SOSYOLOJİK KANSER - Prof. Dr. Mehmet Efe Çaman
Türkiye Kıbrıs’a inanılmaz büyüklükte bir askeri üs kurma kararı alıyor. Aynı zamanda siyasi otorite Türk Silahlı Kuvvetleri’ni (TSK) Fırat’ın doğusunda harekâta başlatma kararı aldığını duyuruyor. TSK’da cadı avı devam ediyor ve her gün onlarca asker klasik gerekçeyle içeri alınıyor. Barış Akademisyenleri’nden en son Nuray Mert 15 ay hapis cezasına çarptırıldı. Bir taraftan da Fransız polisinin Sarı Yelekliler eylemlerinde kullandığı orantısız güç üzerinden Türkiye’de rejim güzellemesine girişildi. Selahattin Demirtaş hala rehin. Onunla beraber onlarca HDP’li Kürt milletvekili hapiste. Belediye başkanlarını unutmayalım! Halkın oyuyla göreve gelmiş yüzlerce Kürt büyükşehir ve belde belediye başkanları ve diğer yerel siyasetçiler hukuken zayıf bile diyemeyeceğim komediden gerekçelerle hapse atıldı. Farklı dünya görüşlerinden yüzlerce gazeteci, mesleklerini icra ettiklerinden dolayı takibata uğratıldı ve içeri tıkıldı.
Aralarında Ahmet Altan, Nazlı Ilıcak, Mümtaz’er Türköne, Mehmet Baransu gibi çok tanınmış olanları var. Elbette bir gazetecinin veya yazarın ününden bağımsız olarak, salt uğradıkları kaksızlık ölçüsünce savunulmalı hakları, kabul! Ama rejimin pervasızlığını göstermesi bakımından, dünyadaki birçok uluslararası PEN kuruluşunun ve insan hakları örgütlerinin yakın takibindeki bu önemli isimlerin halen hapishanede keyfen tutuluyor olmaları, düşündürücü değil mi? Hapishaneler mevcut haliyle tam bir işkence merkezi. Hepsinin kapasite aşım sorunu mevcut. Bu, içeride tutulan siyasi tutukluların (düşünce suçlularının) yatacak yerlerinden kullandıkları günlük su miktarına dek her konuda ağır koşullar altında varlık savaşımı verme zorunluluklarına işaret ediyor! Başka bir ifadeyle, süründürüyorlar insanları – yıldırmak için. Sadece onları değil, ailelerini de yıldırdıklarını sanıyorlar! HDP örgütlerine polis baskınları haberleri sıradanlaştı. Hayko Bağdat’a “kılıç artığı” diyor profesörün biri. Rus genelkurmayı, IŞİD petrolünün hala daha Türkiye rotası üzerinden pazarlandığını resmen söylüyor. AB Türkiye delegasyonu lokanta ziyareti yapıp fotoğraflarını Twitter hesabından paylaşıyor. Afiyet olsun da, ben Türkiye’ye üzülmüyorum artık, AB’ye üzülüyorum, o derece garabet bir durum yani yaşanan! Sözcü yazarlarına “FETÖ” takibatı yapılıyor – Sözcü hala “FETÖ’cü” olmadığını izah etmek için on takla atmakla meşgul. Emin Çölaşan’a bile uzanıyorlar – bunun anlamı “güç bizde, ayağınızı denk alın!” dışında ne olabilir? Bu arada birçok demokratik ülkeden deneyimli gazeteciler Türkiye’deki işkence meselesine değindiler geçen gün – önemlidir! Yavuz Baydar Ziverbey Köşkü’nde yapılan işkencelerin bugünkü işkencelerin yanında devede kulak kaldığını düşünüyor, kendisine tümüyle katılıyorum. İlhan Selçuk’un Ziverbey Köşkü adlı bir kitabı vardı, 20’li yaşlarda okumuş, etkisinde kalıp ağlamıştım. Bu bir dramdır. 1970’lerden beri santimetre ilerleme olmadığını, ilkellik ve barbarlığın nesilden nesle devredildiğini gösteriyor!
