“NUR-U TEVHİD İÇİNDE SIRR-I EHADİYETİN İNKİŞAFI” NE DEMEKTİR? - Cemil Tokpınar


Lütfen başlığı okuyup hemen dudak kıvırmayın, “Bu cümleyi çok duyduk” deyip “Nasıl olsa biliyorum” edasıyla geçip gitmeyin.
Neden mi böyle diyorum? Çünkü birkaç gündür kaç kişiye başlıktaki soruyu sordum.
“Nur-u tevhid içinde sırr-ı Ehadiyetin inkişafı ne demek, biliyor musun? Bana birkaç cümleyle anlatabilir misin?” dedim.
Aman Allah’ım, öyle cevaplar aldım ki, hayrete düştüm. Hiç bilmeyenden tutun az bilene, eksik bilenden yanlış bilene kadar bir sürü cevabın içinde birkaç tane de doğru cevap vardı.
Şaşırdığım nokta şu: Sorduğum kimseler konuyla ilgili birçok açıklama ya okudular ya da dinlediler. Çok iyi bilmeleri gerekirken neden bilen çok az, anlayabilmiş değilim.
Bunun için bu sorunun cevabını kesinlikle biliyorsanız, yazıyı okumasanız da olur. Ancak kesin bildiğinize inanmıyorsanız sabırla yazının sonuna kadar okuyun.
Yine anlamadıysanız yazının altına yorum yazabilirsiniz. Tabiî ki okuduktan sonra “Tam yazamamışsın, bu konunun bir de şu yönü var” diyorsanız, onu da yazarsanız sevinirim.
“Nur-u tevhid içinde sırr-ı Ehadiyetin inkişafı” ifadesini ilk kez Bediüzzaman Hazretlerinin Lem’alar isimli eserinden öğrendik. Yıllardır defalarca okuduk, dinledik, anlattık.
Hocaefendi ise son beş yıldır “Nur-u tevhid içinde sırr-ı Ehadiyetin inkişafı” ifedesini defalarca kullandı. Çünkü bu süreçte bu hakikatin tecellisine o kadar muhtacız ki, her gün dile getirsek ve bunu uygulamak için bütün imkânlarımızı kullansak yeridir.
Önce iki iktibas yapacağım. İlki Hocaefendi’den. Verdiğim kaynaktan tamamını okumanızı tavsiye ederim. Ancak ben bir bölümünü aktarıyorum:
“Hazreti Yunus İbn Mettâ’nın (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm) kıssası bu konunun anlaşılması adına güzel bir misaldir. Bildiğiniz üzere balık tarafından yutulan Hazreti Yunus (aleyhisselâm), bütün sebeplerin sukut ettiği bu noktada, ‘Lâ ilâhe illâ ente sübhaneke innî küntü mine’z-zâlimîn (Sen’den başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendime zulmedenlerden oldum.)’ (Enbiyâ sûresi, 21/87) niyazıyla Allah’a yönelmiş, O’nu tesbih u takdiste bulunmuştur. Bu da onun kurtuluşuna vesile olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri, Lem’alar’da bu meseleyi enfes bir şekilde tahlil etmiştir. Vâkıa bazıları ülfetten ötürü onun konuyla ilgili açıklamalarını basit görseler de tevhit hakikati ve iman esaslarına bakan yönüyle gerçekte o açıklamalar çok derindir.
“Hazreti Yunus (aleyhisselâm),  Cenâb-ı Hakk’a karşı bir arzuhâlde bulunmuş, içine düştüğü durumu arz etmiştir. O, Ninova’dan ayrılmasını, bir emir gelmeksizin kavmini terk etmesini,  gemiye binip uzaklaşmasını vs. mülâhazaya almış; başına gelen felâketlerin kendi kusurlarından kaynaklandığını düşünüp derin bir muhasebe içine girmiş, sonra da O’nun kapısının tokmağına dokunmuştur. Çünkü esbabın bi’l-külliye sukut ettiği bir anda, gecenin karanlığından, denizin ürpertici hâlinden ve balığın karnından onu ancak Allah kurtarabilirdi. Onun bu tazarru ve niyazıyla birlikte nur-u tevhid içinde Hakk’ın hususî teveccühü mânâsına sırr-ı ehadiyet zuhur etmiş, bir anda bütün karanlıklar yırtılmış, sebeplerin tesiri yok olmuş ve Hazreti Yunus (aleyhisselâm) sahil-i selâmete çıkmıştır.
