmalıdır. Zira yerinde değerlendirilen heyecan bizim için bir kıymet ifade ettiği, hatta dikey olarak kurbet ufkuna yükselmemize vesile olduğu gibi, yerinde kullanılan tedbir, temkin ve sabır da aynı şekilde bizi amudî olarak o ufka yükseltecektir.
Meseleye Hz. Pir’in farklı yerlerde temas ettiği şu düsturla yaklaşabiliriz: مَنْ آمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ (Biraz açarak meal verecek olursak şöyle diyebiliriz:) “Her kim kadere iman ederse, zihin ve ruh dünyasındaki bulanıklıklardan kurtulur; tahayyül ve tasavvurunu kirli düşüncelerden korumuş olur; iç dünyası itibarıyla da emniyet ve itminana erer.” Şunu da hatırda tutmak gerekir ki bir insanın zihnini ve kalbini temiz tutma ve oraya gelen kirli düşünceleri defetme adına ortaya koyacağı her türlü ceht ve gayret, sevap defterine ibadet gibi kaydolacaktır.
Bardağı Taşıran Son Damla
Evet, Allah Teâlâ’nın, akıllarını başlarına almaları adına günah ve zulüm bataklıklarında çırpınan kullarına mühlet verdiğini, isyanlarında devam etmeleri durumunda ise onları derdest edip cezalandırdığını ifade etmiştik. Fakat biz, bardağı taşıran son damlanın hangisi olduğunu, işlenen günahların ne zaman gayretullaha dokunacağını ve zalimlerin ne zaman cezalandırılacağını bilemeyiz.
Bununla ilgili şöyle bir menkıbe anlatılır: Hac yolculuğu yapan bir kervanın önünü eşkıyalar keser ve kervandakilerin üzerlerindeki bütün kıymetli mallarını alırlar. Kervanın içinde ehlullahtan bir zat vardır. Yalnız olarak hac yolculuğuna çıkmış fakat sonra o da bu kervana katılmıştır. Eşkıyaların reisi onu emniyet ve güven vaat edici görünce doğru söyleyeceğini düşünerek yanına gider, “Başka kimsenin üzerinde bir malı kaldı mı?” diye sorar. O da, “Kervancı başının sırtında çok kıymetli bürümcük bir gömleği var.” der. Onlar, bunu da alırlar.
İyilik yapıp kervanına aldığı bir zatın böyle yapması kervancı başına çok dokunur ama hüsn-ü zan ettiği bu zata bir şey de demek istemez. Kısa bir müddet sonra devletin muhafızları eşkıyaların hepsini yakalar ve kimin nesi çalınmışsa gelip alması için etrafa haber salarlar. Kervandakiler de gider ve çalınan eşyalarını geri alırlar. O zaman kervancı başı bu zata niye gömleğini onlara haber verdiğini sorar. O da şöyle cevap verir: “Bu zalimlerin yaptıklarına baktım. Gayretullaha dokunmasına dört parmak kalmıştı. Zulümleri biraz daha artıp gayretullaha dokunması için böyle yaptım.” der.
Neticede bu bir menkıbedir. Menkıbelerin de aslından ziyade faslına, vermek istediği mesaja bakılır. Buradan anlıyoruz ki her şeyin bir gayretullaha dokunma kertesi vardır. Zulüm bir işlenir, iki işlenir, üç işlenir ve bir sınırdan sonra gayretullaha dokunur.
Gayretullah’ın Tecelli Keyfiyeti
Biz, gayretimize dokunan saldırı ve tecavüzler karşısında rahatsız olur, huzursuzluk duyar ve bunu önleme adına elimizden ne geliyorsa yaparız. Fakat rahatsız olma veya huzursuzluk duyma gibi tabirler bizim hakkımızda kullanılsa da bunlar Zat-ı Ulûhiyet’e nispet edilemez. Fakat Kur’ân-ı Kerim’de O’nun gazaplanmasından söz edilir. Burada da biz meseleyi lazımıyla anlamalıyız. Yani bir insan öfkelendiğinde ne yaparsa Allah’ın gazaplanmasını da -O’nun münezzehiyeti mahfuz- buna göre anlamaya çalışmalıyız. Biz, nasıl ki suç işleyenleri, başkasının hukukuna tecavüz edenleri adalet eliyle cezalandırıyorsak, Allah da asi ve zalimleri gerek bu dünyada gerekse ahirette farklı şekillerde tecziye edecektir.