Türkiye gündemi bu kadar yoğunken, bu olayları nasıl toparlayacağız? Tüm bunların ortak noktası nedir demeyecek miyiz? Çünkü olayları birbirinden kopuk inceliyoruz ister istemez. Teşhisim şudur benim: Bu yaşananların tümü, bir toplumsal çözülmeye işaret ediyor. Yaşanan, adeta insanlıktan çıkış, insan olma özekliklerinin erimesi ve yok olmasıdır! Moleküler seviyede, hücresel düzeyde bir sorun var. Baştaki faşo bir gitsin, düzelir her şey nasılsa, türü beklentilere katılmıyorum. Doğrusu çok naif bir beklenti bu! Dahası, bugün Türkiye’de yaşananların medeniyetsel seviyede muhasebesinin yapılmasının zamanının artık gelip neredeyse geçtiğini söylemeliyim! Tablo bu!
Açayım mı biraz izninizle? Bakınız; medeniyet derken, içinde din, kültür, örf, adet, geçerli normlar ve “olması gereken” ve “olmaması gereken” davranışlar gibi birçok parça var. Medeniyetler buhran yaşayabilir. Bugün bizim coğrafyamızda büyük bir buhran var. Kişisel düzeyden başlayıp, makro siyasi seviyelere dek, yapısal sorunlar, düzenli tekrarlanan hatalar mevcut. Ortadoğu (İslam kültür havzasındaki) toplumlar, en mikro seviyeden makro düzeylere kadar, yaşadıkları çağın sorunlarına doğru tanı koyamıyor, efektif çözümler üretemiyor, devamlı “sihirli” doğruları geçmişin idealize edilen mitleştirilmiş “uygarlığında” arıyor. Yeni bir şey üretmekten korkulan, çünkü yeni bir şey üretmenin dinen ve töresel olarak reddi üzerine inşa edilmiş olan bir geçmişimiz var. Şiddetin teolojideki yerinden kadının özgürleştirilmesine, diğer medeniyetlerle (dinlerle) ortak yaşamın (teolojik referanslarla savunularak) nasıl inşa edileceğinden çevresel felaketlere yönelik özgün reflekslerin geliştirilmesine, kitle imha silahlarına yaklaşımdan İslam dünyasının içine bulaşmış olan terörizm virüsüne, yaşanan her şiddet sonrası, birinci taziye cümlesinin ardından “ama” ve “fakat” ile başlayan “meşrulaştırıcı” ve şiddetin “gerekçesini ve sebebini” açıklayıcı ezik suç ortaklığı tutumuna kadar, her şeyin sorgulandığı bir medeniyet kritiği lazım
İki sayfalık bir makaleye ne sığar? Ama ben yine de riski göze alıp denemeye girişeyim, izninizle!
Yapı budur. Sosyolojik bir kanser var! Bu kanserli dokudur, rejimin üzerine oturduğu yapı! Ama özne insandır. Mesele iyi anayasa veya yasa değil, o anayasayı veya yasayı uygulayacak olandır. Ya da o anayasa ve yasanın süjeleridir. İnsanların vahşiliği bu kadar kolay kabullenmelerini sorgulamayalım mı? Toplumun adalet mevhumuna ilişkin inanılmaz orandaki etik (ahlaki) boşluğunu görmezden mi gelelim? Şiddete eğilimin neden Türkiye toplumunda (ve bugünkü Müslüman toplumlarda) bu denli yaygın olduğunu es mi geçelim? Temel değerler bakımından, günlük yaşamda uygulanan etik normlardaki çifte standardı, güçlünün gayrı meşru güç kullanımını meşrulaştırıcı mekanizmanın kendi kültürel temellerimizdeki yerini büyüteç altına almayalım mı hiç? İslami kültürde kabul gören takıyye denen lanet olası “stratejinin” sadece siyaseti değil, mikro düzeyden makro seviyelere dek tüm sosyolojimizi zehirlediğini, insanları şahsiyetsizleştirdiğini, ilişkilerde güven erozyonu oluşturduğunu, toplumsal kutuplaşmalara sebebiyet verdiğini, ahlaksal bir karadelik yarattığını yazmayalım mı? İlm-i siyaset denen siyaset konseptinde, “köprüyü geçene kadar ayıya dayı de!” türünden bir riyakârlığın ve mürailiğin neden olduğu bireysel seviyedeki ve toplumsal düzeydeki tahribatı, kafamızı kuma gömerek görmeyelim mi acaba?
