REJİM APARATI BÜROKRASİ [Mehmet Efe Çaman]


Siyasi bir partinin herhangi bir nedenden dolayı hukuk dışına çıkma eğilimi gösterdiği tarihte az rastlanan bir olgu değil. Benzer biçimde, bir politik liderin herhangi bir gerekçeyle kendisine sınırlı süre için verilmiş olan ve hukukla sınırlandırılmış olan yetkileri aşması ve hukuksuzca genişletmeye çalışması da tarihte sıklıkla görülen bir eğilim. İşte bu bahsedilen durumlar söz konusu olduğunda, devreye siyasal sistemin kendisini koruma, kontrol ve denge mekanizmaları devreye giriyor. Buna genel olarak devletin kurumsal yapısı diyoruz.
Devletlerin kurumsal çatısının temeli, devlet ve hükümet ayrımındadır. Devlet derken, yürütme, yasama ve yargı erkleri tarafından kontrol ve denetime açık olan anayasal mimariyi, onun çerçevesinde devreye sokulmuş olan bürokrasiyi ve kanunları zorlama yetki ve kabiliyetinde olan kolluk güçlerini kast ediyoruz. Örneğin yasalara aykırı hareket eden ve suç işleyen bir kişi hakkında işlem yapılması, yani kanunun zorlayıcılığının gerçekleştirilmesi, bu bürokratik organlar tarafından yerine getiriliyor. Polis gibi, jandarma gibi, istihbarat servisi gibi, yargı gibi, hariciye gibi, askeriye gibi onlarca organ veya kurum, devletin bürokratik enstrümanlarını oluşturuyor. Bu kurumların tasarrufları anayasa ve yasalarla çizilmiş bir çerçeve içinde gerçekleşiyor. Her kurum, kendisine anayasa, yasalar ve yönetmelikler tarafından çizilmiş görev tanımlarına uygun olarak hareket etmek zorundadır. Dolayısıyla, hükümetler (yürütme) değişebilir, ama devletin bürokratik enstrümanları sabittir, değişmez. Bu nedenden dolayı da, devlet bürokrasisinde partizanlık yapmak, kısa vadede yürütme organına (iktidarda olan şahıs ve partiye) yarar getirse de, orta ve uzun vadede o devletin içerden çürümesiyle sonuçlanır.
Türkiye’de bürokrasi çok partili hayata geçtikten sonra gittikçe artan bir biçimde yürütme arpalığı olarak algılanmıştır. Partizanca, devlet bürokrasisine yandaşlar ve partililer doldurulmuş, devlet içinde birbirinden haz etmeyen, hatta karşılıklı nefret eden bürokrat grupları/kesimleri meydana gelmiştir. Bu bürokratlar, partizan olduklarından dolayı görevlerinin gereği olan nesnelliğin ve tarafsızlığın çok dışında hareket etmiş, devletin içerden çürümesine neden olmuştur. Bu aşırı olumsuz durumun en garip uygulaması, koalisyon iktidarları dönemlerinde yapılmış, koalisyon ortaklarına güçleri oranında paylaştırılan bakanlıklar ve devlet kurumlarına devlete değil partiye sadık olacak şekilde partizan kadrolar yerleştirilmiştir. Devlet bürokrasisi, değişen iktidarlara göre yeniden şekillendirilmiş, her iktidar değişiminden sonra bir tür yeniden yapılanma ve ayıklama dönemi yaşanmıştır. Bu nedenle devlette süreklilik akamete uğramış, alt kademe memurlarda da çok habis bu yönetim “kültürü” maalesef yerleşmiştir.
Cumhuriyet tarihinde ilk kez TSK çürümenin bariz etkisi altına girdi
Bu uygulamanın ayyuka çıkışı 2002 yılından beri devam eden AKP iktidarında gerçekleşti. Devleti ele geçirme ve kontrol etme düşüncesiyle AKP’ye yakın kadrolar, liyakate değil sadakate (partiye sadakat tabi, devlete değil!) göre seçilerek atandılar. Önceleri düşük yoğunluklu bakanlık ve kurumlarda başlayan bu akım, sonraları giderek polisi, istihbari birimleri ve orduyu da kapsadı. Önceki yazılarımda dile getirdiğim gibi, AKP bunu Milli Görüş İslamcı doktrini çerçevesinde meşrulaştırdı. Arka planda ise, devlet olanaklarının yandaşlara peşkeş çekilmesi vardı. Bu yolla hem ideolojik olarak, hem de ekonomi-politik temeller üzerinden bir yolsuzluklar ve hukuksuzluklar rejimi tasarlandı ve hayata geçirildi. AB reformlarının devletin kontrol ve denge mekanizmasını (askeri vesayet sistemini) sonlandırmasıyla, Cumhuriyet tarihinde ilk kez Türk Silahlı Kuvvetleri de bu çürümenin bariz etkisi altına girdi.