Her ne kadar sapkınlık ve dalâlet yolunda olanlara bir süreliğine mühlet verilse de gayretullaha dokunduğu zaman işledikleri cürümlerin cezasını çekeceklerdir. Bu ceza, bazen bela ve musibetlere maruz kalma şeklinde gelebileceği gibi bazen de asi ve zalimlerin ölüm anında imanlarının ellerinden alınmasını netice verebilir. Fakat cezanın her zaman için bu dünyada geleceğini beklemek de doğru değildir. Hususiyle küfrün cezası çok ağır olduğu için ahirete kalacaktır.
Yaşar Tunagür Hoca’dan ya kendi yaşadığı ya da yakın bir tanıdığının başından geçen şöyle bir hâdise dinlemiştim. Bir çocuk, bir çeşmenin başında kovasını doldururken oraya beygirini sulamak için birisi gelir. Onun önüne geçerek beygirini sulamak ister. Çocuk henüz işi bitmediği için beklemesini söyleyince de adam haksız yere ona bir tokat vurur. O, buna hiçbir karşılık vermeden doğrudan hocasının yanına gelir ve olup biteni anlatır. Hocası demek ki ehl-i hâl bir insanmış ki durumun farkına varır ve şöyle der: “Derhal o zatın yanına git ve sen de ona bir şeyler söyle! İlahî takdire kalırsa cezası şiddetli olur.” Bunun üzerine o da koştura koştura çeşmenin başına gelir. Fakat bir de bakar ki beygiri bir çifteyle adamı yere sermiş.
Bütün bunların yanında, zalimin zulmünün gayretullaha dokunması mevzuunda mazlumun tavrının da çok önemli olduğunu ifade etmek gerekir. Bazen zalimin zulmünü, mazlumun kendi nefsine yaptığı zulüm nötrler. Yani Allah, zalim hakkında hükmünü vereceği zaman, onun zulmü yanında mazlumun gerçekten konumunun hakkını verip vermediğine de bakar. Eğer mazlum Allah’a vefalı bir kul değilse, yürekten O’na yönelememişse, hatta bir kısım olumsuz tavırlar içinde bulunuyorsa Allah zalimin cezasını tehir eder. Bu itibarla gayretullahın tecelli etmesi için bir taraftan işlenen zulümlerin bir safhaya ulaşması gerekirken, diğer yandan da mazlum ve mağdur konumundaki insanlarda onu kırabilecek tavır ve davranışların bulunmaması gerekir.
Dolayısıyla mesele dönüp dolaşıyor, yine bizim kendi nefsimize bakmamız gerektiğine geliyor. Şunu bilmeliyiz ki Allah hiçbir kuluna zerre miktarı zulmetmez ve kimsenin hakkını zayi etmez. Fakat biz bazen farkına varmadan çok küçük şeylerle kendi kendimizi zayi edebiliriz. Bu açıdan zalimlerin durumuna bakıp, Allah’ın nasıl olup da onlara mühlet verdiğine şaşırmamalı; bilakis bu türlü meselelerde öncelikle kendi durumumuzu nazar-ı itibara almalıyız. “Acaba zalime mühlet verilmesine sebep olabilecek ne tür hatalarımız var?” demeliyiz. Yüz davranışımızın yüzü de isabetli olsa ve doğruluk abidesi gibi yaşasak bile yine de “Eğer bende bir eğrilik ve inhiraf varsa ve ben yapılan hizmetlerin ahengini bozuyor, onlarda aritmiye sebep veriyorsam benim için yerin altı üstünden daha hayırlıdır.” diyecek kadar yürekli davranmalıyız. Meseleye böyle yaklaşırsak ne kaderi tenkit ederiz ne Zât-ı Ulûhiyet hakkında saygısız mülâhazalara gireriz ne de başkaları hakkında su-i zan ederiz.
***
*Not: Gayret kelimesi, Arapça’da ve dinî bir terim olarak, Türkçemizdeki kullanımdan farklı bir şekilde, kıskanma anlamına, “gayur” ise kıskanan, kıskanç manasına gelir. Yani sevdiği birinin üzerine titreme, kıyamama, neticesinde de onu başkalarına yar etmeme gibi manalar taşır. Cenâb-ı Hak için bu manaların hiçbiri hakikatte bahis mevzuu olmayacağı, O her türlü zaaftan münezzeh bulunduğu için kelimeyi, bu tür çağrışımlardan uzak tutma adına tercüme etmemeyi tercih ediyoruz. Hadislerde varid olması da hakikat itibariyle değil, lazımı itibariyledir. Yani nasıl ki bir insan sevdiği birini herkesten kıskanır, onun üzerine titrer, onun kendisinden uzaklaşmasına razı olmaz; Cenab-ı Hak’da bu, herkesten fazladır. O, kulunun, günahlarla kendisinden uzaklaşmasına razı olmaz. (Editör)Kaynak: http://www.herkul.org/kirik-testi/kirik-testi-gayretullah/
Bu Yayına Yorum Yapın