Yıllarca İslam medeniyetinin (dininin demiyorum, celallenmeyin hemen!) diğer medeniyetlerden üstün olduğu söylemiyle nesiller yetiştirildi. Oysa medeniyetlerin yaşayan organizmalar olduğu gerçeğine aykırı bir varsayımdı bu. Tıpkı bir bahçe gibi, medeniyetler de bakılmak, ilgilenilmek ister. En önemlisi de, yine tıpkı bir bahçede olduğu gibi, ayrık otlarından ayıklanmak, sulanmak, bezenmek ister. Uygarlıklar gelişebilir. Ama uygarlıklar gerileyebilir de. Uygarlıkları iyi ve yaşanılası yapan kuramsal boyut (nazariye) değildir. Uygulama, teoriden öndedir. Bu nedenle bana “bak ama kitapta yazan bu değil!” argümanlarıyla gelmeyin, külliyen reddediyorum bu tutumu. Dahası, sorunun asıl kaynaklarından birinin bu “defansif” tutum olduğunu düşünüyorum. Örf ve ananeler için de aynı düşünceleri taşıyorum. Ama medeniyetlerin esas kaynağının din olduğu varsayımından hareketle, bugün Türkiye’de yaşanan durumun, İslami kültür coğrafyasında neden bu kadar yaygın olduğunu düşünmeden, sırf Türkiye mikro kozmosuna odaklanarak pek bir sonuç alamayacağımız kanaatindeyim doğrusu.
Hala yaşanılan bir Batılı ülkede teolojik güzellemeler yaparak “gerçek İslam bu değil” tutumuna devam edildiğini hüzünle izliyorum. Uygulanmakta olan neyse, medeniyet de odur. Nokta. Bireysel seviyede yaşanan örnek tutumlar elbette var – bunu kim reddedebilir? Hatta bu sayı zulme uğrayanların yaptıkları pozitif refleksiyonlarla giderek artıyor da. Ancak ana akım uygulama (yani yüzde doksan dokuz!) görecelileştirilerek adalet mevhumundan uzaklaştırılmış, ahlaksızlaştırılmış (ahlaktan arındırılmış), şiddete temayüllü, en azından şiddeti (çeşitli şekillerde ve gerekçelerle) meşrulaştıran, zulmü (yine farklı meşrulaştırıcı temellerde) görmezden gelen, hatta ona ortak olmaktan imtina etmeyen bir tutum içinde. Bakın, bu var ve bu varken “yok” demek, derde çare olmayacak, bunu size garanti edebilirim! Elbette bireysel bazda (yukarıda işaret ettiğim üzere) herkes kendisini bundan tenzih edebilir. Ancak, dürüst olan, toplumsal bazda büyük bir uygarlık sorunuyla karşı karşıya kaldığımızı görür. Ve umarım bunu artık konuşmaya, başkalarıyla paylaşmaya, tartmaya, düşünmeye başlar. Bu yaşanılan, sosyolojik kanserin yayılmasından kaynaklı etkiler. Baştaki gider, bu iş de biter türü basitleştirmeler, kanseri aspirin kullanarak tedavi etmeye çalışmak gibi, irrasyonel bir tutumdur.
Ne yapılmalı? Ne yapılabilir?
Bunun cevabını size ben veremem. Ben gördüğüm sorunu, teşhis ettiğim hastalığı sizlerle paylaşırım. Katılırsınız veya katılmazsınız, bu her bireyin kendi takdiridir. Umudum, bu meselenin konuşulması, bireysel seviyede muhasebelerin yapılması, patolojinin sebepleri üzerinde fikir alışverişinde bulunulması! Arınma gerekli ve olmalı. Bu arınmanın ilacı eleştirmektir. Eleştirel tutum ister istemez medeniyetin ağırdan da olsa kımıldamasına, tozlarını silkelemesine, aklın, gülümsemenin, umudun, sevginin, toleransın (hoşgörü demiyorum!), dürüstlüğün, dik duruşun, eşitlik ve adaletin yeniden kendisini toparlamasına yol açacaktır. Mürailiği boğacak olan budur. Tüm bunların başarılması için benim size âcizane tek bir tavsiyem olabilir: birey olun ve düşünün.
Kaynak: http://www.tr724.com/sosyolojik-kanser/
Bu Yayına Yorum Yapın