Rejim mevcut şekliyle Erdoğan ve Avrasyacılar kontrolüne girmeden önce, AKP bürokrasiyi parti aparatına dönüştürerek, sonraki İslamofaşist nasyonalist koalisyonunun taşlarını döşedi. Böylelikle, 1990’ların yeknesak Kemalist cumhuriyeti dönüştürülerek, İslamcı-nasyonalist Erdoğan-Avrasyacı Türk İslam sentezi 2.0. ideolojik yapılanması tamamlandı. Önceki hatalı ama en azından vatansever kadroların aksine, bugünkü kadroların ideolojik (veya idealist) Saiklerle hareket etmedikleri bir gerçek! Çünkü rejimin temeli, patlak kanalizasyonun üzerine beton dökerek kokuyu engellemeye dayanıyor. Açık olarak izah etmek gerekirse, 17 Aralık sonrasında suçüstü yapılan siyasi iktidar, Avrasyacı derin devletle işbirliğine giderek, suçlarını örtbas etme yolunu seçti ve bu iki güç sivil darbe ile devleti ele geçirdi. Devletten kastım, zaten partizan olan bürokrasiyi önce parti devletine dönüştürdüler, sonra da Erdoğan “riyaseti” vitrininde İslamcı-nasyonalist bir faşizan kapalı rejim yarattılar.
Bürokratik kadrolar böylelikle siyasi karar alıcılarla beraber suç ortaklığına girdi. Başkaca şansları yoktu! Böylelikle yeni peydahlanan faşizan otoriteryan kapalı rejime sadık, ondan nemalanan ve varlık sebebi o rejim olan bir bürokratik sınıf oluştu. Bugün özellikle yargı (yargıçlar ve savcılar) velinimetlerinin kim olduğunu bilerek hareket ediyor. Kimse bana “başka türlü davranma şansı olmayan, esasında ayakları geri giderek rejime boyun eğen yargı mensupları” masalı anlatmasın! Bugünkü rejim aparatı yargı, rejimin üzerine oturduğu taşıyıcı kolon ve kirişlerin en stratejik olanlarından biridir. Korkunç takibat politikasının beyni olmasa da kas gücü bu yargıdır. Bir ikinci enstrüman hariciyedir. Bugünkü Türkiye diplomasisinin muhaberat devleti refleksleriyle yurtdışında muhalif avını koordine etmesi, Türkiye tarihinde görülmemiş bir vakadır. Sahada sıfırlanırken, Türk hariciyesi etik bakımdan da aska rehabilite olamayacak bir seviyeye gerilemiş durumda. Kendi vatandaşını fişleyen, muhbir vatandaşlar ağı kuran, sahibinin sesi bir “dış temsilcilikler ağı”, Erdoğan döneminin önemli konu başlıklarından biri olacak, ileride bu dönemin tarihi yazılırken. Sokaktan adam kaçıran, yolsuz rejimlerin lider kadrolarına büyük rüşvetler vererek onları kendi organize uluslararası suç şemasına bağlayan, doğan bebeklere Türkiye vatandaşlığı ve kimlik belgelerini vermeyen, küçük yaşta çocukların bile anne babalarından dolayı pasaportunu hukuksuzca iptal eden bir rejim aparatı, diplomatik pasaportlarıyla dünyada cirit atıyor! Yine aynı şemaya uygun olmak üzere, Türk ordusu tümüyle bu rejime angaje olmuş bir biçimde, adeta yeni rejimin en önemli taşıyıcı kolonu ve kirişi konumunda. 15 Temmuz sonrası gerçekleşen Batı’cı subayların tümüyle şeytanlaştırılması ve tasfiyesi ile Rusya ve Avrasya eğilimli Ergenekoncu bir derin yapı, TSK’yı ele geçirmiş görünüyor. Bu tür rejimlerin anatomisinde, asker her zaman iskelettir. Yani askeri kontrol eden, rejimin gerçek sahibidir. Bu nedenle TSK’nın kontrolünü ellerinde bulunduranlar, diğer bürokrasi aparatını da günün sonunda kontrol edecek.