“Hazreti Yunus (aleyhisselâm), bir peygamber olması hasebiyle böyle bir musibet anında ne yapması gerektiğiyle ilgili Cenâb-ı Hak’tan hususî bir mesaj da almış olabilir. Zaten yaşanan hâdise bir mucizedir. Çünkü normal şartlarda bir insanın, balığın karnında hayatını sürdürmesi mümkün değildir. İnsan tabiatı, oksijensiz bir ortamda yaşamaya müsait yaratılmamıştır. Fakat o, Allah’tan aldığı bir mesajla asla ümitsizliğe düşmemiş, O’na tam bir teveccühte bulunmuş ve hâlis bir tevhit şuuruyla O’na yönelip kurtuluşa ermiştir. (http://www.ozgurherkul.org/kirik-testi/kirik-testi-musibetten-hakiki-tevhide-giden-yol/)
Şimdi de Hocaefendi’nin kaynak gösterdiği 1. Lem’a’dan bir alıntı yapacağız. Bu bölümün de tamamını okumanızı tavsiye ederim. Ancak biz ele aldığımız ifadenin geçtiği yeri aktarıyoruz:
“Hazret-i Yunus Aleyhisselâmın kıssa-i meşhuresinin hülâsası: Denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş. Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı ve karanlık ve her taraftan ümit kesik bir vaziyette, ‘Lâ ilâhe illâ ente sübhaneke innî küntü mine’z-zâlimîn’ münâcâtı (duası), ona sür’aten vasıta-i necat olmuştur. Şu münâcâtın sırr-ı azîmi şudur ki:
“O vaziyette esbab (sebepler) bilkülliye (tamamen) sukut etti (yerle bir oldu). Çünkü o halde ona necat verecek (kurtaracak) öyle bir Zat lâzım ki, hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semâya (gökyüzüne) geçebilsin. Çünkü onun aleyhinde gece, deniz ve hût (balık) ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine musahhar eden (boyun eğdiren) bir Zat onu sahil-i selâmete çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsaydılar, yine beş para faydaları olmazdı. Demek esbabın tesiri yok. Müsebbibü’l-Esbabdan (sebeplerin Yaratıcısından) başka bir melce (sığınak) olamadığını aynelyakin gördüğünden, sırr-ı Ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için, şu münâcat birden bire geceyi, denizi ve hûtu musahhar etmiştir. O nur-u tevhid ile hûtun (balığın) karnını bir tahtelbahir (denizaltı) gemisi hükmüne getirip ve zelzeleli dağvâri emvac (dalgalar) dehşeti içinde, denizi, o nur-u tevhid ile emniyetli bir sahrâ, bir meydan-ı cevelân ve tenezzühgâhı olarak o nur ile semâ yüzünü bulutlardan süpürüp, kameri bir lâmba gibi başı üstünde bulundurdu. Her taraftan onu tehdit ve tazyik eden o mahlûkat, her cihette ona dostluk yüzünü gösterdiler. Tâ sahil-i selâmete çıktı, şecere-i yaktîn (kabak ağacı) altında o lûtf-u Rabbânîyi müşahede etti.”
Her ne kadar bu iki alıntıyla konu anlaşılsa da biraz daha açmamızı isteyenler için birkaç kısa izahat yapalım.
Ele aldığımız “Nur-u tevhid içinde sırr-ı Ehadiyetin inkişafı” ifadesinin iki temel kavramı var:
Biri nur-u tevhid diğeri sırr-ı Ehadiyet.
Tevhid nuru kavramını anlayıp inanmak bize, Ehadiyet sırrı ise Allah’a bakıyor.
Yani bir belaya, musibete veya çaresizliğe düşen kimse önce sebeplere bakar. Acaba beni ne kurtarabilir, hangi çözüme yapışsam diye araştırır.
Hz. Yunus (a.s.)’ı kurtaracak hiçbir sebep yok. Tam bir çaresizlik girdabında kilitlenmiş vaziyette iken tevhide sarılıyor, Allah’ın birliğini iliklerine kadar idrak ve ikrar ile adeta şöyle haykırıyor:
“Lâ ilâhe illâ ente”: Yani, Rabbim, şu anda hiçbir sebep beni kurtaramaz, bütün insanlar bana yardım için birleşse hiçbir faydası olmaz. Senden başka ilâh, yardımcı, kurtarıcı, elimden tutacak yok. Binbir ismini şefaatçi ederek senden yardım ve kurtuluş istiyor, merhametini umuyorum.
“Sübhaneke”: Yani, Seni tesbih ederim, Senin hiçbir eksiğin, kusurun yoktur. Sen binbir ismin sahibi, her şeye gücü yeten, kâinatın tek Sultanısın. Başıma gelen şu musibette de senin hiçbir hatan ve yanlışın yoktur. Sana kırgın ve dargın da değilim.
“İnnî küntü mine’z-zâlimîn”: Yani, ben zalimlerden oldum. Hata, kusur benimdir. Rabbim, sen emretmeden, ben senden izin almadan kavmimi terk ettim. Böylece kendime haksızlık ettim.
İşte bu çaresizlik içinde bütün sebeplerden elini çekip sadece Allah’a yönelmesi onun tevhide olan muhteşem inancını ve bağlılığını gösterince Cenab-ı Hak da hususî bir yardım ve sıra dışı bir inayetle onu balığın karnından canlı bir şekilde çıkardı, geceyi ay ışığıyla aydınlattı ve onu sahile çıkararak denizin boğucu dalgalarından kurtardı.
Dolayısıyla tevhid nuru içinde Ehadiyet sırrı inkişaf etti. Yani kâinatta tecelli eden birlik hakikati, hususî bir tecelli ile Ehadiyet sırrına dönüşerek sürpriz bir lütuf ve ekstra bir inayetle mucize suretini aldı.
“Nur-u tevhid içinde sırr-ı Ehadiyetin inkişafı” hakikatine, Vahidiyet içinde Ehadiyetin tecellisi de denebilir. Ancak bir kulun Ehadiyetin tecellisine mazhar olabilmesi için sebeplerden yüzünü çevirip ibadet, itaat ve dua ile tamamen Allah’a yönelmesi gerekir.
Peki Vahidiyet ve Ehadiyetin farkı nedir?
Ve bu konunun yaşadığımız süreçle ne ilgisi var ki Hocaefendi her fırsatta bu konuyu hatırlatıyor?
Onları da gelecek yazıda ele alalım.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.