Bugün itibarıyla bu bürokratik yapı, esasında rejimin esas sahibidir
Erdoğan’ın gitmesi, hatta AKP’nin gitmesi, bu nedenle Türkiye’de demokratikleşme ve hukuk devletine geri dönüşün yolunu açmaz. Dahası, bu yapıyı doğuran ve talep eden bir sosyoloji olduğu gerçeği de gün gibi ortada. Tıpkı Hitler Almanya’sında olduğu gibi, rejimin ve liderliğin arkasında çok büyük bir halk desteği mevcut. Toplum bu bağlamda “feto” ve diğer şeytanlaştırılmış hedefler konusunda tedirgin değil. Aksine, tıpkı pagan kültüründe adak kanına odaklanan şapşal müritler gibi, günah keçilerinin yargısız ve hukuksuz infazından sadistçe bir zevk almakta, bu zevk üzerinden sahte bir arınma gerçekleştirmekte. Kemalistlerin ulusalcı damardan destek verdikleri, ülkücülerin milliyetçi damardan hararetle tasvip ettikleri, İslamcıların Erdoğan kültü üzerinden vampir dansı yaptıkları bu ortamda, bugün söz konusu bürokrasinin silkinip kendisine gelmesi ve sistemin içinden bir tür demokratikleşme ve hukuka dönüş temayülü doğmasını beklemek, gerçekten çok naif ve optimist bir tutum olur.
Bu bürokrasi, rejimin devamını ve kendisini yeniden üretimini garanti ediyor. Rejimin kapalılaşması ve kendi içinde kapalı devre bir “normalite” oluşturması, çok sıkıntılı bir durum. Çünkü bu gelip geçici bir hastalık dönemi değil. Bu, sistemik seviyede kalıcı bir mutasyon! Hücresel seviyelerde gerçekleşen genetik bir dönüşümden bahsediyorum. Daha önceki yazılarımda kanser diye teşhis ettiğim habis yapının, esasında kanser değil mutasyon olduğu daha mantıklı bir analoji. Çünkü kanser vücudu ölüme götürür. Yani kanser çürümedir, sonun başlangıcıdır. Dahası, kanser tedavi edilebilir. Oysa mutasyon, başkalaşma ve farklı bir forma bürünmedir. Organizmanın değişimi, biçim değiştirmesidir. Sonuçta habis de olsa, gidişat daha bütüncül ve sağlam bir yapıyı oluşturabilir. Bu nedenle bürokraside olanlar, sistemsel bazda son derece tehlikeli bir duruma işaret etmekte kanımca.
Bu mutasyonun sosyolojik temel üzerinden siyasete ve ekonomiye sirayet etmesi, Türkiye’yi hem öz-yok edicilik potansiyeli bakımından, hem de dışa yönelik tehdit bakımından çok tehlikeli bir ülke haline getiriyor. Sırbistan, Yugoslavya’nın parçalanma sürecinde benzer bir mutasyon geçirmişti. Bunun sonucunda ayrılıkçılık patlama yaptı, iç savaş çıktı, bu sonrasında birbirinden kopan ülke parçaları arasında bir savaşa evrildi. Peşinden etnik soykırımcı bir jenosidyen siyaset başladı. Bu durumun sonucunda Sırbistan’ın başına gelenler (uluslararası askeri müdahale de dâhil) son derece ibretlik bir tarihi süreçtir. Bu örnekle büyük benzerlikleri olan, üstüne üstlük Sırbistan’dan çok daha karmaşık ve etnik/mezhepsel manada birbiriyle iç içe geçmiş toplumsal yapılar, dahası ideolojik kutuplaşma ve memleketin jeopolitik konumu, çok daha teklikeli bir barut fıçısını işaret ediyor!
Bürokrasi eğer anayasal çerçeveye sadık kalmakta inatçı ve dirayetli olabilseydi, bugün çok daha farlı bir yerde olabilirdi ülke.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.